25 Aralık 2010 Cumartesi

Deli / Suçlu / Muhalif / Filozof / Aristokrat : Sade

aykırı edebiyatı her zaman sevmişimdir. aykırı olan neredeyse her şeyi çok sevdiğim gibi. biraz da bu nedenle, bizim sadist markizle tanışmam daha eskilere dayanıyor. kitap kulübümüz ve ayın moderatörü zeynep sayesinde de justine'le yollarımız bir 10 yıl kadar sonra tekrar kesişti. iyi de oldu...

yakından takip ettiğim chiviyazıları yayınevi'nin bir kaç baskı yaptığı justine tükendiği için moderatörümüz zeynep bizim için oğlak yayınları'ndan çıkan erdemle kırbaçlanan kadın'ı seçtiğini söylediğinde - işte çok çok yoğun bir dönem yaşamakta olduğum için - tanıdık sularda olacağım ve fazla kafamı yormayacak bir kitap okuyacağım için açıkçası pek sevindim. fakat, gelin görün ki, evdeki hesap çarşıya uymadı ve derin bir hayal kırıklığına uğradım.

benim kitaplığımın raflarında yerini alan justine, gerçekten bir roman. erdemle kırbaçlanan kadın ise aslında justine'in sadece taslağı. ve oğlak yayınları maalesef bunu "roman" diye sınıflandırarak çevirmek ve basmak yoluyla okuyucusuna büyük kazık atıyor. özlem benden önce yazmış, benden sonra yazan arkadaşlarım da belki değineceklerdir fakat bu kitaba roman demek için insanın hayatında hiç roman okumamış olması gerekiyor. bunu biliyor ve biraz daha tatsız bir okuma serüveni bekliyordum ancak yine de bu kadarının olabileceğini düşünmemiştim.



elbette, marquis de sade'ın bir edebiyatçı olduğunu söylemek büyük hata olur. kimsenin de böyle bir iddiası olacağını sanmıyorum. muhalifliğini, dönemin ikiyüzlülüğünü ve toplumsal / insani durumlara dair şahsi fikirlerini duyurmak adına yazdığını düşünüyorum ben sade'ın. okurken de bu açıdan bakmak, sade'ın satırlarını daha anlamlı hale getirmekte.

insan olmak, iyi olmak, kötü olmak, doğal olmak, ikiyüzlü davranışlar ve toplumların ahlak anlayışının çarpıklığı üzerine manifestosunu - bu taslakta dahi - detaylarıyla paylaşmış sade. iyi de etmiş, zira bunların tamamı aslında her insanın üzerinde derin derin düşünmesi gereken kavramlar. dinin ne kadar da yanlış bir temele oturtulduğundan girip nasıl da sömürüye dayalı bir düzen kurduğundan çıkan yazarımız da kendini tüm "yapay" ahlaki değerlerin karşısında konumlandırarak saf iyilik timsali karakterimiz justine'in karşısına çıkarttığı yan karakterlerle tezini "kanıtlıyor". doğal = bencil insan. bencil insan = kötü? denklemi kurmak için derin derin düşünmek lazım aslında, sadizmden bağımsız olarak.

tabii bu bir taslak olunca, 10 durum ele alınarak bir perspektif yakalanmaya çalışılmış fakat - gene tamamiyle bir taslak olmasından ötürü - olaylar kısaca geçildiği için çok etkili olamamış. justine'i okuyanlar varsa, burada demek istediğimi iyi anlayacaklardır. sade'ın temelini oluşturduğu ve hala güncel bir akım olan sadizm örneklerini yakalamak, şahit olmak, ve zaman zaman belki de ürpermek için justine'i, bu hikayelerin biraz daha farklı ele alındığı 3 ciltlik juliette serisini ve daha da ileri geçmek isteyenler olursa sodom'un 120 günü'nü okumak gerekiyor.

okurken atlanmaması gereken bir noktayı da burada hatırlatmak isterim: sade'ı nasıl ele aldığınız metinlerini değerlendirmeniz açısından çok önemli. bu adam sadist psikopatın teki mi yoksa toplumun temelini oluşturan ikiyüzlü kurumların ebedi muhalifi filozof mu? ikisi de mi? hiçbiri  mi? eğer siz kendinizi doğru konumlandırabilirseniz, birçok şey de yakalayabilirsiniz sade'ın bıraktıklarında.  ironik bir hayatı vardır sade'ın, ona da göz atmak fikir verecektir diye düşünüyorum.



sonuç olarak; erdemle kırbaçlanan kadın belki de "sade metinlerine giriş 101" olarak ele alınmalı ve daha hardcore metinler için yukarıda adı geçen kitaplara başvurmalı. tavsiye ederim.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

5 Aralık 2010 Pazar

bir japon tragedyası : sahilde kafka - haruki murakami

ilk kez okuduğum bir yazar, kalın bir kitap, çabucak biten bir okuma macerası... kaptırdım gittim kendimi murakami'nin kafka'sına ve 651 sayfayı 1 hafta kadar bir sürede bitirdim geçtim. sevdim çok.

öncelikle bir başkasının bu konuda kaleme aldığı bir yorumu buraya almak istiyorum. bence, murakami söz konusu olduğunda edebiyat dünyasının ikiye bölünmesi, isminin daha sık ve uzun süre duyulacağına işaret. ayrıca bir murakami tartışması nedeniyle yıllarca sürmüş bir edebiyat programının yayından kaldırılması (bence) çok komik ve ilgi çekici bir durum.



gökten yağan balıklar ve sülükler, kedi avında bir johnny walker, tarafsız tanrı albay sanders, doğa altı ve üstü bir sürü olay ve karakter... tam benim kalemim bir roman aslında!

fakat...

yazarların romanlarını bir deneme havasında ele almaları beni normalde rahatsız etmez. düşünür ve değerlendiririm benimkine benzer ya da zıt bakış açılarını. hoşuma gider, hele ki benden farklı bir açıdan bakıp da bana bir kapı açabilecekse ya da bilmediğim gerçekleri, olayları, kişileri bana tanıtacaksa. fakat bir olay örgüsüne kendimi kaptırmış gidiyorken yazarın edebiyat, müzik, politika, ilişkiler vb her türlü konudaki kişisel fikirlerini araya sıkıştırması beni yer yer romandan ve karakterlerden kopartabiliyor. bu romanımızda da böyle oldu. bir yandan hoşuma giderken aralardaki esler, bir yandan da geriye dönmekte zorlu çektim ara ara. hele ki son 200-250 sayfada olay soyutta çığır açmaya döndüğünde ve felsefe daha da "hard core" bir şekilde ele alındığında işler daha da sarpa sardı çünkü fark ettim ki benim daha önce "es" diye değerlendirdiğim şey aslında murakami'nin ders verir tatta ve kafamıza vura vura bazı kavramları okuruna öğretme isteği. yazar sanki bolca hava atmış bize neleri bildiğine ve nasıl da her konuda bir fikri olduğuna dair.

gerçeküstü hikayeler her zaman için meşakkatlidir. çabucak kavrayabildiğiniz gibi çok çabuk kayıp da edebilirsiniz okurunuzu. bu bağlamda, sanırım tam zamanında bitirmiş murakami romanını. 50 sayfa daha uzun olsaydı, belki devam edemezdim. üstelik nereden baksak - bence - 100 ya da 150 sayfa daha kısa da olabilirmiş bu roman, büyüsünden bir şey kaybetmeden. murakami, belki de salinger ve capote'yi japon diline çevirirken edindiği fikirleri (ve belki de birikimi) de kullanabilmek adına okurunu zorlamayı tercih etti. ya da ben çok müşkülpesent bir okurum :)

sevdiğimi söylediğim bir romanla ilgili bu kadar olumsuzluğu içimde biriktirdiğimi ise şu yazıyı yazmaya başlayana kadar fark etmemiştim. katman katman bir kitap, bir kere okumak pek yetmiyor. bir gün, geri dönüp tekrar okurum diye düşünüyorum. o zaman belki sindirebilir ve daha net oturtabilirim herkesi ve her şeyi yerine.

bitirmeden önce, bir iki alıntı eklemek istiyorum buraya, tadımlık:

"artık özgür olduğumu düşünüyordum. gözlerimi kapatıp yalnızca ne kadar özgür olduğumu düşündüm. oysa özgür olmanın ne anlam ifade ettiğini henüz tam olarak anlayabilmiş değildim. anlayabildiğim tek şey, artık yalnız olduğumdu. yalnız ve bilmediğim bir yerde pusulasını ve haritasını kaybetmiş bir gezgin gibi. özgür olmanın anlamı bu muydu acaba? bunu bile tam olarak anlayabilmiş değilim" (s.62) 
"gözlerini kapatman, hiçbir şeyi değiştirmez. gözlerin kapandı diye, hiçbir şey silinip gitmez. bu bir yana, gözlerini bir sonraki açışında her şey daha da kötüleşir. biz işte öyle bir dünyada yaşıyoruz nakata" (s.206) 

sonsöz : enteresan bir kitap "sahilde kafka". çok severek okudum, japon kültürü zaten ilgimi çektiği için daha da rahat kendimi kaptırdım. toplantıya heyecanla gittim, benim yakalayamadığım ya da anlayamadığım noktaları yakalayan arkadaşlarımın yorumlarını öğrenmek için ama kafam karmakarışık ve anladığımı da kaybetmiş şekilde evime döndüm.

not : "umarsız" ve "umursamaz" kelimelerini sürekli olarak karıştıran insanlara tahammül edebiliyorum ancak yazarlar ya da çevirmenler bu hatayı yaptığında umarsızlaşarak umursamaz davranamıyor, kısa süreli bir hiddet yaşıyorum. yine de, her şeye rağmen, güzel bir çeviri ve düzelti okuduk, yayınevini tebrik ediyorum.

görsel kitsune bara'ya ait, "umibe no kafuka" (şurada görebilirsiniz: http://kitsunebara.deviantart.com/art/Umibe-no-Kafuka-108426634)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

15 Kasım 2010 Pazartesi

yalnızlık deliliğin hammaddesidir (korkma ben varım)

bundan birkaç ay önce okuduğum ve çok beğendiğim dublörün dilemması'nı bitirdiğimde aklımda derhal murat menteş'in diğer kitabına geçmek vardı. araya giren "ayın kitabı" ve işlerin yoğunluğu nedeniyle biraz ertelemem gerekse de, yaklaşık bir ay önce korkma ben varım'ı da okudum. yazmam biraz vakit almış olsa da, damağımdaki tad hala güzel.

öncelikle, sonuç : beğendim. çok beğendim hem de.

kelime oyunlarının her birinde ayrı ayrı ve çok eğlendim ben. murat menteş'in iki kitabı arasındaki (daha da) olgunlaşmış hali hoşuma gitti (daha iyi bir kurgu var k.b.v.'da. daha iyi oturtulmuş karakterler, daha sürükleyici olduğunu düşündüğüm bir öykü söz konusu). hele bir 10 sayfa kadar ersin karabulut misafirliği var ki, tadından yenmiyor vallahi!

fakat, belki de bir yazarın ilk okunan kitabının (hele de beğenilmişse) kalpte ayrı bir yer edinmesinden ötürü, k.b.v.'la d.d.'nı karşılaştırdığım zaman oyum dublörün dilemması'ndan yana. tabii bu tamamiyle subjektif bir değerlendirme.

absürd anlatımı seviyorum, içerisindeki "olabilir"leri yakalamayı seviyorum, "yok artık oha" diye şaşırmayı ya da gülüp geçmeyi seviyorum. hızlı akan hikayelere bayılıyorum, özellikle murat menteş'in bu hiperaktif tarzı tam istediğim gibi bir okuma keyfi veriyor bana. zeki espriler, neşeli kelime oyunları, akıllı kurgu, dalga geçen bir yazım stili. hepsinin ötesinde de eğlendiren bir kitap. bilemiyorum başka ne istemeli m.menteş'ten, yeni bir kitaptan başka? :)




bazı kitapları anlatmak zor aslında, okumak lazım. hikaye kadar stil de önemliyse söz konusu kitapta, o sayfaların arasına dalıp da ilk elden deneyimlemeden anlamak pek mümkün değil. bu nedenle bu yazıyı bırakın, kitabın kendisini okuyun. hem eğlenin hem de düşünün, tamam mı?

not : okurken not almamışım ve üzerinden çok zaman geçmiş, kitabın 424 sayfasını tarayıp da sevdiğim alıntıyı buraya almaya üşendiğim için ekşi sözlük'e bakayım dedim, orada benim de beğendiğim bir paragraf yazılmışsa buraya kopyalarım diye düşündüm ve bu arada şöyle bir entry gördüm :


***
gizliajans'ın 63. sayfasında yer bulan bu cümle, muhakak ki murat menteş'in beklenen, aynı isimli romanına yüksek dozda atıf içeriyor.
----
"korkma" diyerek usulca yüzümü okşadı. "korkma ben varım." işte o an bir fırtına kopar, sanki yer yerinden oynar. ellerine sarıldım. "âşığım ben sana."
***


okumuştuk gizliajans'ı ve sevmiştik çok. bu detayı atlamışım ben. :)

Hronis Missios - İyi ki Erken Öldün

"öldüğüme yanmıyorum. üzüldüğüm tek şey, hayallerimin ölümünden sonra ölmemdir"

diyordu satırlardan birinde karakterlerden birisi... ve belki de hikayenin tamamını en vurucu şekilde beynimize kazıyan buydu okuduğumuz 221 sayfa içerisinde.

"hikaye" diyorum ama, haksızlık ettiğimi düşünmeden edemiyorum bir yandan da. çok zaman geçti okumamızın üzerinden, bir aydan çok daha uzun bir zaman. ve şu ana kadar yazmaya elim varmadı. çok etkiledi beni "iyi ki erken öldün", o kadar ki, bir yandan elimden bırakamadan sayfaları çevirirken diğer yandan ne zaman biteceğini, bitmesini istediğimi, "normal" hayatıma dönmeye can attığımı geçirip durdum içimden. ve bitirdiğimde de bir süre hiç düşünmemek, hatırlamamak üzere bir kenara koydum kitabı, gözümden uzağa. bu nedenle de belki en son söyleneceği en başta söylerek diyorum ki, ben bu kitabı kimseye öneremem. çok beğendim, hatta belki de okuduğum en etkileyici metindi, fakat kimseye kendi geçirdiğim bunalımı tavsiye edemem. eğer empati kurmadan (ya da minimumda tutarak) ve sadece dışarıdan bakıp bir roman havasında okuyup geçebilecekseniz, kaçırmayın. ama benim gibi hipertansif bir bünyeye sıkışmış ve empatinin suyunu çıkartan bir deliyseniz, tüm sorumluluk sizde. benden söylemesi. ve gene baştan söylemeliyim ki, belki de en dağınık yazım olacak bu, çok duygusal yaklaşıyorum konuya, şimdiden affola.



ben 17 yaşındayken liseyi bitirip üniversiteye başlamış, kendi başıma yaşamaya alışmaya çalışan, derdi parasını ay içerisine eşit dağıtıp yetiştirmek ve sabahın ilk dersine yetişebilecek şekilde uyanmaktan ibaret bir kızdım. 3 kere idama mahkum edilmiş ve bunun endişesiyle ("endişe" ne kadar hafif bir kelime bu arada!) günlerini hapiste işkencelere maruz kalarak geçirmiş insanların kafa yapısı da yaşadıkları da bana çok uzak. bu nedenle de dehşet içindeyim. bizim yakın tarihimizde yaşanılanları okuduk, izledik, düşündük elbette ama ilk kez bu kadar saf, bu kadar direkt, bu kadar yaralayıcı bir şekilde serildi "her şey" gözlerimin önüne.  daha ilk 10 sayfada boğulduğumu hissettim ve bir noktadan sonra sanki nefes alamaz hale geldim. bilmiyorum eğer yazar araya gülümseten ayrıntılar karıştırmasaydı (mizah? bilemiyorum... ama nefes molası oldu, onu söylemeliyim) devam edebilir miydim bu şahitliğe. okurken sık sık kendime dönüp "bunlar olurken bu çocuk 17 yaşında!" "aman allahım 13 yaşındalar daha!" diye hatırlatmak ihtiyacı duydum. bu kadar acı, bu kadar hayalkırıklığı, bunca taciz, bu kadar kısa bir yaşamda... tabii düşününce, bu "kısa" dediğimiz şey, kime göre kısa? neye göre kısa? düşünmeye değer.

devrime de devrimciliğe de girmiyorum. zaten, yazarımızın parti yönetimi ve kendisiyle hesaplaşmasını, seçimlerini kendisine karşı savunmak zorunda kalışını, siyasal çıkarlar uğruna feda edilen ideoloji, romantizm ve insancıllığa yaktığı ağıdı okuyacaksınız eğer bu kitabı elinize alırsanız. ve - muhtemelen - solun eleştirisinin yer aldığı sayfalarda kafanızı onaylarcasına sallarken bulacaksınız kendinizi benim gibi. ya da belki de öyle olmayacak. hikaye o kadar kişisel ki aslında, değerlendirmelerin nesnel olması çok zor olacak bence.

yalın, saf, masum ve insanca bir hayat okuyoruz ve bu nedenle de bu kadar etkileniyoruz aslında. "onlar" ve "biz" olmanın bedelinin ödetildiği bir kabus. sayfa 63'ten 2-3 satır anlatmaya yetecek belki de bu kitabın neden bu kadar etkileyici olduğunu :

"neden bu kadar insafsızdılar? iki damla suydu alt tarafı. akıl almaz bir nefreti ve anlaşılmaz bir gaddarlığı yapayalnız göğüslemek zorunda kalan üç çocuk, o gece sabaha kadar ağladık".
okurken, ben de ağladım. kilometreler ve yıllar ötesinden... gerçekten de arkadaşım, kala esi skotothikes noris...

kitabın bana mirası, sayfa 123'ten bir cümle oldu hala kafamda evirip çevirdiğim ve de belki bir gün hakkında bir deneme yazmayı planladığım:

"ben şu ahlak denen kavramın, insanların mutluluğundan başka bir şey olmaması gerektiğine inanıyorum".

sevgili hronis missios, sanırım ben de öyle inanıyorum.

"insan" ve "mutlu olmak". üzerinde daha çok düşünmem gerekiyor!


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

hakan günday ve "sehnsucht"

daha önce de defalarca söylediğim gibi, bir "illederomancı" olmadan önce, iyi bir roman okuru değildim (geçen bir buçuk yıl içerisinde ne kadar iyi bir roman okuru olduğum da tartışmaya açık tabii) ve kim ne önerirse onu okur ve sonrasında da kendi güvenli alanım olan tarih ve felsefeye dönerdim kuramlar ve kesin dediğimiz bilgilerle kuşatılmak üzere. yine de, ilk gençlik yıllarımdan bu yana yeraltı edebiyatına meraklı olmuşumdur. insanın içindeki - kendisine dahi itiraf etmekten korkacağı - karanlık yanları, ne dersek diyelim onu daha "insan" yapan eksiklikleri ve "olumsuz" yönlerini deşmek ve bunu da herkese okutabilmek bence her babayiğidin harcı değil.

bu merakım nedeniyle, hakan günday adını daha önce duymamış olmam beni çok şaşırtmıştı (aslında çok şaşırtması da gereksizdi, çünkü edebiyat dünyasında olup bitenleri takipten de oldukça uzaktaydım). pelin önerdiğinde, özellikle de kulüp olarak okuduğumuz ziyan hoşuma gidince, h.günday külliyatını edindim, rafa dizdim. sıralarını beklediler uzunca bir süre... geçen aylar içerisinde de sırasıyla malafa'yı, piç'i ve sonra da kinyas ve kayra'yı okudum (aslına bakarsanız, kinyas ve kayra henüz bu sabah bitti). sırada azil ve zargana var, azil rafımda bekliyor, zargana ise ilk kitapçı ziyaretimde rafıma katılacak.

yine de, yazmak için onları da bitirmeyi beklemek istemedim. tüm spoiler endişelerini içimden kazıyıp iki satırda h.günday'ın bana düşündürdüklerini cümle aleme bildirmek görevimdir dedim. kimi kandırıyorum, o kadar beğendim ve dahi bayıldım ki, hala okumayan kaldıysa bu "arıza" adamı, okusun istedim.




çok uzun yazmayacağım, sanırım herkes kendi keşfetmeli ve kendi fikrini kendi oluşturmalı günday hakkında. kendi karanlığına güvenle dalmanın yolunu gösterip kapıyı aralıyor hakan günday kitapları : uzak mesafeden kendimizi izliyoruz, en derinimizdeki "canavar"la birbirimize hırlayarak. üstelik de fiziksel yara almamız tehlikesi de yok... daha ne olsun?

henüz azil ve zargana'yı okumadığım için onlar hakkında yorum yapamayacak olsam da, hakan günday'ın beni bir kaç ufak ayrıntı haricinde hiç hayal kırıklığına uğratmadığını söylemeliyim. "yok canım bu kadar da olmaz artık" diyoruz ya... "bu kadar da olduğu"na dair hikayeleri her gün gazetelerin 3. sayfalarında ve ana haber bültenlerinde görüyoruz, internette şahit oluyoruz. biz uzağız belki böyle bir boşvermişliğe (ki bunun nesi boşvermişlik ki?!), böyle bir şiddete ama bu şiddet asla insana uzak değil.

bilen bilir, rammstein'ı çok seven kişiyimdir. bir gün tanıştığımda soracağım yazarımıza, kinyas ve kayra'nın fonunda sehnsucht albümü (özellikle de du hast ve bestrafe mich) ne kadar aktifti yazma sürecinde? ya da değil miydi? bilmem... bana öyle geldi! sanırım bir süre sehnsucht dinledikçe gözümün önüne önce kinyas, sonra da kayra gelecek, olduğu kadar :)

not : bilmeyenlere duyuralım, h.günday dot ile birlikte güzel projeler üzerinde çalışmakta. biz, pelin ile malafa'yı izlemiş ve çok beğenmiştik, şimdi ise heyecanla kinyas ve kayra (daha doğrusu sadece "kayra") uyarlamasını ve sinema için üzerinde çalışılan zargana'yı bekliyoruz. takip edin derim...


26 Eylül 2010 Pazar

çok sesli koro : dublörün dilemması





murat menteş'i kelime oyunları, sürükleyici kurgusu, zeki örgüsü ve eğlenceli konusu için tebrik ediyorum! ve merak ediyorum, kendisi de, acaba, bu roman kadar hiperaktif mi?

aynı olay(lar)ı farklı karakterlerin gözünden ve karşıt açılardan okumayı sevdim, karakterlerin isimlerini sevdim, severek takip ettiğim afili filintalar'ın çıkış noktasını sevdim, öğreten ama bunu hiç umursamayan adam murat menteş'in tarzını sevdim, başka romanlara ve filmlere ve şarkılara yapılan göndermeleri sevdim, kısaca ben bu kitabı sevdim.

eğlenerek, gülerek (iyi tamam, kahkaha atmamış olabilirim ama eğlendim ve gülümsedim ara ara) ve severek okudum ama sonu konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim korkarım. güldür güldür, gümbür gümbür aktık kitabın sonuna kadar ve birden çağlayan incecik bir çaya dönüşüverdi sanki ve tıkandık... hani "benim için önemli olan konu değil, örgü ve eğlence, yapacağım numaraları yaptım sonunu da şöylece bağlayıvereyim" demiş sanki menteş. ya da belki de dememiş, bana öyle gelmiş. ama o kadar kusur kadı kızında da olur :)

sözün özü: "hayatım boyunca okuduğum en şahane kitap" olmamakla birlikte, okuduğunuz süre boyunca sizi çok eğlendireceğini ve iyi vakit geçirmenizi sağlayacağını düşündüğüm dublörün dilemması'nı kısaca ve bence, okuyun, okutun.

ayrıca, not 1: bilen bilir, bilmeye çok meraklı ve öğrenmeye tutkun bir insanım. sanırım biraz da bu nedenle, en sevdiğim karakter ibrahim kurban oldu. sağolsun satır satır bir çok istatistiği öğrendim sayesinde.

bir de, not 2: kitabın sonundaki şakaya kandım, yalan yok :)

son olarak, not 3: ''canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur''

19 Eylül 2010 Pazar

Kirpinin Zarafeti - Muriel Barbery : postmodern düşünürler düşünen keşişlere karşı

bir çok terslik nedeniyle normalde yapmayacağım bir şeyi yaparak kitabımızı okumaya toplantımıza 2 (yazıyla, iki) gün kala başlayabildim. üstelik de ne iki gün! karın ağrıları ve stres gırla giderken bir yandan da madame michel, paloma ve monsieur ozu ile kirpinin zarafeti'nin derinlerine inmeye çalışmak zor oldu.

sonuç : kitap toplantıya yetişti ve ben sanırsam son zamanlarda hiç bu kadar keyif alarak bir kitap okumamıştım! bir çok bölümü (özellikle felsefi ağırlığı yoğun olan bölümler) üzerinde çok düşünmeye fırsat bulamadan sadece okudum geçtim ama sırf bu nedenle dahi, elimde sırada bekleyen 3 kitabı bitirdikten sonra mutlaka dönecek ve bu kitabı tekrar okuyacağım. özellikle benim gibi, kulübümüzün kurulmasından önce romanlarla arası sadece eş dost önerileriyle sınırlı olup da okumaları genelde felsefe ve tarih temelli olan bir kişi için bir nevi hasret gidermeydi kirpinin zarafeti. :)




değerlendirmeye ve eleştirmeye kalksak bir çok nokta çıkacaktır eminim, nitekim toplantımız sırasında (çokça da eğlenerek) her birimiz bambaşka noktalara dikkat çektik ama her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, muriel barbery normalde çok fena bir sonuç ortaya çıkabilecek bir işe soyunarak kendi felsefi, sosyolojik, ekonomik duruş ve değerlendirmelerini bize aktarırken akan bir kurguyu da araya sokuşturabilmiş ve insanı asla sıkmayan bir deneme ile itmeyen bir romanı aynı anda kotarabilmiş. kendisine şapka çıkartıyorum!

bana enteresan gelen noktalar olmadı mı? olmaz mı! buyrunuz, geçelim üstlerinden tek tek:

1 - yazarımız kendi his, düşünce ve tezlerini "toplum tarafından düşünceleri genelde kabul görmeyen ya da önem verilmeyen" iki tiplemenin (bir kapıcı ve bir çocuk) gözünden aktarmış bize. fakat ne kapıcı ve ne çocuk! normalde çok enteresan saptamalar yapacaklarına zaten emin olduğum bu iki tipleme kendilerine toplum tarafından biçilen kalıpların misliyle dışında parlıyorlar. bu da beni - kısıtlı vaktime rağmen - çok düşündürdü : barbery ya bu iki tiplemenin olağan (ya da genel olarak rastlanan) birikim / algı / anlatım seviyelerine inemediği için onları kendi seviyesine yükseltti ve inatla bu karakterleri kullanmak istediği için ortaya ultra sofistike bir kapıcı ile hem üstün zekalı hem de müthiş deneyimli bir çocuk çıktı, ya da kafamızdaki stereotipleri ve tabuları tamamen yıkıp paramparça ederek baştan afallatarak bizlerin de sorgulamalara gömülmemizi istedi. hangisi olduğu konusunda hala çok emin değilim, bu nedenle yazarımız ile ilgili daha fazla araştırma ve okuma yapmak konusunda kararlıyım.

2 - kolay anlaşılır felsefi metinler (evet, yazar yer yer blok halinde felsefe eklemiş romanına) ve yerinde sosyolojik saptamalarla güzel akan bir roman söz konusu ancak her ne olursa olsun, ne kadar üstün zekalı ve duyarlı olursa olsun, 12 yaşındaki bir çocuğun ancak yaşla gelebilecek bir takım his ve değerlendirmelerini gerçekçi bulamamak yer yer bana neyi okuduğumu unutturdu. hatta - sonradan bunun özellikle yapıldığına ikna oldum ve yazarı bu konuda da başarılı buldum - ilerleyen bölümlerde "çocuk" birden adıyla sanıyla ve fiziksel özellikleriyle karşıma çıkıverdiğinde kitabın ve fikirlerin ve olayların tamamı birden kafamda dağılıverdi, her şeye farklı bir gözle bakmaya başladım. ve fark ettim ki aslında yazar çok da "uçmamış", öyle ki küçük kıza genelde sosyolojik tespitler yaptırırken, felsefi tezleri üstümüze salmayı kapıcı kadına bırakmış ki yaş ve deneyim aradığımızdan ötürü bu gibi savlara inanmak için, daha kolay kabul edebilmişiz yazılanları. çok akıllıca :)

3 - kitabın başından sonuna "a tribute to tolstoy" havasında olması, tolstoy sever bendeniz için çok hoşa gidiciydi, söylemeden geçemeyeceğim (ama anna karenina'da bir çok şeyi artık hatırlamıyor olduğumu görmem, okunacaklar listemi derhal güncellememe sebep oldu, bunu da eklemeliyim).

4 - kitabın sonunda müthiş bir kreşendo yapan ironi, sayfalar boyunca peşimizi bırakmayarak beni yazara hayran bıraktı. seviyorum ironiyi, zaman zaman canımı yaksa da!

sonuç itibariyle...
... "herkes bilir ki kavramdan bihaber olmak bütün bilinçli niyetlerden daha güçlüdür." (s.216)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Çöplüğün Generali: ilk oya baydar deneyimi bu kitapla olmamalıymış…

hayatımın en sıkıntılı okuma deneyimiydi!

1 - okuduğum ilk oya baydar romanı buydu. pek bir beklentim yoktu ancak arkadaşlarımızın oya baydar beğenisi nedeniyle beni çok sıkmayacak ve hatta aralıklarla da olsun yazılanlara katılacağım bir kitap bekleyerek aldım elime çöplüğün generalini. ilk 150 sayfa kadar iyi gitti, hikayeciklerdeki kahramanların diğer hikayeciklerle bağlantılarını takip etmek, anlatılanlardan sıkılmaya vakit bulamayarak bir sonraki öyküye geçmek hoşuma gitti. ancak söylemeliyim ki hikayeler bittikten sonra akademisyeni takip etmeye başlamak benim için bir işkence oldu, kitabın sonuna kadar kaç kere ofladığımı ve kaç kere pufladığımı saymadım. sayfalarca uzayıp (uzatılıp) duran bir hikaye, insanın içini bayıyor bir noktadan sonra ve kişisel olarak parça parça okuduğum hikayeler beni nasıl sürüklediyse ortasından sonrası da bu kadar sıktı, aynı şeyler yazılmış sürekli bir şekilde! anlatım dili basit ve rahat okunur olsa da, tekrarlar beni kitaptan da konudan da "olaylar zinciri" süsü verilmeye çalışılmış kurgudan da soğuttu.

2 - oya baydar'ın bu kitabı büyük bir aceleyle yazdığı ve de hiç üstünden geçmeden yayınevine teslim ettiği belli. usta diye adlandırılabilecek yazardan bazı örneklerini aşağıya yazdığım hataları görmek beni rahatsız etti ve "ben artık oya baydar oldum, yazdım karaladım tamam işte okusunlar" diye mi düşündü acaba dedirtti :

- "arabadan indim. yolun ortasında durdum (....) aracımdan inip karşı tarafa geçtim". (s.13, kaç kere inebilirsin ki arabandan aşağı, aracından inmek farklı bir şey mi ki?)

- "iyi saatte olsunlar" (s.36 ve 109, iyi sıhhatte olmaları sanırsam daha iyi olacaktı, bunun özellikle yapılmış bir hata olmadığını düşünüyorum zira söyletilen karakter bir emekli öğretmen)

- "onunla ilk kez (...) tanışmıştım" (s.183, bir insanla kaç kere tanışılabilir ki?)

- "(tel örgülere atfen) bu bölge, bu topraklar bir sır barındırıyorsa, orada gizli olmalıydı...(2 cümle sonra)... bir şeyler gizlenmek isteniyorsa tel örgülerin arkasında olmalıydı" (s.194, bu tekrar neden? gerekli miydi??)

uzatmayacağım, bu ve benzeri hatalar tamamen aceleden ve dikkatsizlikten meydana geliyor, maalesef oya baydar kalibresinde yazarlara yakışmıyor ve benim gibi saplantılı, takıntılı okurlara rahatsızlık veriyor...

3 - kitaba alınmış "moleskin" reklamı beni alayla gülümsetti. ya da ben o kadar sıkılmıştım ki artık, okuduğum her şey gibi bu da bana battı :)

4 - her şey negatif değil elbet, beni de etkileyen, hoşuma giden tespitler var elbette ama o kadar "olağan"lar ki içinde yaşadığımız zaman nedeniyle, onların dahi çok üstünde duramıyorum. sadece, okuduğum zaman bana (şahsen) tokat gibi gelen bir noktayı şuraya almak isterim, çok haklı buluyorum:

" duymamak, görmemek, bilmemek için gazete okumaktan bile kaçıyorum. ne hakkım var ötekini küçümsemeye?" (s.153)

köşe yazısı kıvamında hikayeleri (evet beğendim, ilgimi çekti bu hikayeler, sıkmadı ve hatta merak bile ettirdi ama bir yere kadar.. sonlarını hatırlamak dahi istemem), didaktik dili, kafama vura vura neyin doğru neyin yanlış olduğunu bana öğreten yazarı ile birlikte vakit kaybı olarak nitelendirmeyecek olsam da sıkıcı bir deneyim oldu benim için çöplüğün generali. daha iyisini bildiğim için değil, ama arkadaşlarımın övgüleri nedeniyle daha iyisini beklediğim için.

üzgünüm.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

25 Temmuz 2010 Pazar

Salman Rushdie'nin "GECEYARISI ÇOCUKLARI" : nederlerona?!



Geceyarısı Çocukları’nı önermemin 3 sebebi vardı:

1 – Daha önce hiç okumamış olduğum Salman Rushdie merakım ve Şeytan Ayetleri‘nin henüz (ve hala) Türkçe olarak basılmamış olması nedeniyle başka bir kitabını seçmek zorunda kalışım.

2 – Bana enteresan gelen Pakistan – Hindistan ayrılığı dönemi (ve elbette İngiltere’nin oynadığı rolü) bir tarih kitabının soğuk sayfaları yerine bir kurgu dahilinde okumak isteğim.

3 – Kitabın arka kapağında okuduğum “Düşle hakikat, gizemle büyü, fantaziyle tarihsel olgu arasında ustalıkla örülmüş bir anlatı…” tanımı, kitabın Pakistan’da yasaklı olması, Indra Gandi tarafından mahkemeye verilmek istenmesi ve aldığı ödüller…

Okuduktan sonra Geceyarısı Çocukları hakkında düşündüğüm 2 şey:

1 – Büyülü Gerçekçilik (Magic Realism) akımının aslında zor bir iş olduğu ama bir kere kendini kaptırdın mı çok harika bir şey olduğu!

2 – Salman Rushdie‘nin iyi bir romancı olduğu ancak seçtiği konu itibariyle kitabın insanı iterken çektiği (şöyle ki, insanın en muhtaç, en aşağılık, en çirkin yüzünü okurun suratına suratına fırlatmış ve bu nedenle de yüzleşmesi zor bir kitap) ve çok akıcı olmamakla birlikte çok güzel bir roman yazmış olduğu.



Ve benden kısa kısa notlar:

Metaforlarla bezeli, yabancısı olmadığımız din savaşlarının ve toplumsal tepişmelerin temeli oluşturduğu, ezilmişlik ve çaresizlikle örülmüş bir roman Geceyarısı Çocukları. Zaman zaman “yok artık daha neler!” dedirten ancak sonrasında anlatılan dönemin gerçekleri ve sahiden de yaşanmış olduğu hatırlandığında insanın tüylerini diken diken eden bir anlatı… Tarihle yüzleşme bir nevi. Geleneksel resmi tarihin ve okullarda öğretilenlerin bir adım ötesine geçmeyi ve kendini zorlamayı gerektiren bir metin. Okuması zor. Yüzleşmesi ve sindirmesi kolay değil zaman zaman. Doğunun mistisizmi ile kadim tarihinin Batının sömürgeci ekonomisi ve gelişmeleriyle yüzleşmesi ve her zaman olduğu gibi tevekkül sahibi olanın, sabredenin, beklentilerini öte dünyaya atayanın yenilgisi. Sistematik cehaletin getirdiği boşvermişlik ve birikmiş aptallıkların insanı okurken dahi sinirlendirmesi ve zaman zaman kitabı elinden atmak ve unutup gitmek isteği (sayfa 112′den ufak bir alıntıyla : “bu bağımsızlık sadece zenginler için; fakirler sinekler gibi birbirlerini öldürüyor“). Bizlere çok yabancı olmayan bir hikaye aslında: cahil bırakılan halk, dinin hem bölen hem de zamk görevi gören dogmaları, sorgulamadan kabullenmenin getirdiği kaybedişler, sistemli dezenformasyon (bilgi kirliliği) ile kafası karışan ve her verileni olduğu gibi kabul edip gaza gelen insanların tepkileri… Daha ne olsun?

Yazarın bizi oradan oraya savurduğu, dikkatimizi sürekli olarak geleceğe, henüz gerçekleşmemiş olana çekerek merakımızı canlı tuttuğu, yorucu bir hikaye bu. Üstelik de zavallı ve (kendisi dahil!) herkesten darbe gören gariban ana karakterimiz Salim ile antikahraman Shiva’nın içinde bulunduğu durum kıyım kıyım içimizi deşiyor. Ama yine de, okutuyor kendini kitap sonuna kadar! Üstelik artık siz nefes alamayacak kadar daralmışken ve Salim’i kendi pasifliğinde boğmak isterken, hikayenin son dönemecinde birden – nihayet! – öfkelenen Salim’in kendini bulduğu anda yaptığı “ben” olmak üzerine felsefesini gülümseyerek okuyabileceğiniz bir kıvama geliveliyorsunuz. İnsan aklı enteresan, birden aklına “ulan! öfkelenmeden kendini bulamıyorsun! illa dünyaların yıkılması mı lazım?” düşünceleri üşüşebiliyor.

Benzetmeler, metaforlar, çocuk gözünden naif anlatımlar ve kişilerin / eşyaların / olayların 60 yıllık bir döngü (evet, “döngü” kelimesi özellikle seçildi) içerisinde sürekli olarak öyle ya da böyle bir şekilde ortaya çıkarak “en sonunda” çemberi kapatması Rushdie’nin kurgu yeteneğine şapka çıkarttırdı bana.

Anlatması zor bir deneyim. Hem itti, hem çekti, arasıra zorladı, bazen aktı gitti… Anlatılan coğrafya ve bölgenin tarihiyle ilgili bilgi sahibi olunmadan alınacak lezzet kısıtlı. Yine de, ben önerdim diye söylemiyorum hehe, pişman değilim iyi ki okumuşum. Sonuçta, boş yere “1923′ten bu yana yazılmış en iyi 100 İngilizce roman”dan biri olarak seçmezdi herhalde Times dergisi…

... diyerek, sayfa 87′deki çok beğendiğim ufacık bir pasajı buraya almak istiyorum:

"…(annem) Her saniye daralan, her adımda kalabalıklaşan sokakların baskısı altında ‘şehirli gözlerini’ kaybediyor. şehirli gözlerin varsa görünmez insanları görmezsin, fil hastalığı olan adamlar, belden aşağısı olmayan tekerlekli kutulardaki dilenciler seni rahatsız etmez, döşenecek lağım boruları yatakhaneye dönüşmemiştir. Annem şehirli gözlerini kaybetmişti ve gördüklerinin yeniliği, kum fırtınası gibi yanaklarını döven yenilik onu kızarttı"

Son olarak, harika çevirisinden ötürü Aslı BİÇEN’i tebrik etmek istiyorum, çok kolay bir iş olmamış olduğuna hemen hemen eminim ve bir iki minör hata ile koca kitabı kotarmış olmasından ötürü takdir ediyorum (maalesef “Haydarabadlı Nizam” hatasını görmezden gelmem ve affetmem mümkün değil ama bu kadar kusur kadı kızında da olur!)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Sadık Yemni'nin 'Muska'sı: kim mecnun, kim memnun…

"her öykünün bir aslı, bir de negatifi vardır"


-muska, sayfa 112-

negatifi olmasa asıl olanın - olması mümkün olsa idi dahi - pek bir etkisi olmayacak, değil mi? diyalektik sever bünyem hemencecik benimsedi bu cümleyi, daha bir ısındı okumakta olduğu romana bu cümleyle birlikte... :)



sadık yemni ile ilk karşılaşmamız bu, daha önce okumadığım, hakkında çok az şey bildiğim bir yazarın kitabını - üstelik de 4 ciltlik uzun bir savaşın izlerini üzerimde taşırken - elime aldığımda içimden geçen tek şey (dürüst olacağım, kusura bakmayınız) rahat ve "serilerek" bir kitap okumak dileğimdi. ve bu - ara ara karışan kafama rağmen - gerçekleşti.

fantastik edebiyata, korku hikayelerine (ancak kitaplarda ama!), cinlere - perilere - öte alemlere - gayba fazlasıyla meraklı bir insan olarak, stephen king ve benzeri yabancı yazarların öykü ve romanlarını gençliğimde (!) çok okumuş ve sık sık da neden bizim böyle romanlarımız olmadığını, kendi motiflerimizi taşıyan hikayeleri bolca göremediğimizi düşünmüşümdür. bu bağlamda, sadık yemni'yi daha önceden tanımamış olmam tamamen benim ayıbım, boş yere hayıflanıyormuşum meğer...

her şeyden önce, yazar eski izmir'i (yer yer burnumun direğini sızlatacak şekilde) anlatarak beni hemen tavladı. "eski izmir" derken, ben 1977 doğumlu bir kişi olarak romanın geçtiği zamandaki izmir'e dahi yabancıyım, fakat 80'lerin izmir'inden ve izmirlisinden o kadar da çok iz vardı ki, o çok özlediğim izmir yazlarına ve anneanne anılarına gittim bir çok noktada. bu benim duygusal özlemim işte, yapacak pek bir şey yok :)  -- sanırım bir gerilim romanı okurken duygulanmayı becerebilen ender insanlardanım!

karakterlerin bir kısmına (ayten'e, ziya'ya, şadiye'ye, tahir'e) bayıldım. gözümde onları o kadar net canlandırabildim ki! özellikle de ayten - kırmızı rujuna ve ayakkabılarına kadar - gözümün önüne geldi.

ve ilk başta farklı zamanlardan bahsedildiğini sanırken aslında sadece onunla kalınmadığını ve işin içinde paralel evrenler de olduğunu anladığım andan itibaren rahatlayıp biraz daha sakin sakin okuyabildim (kafam karıştığında sakin kalamıyorum da...).

halit'ten fizik dinlediğimiz yerler ve özellikle de kaderin "duygusuz ve o yüzden de amaçsız bir rastlantısallık sistemi" olarak tanımlandığı sayfaları okumak çok hoşuma gitti, çok beğendiğim noktalara değinmiş yemni.

genel itibariyle, sadık yemni ile tanışmış ve bu kitabı okumuş olmaktan memnunum.

gelelim yukarıda yazdıklarımın "negatifi"ne :

- gönül isterdi ki kitap - redaksiyon açısından - daha özenli olsun. maalesef yayınevi bu konuda pek başarılı bir iş çıkartamamış.

- yazarımızın ara ara bizi sanki özellikle kaybetmek ister gibi sağdan sola savurduğunu hissedip aralıklarla kafamı güzel güzel karıştırdım (ki bu dün yaptığımız toplantıda sorduğum bazı sorulardan da belliydi sanırım bazı kolay detayları dahi kaçırabilmişim ben!)... yapı olarak da takıntılı olmam nedeniyle, elime bir pürüz geçtiği anda onu iyice büyük bir oyuk haline getirene kadar kurcalıyorum. roman sırasınca da zaman ve karakterlerin yaşları konusuna o kadar takıldım ki ("genç" sandığım karakterin yarım yüzyılı aşkın anıları olması örneğinde olduğu gibi) ara ara geriye dönüp bazı şeyleri kontrol etmem gerekti, yorucu oldu bu biraz benim için.

- güzel giden ve tırmanan hikaye birden bitti ve "her şey" çözülüverdi sanki... ya da bende bu his uyandı.

- kuyuya takıldım, anlatılanlardan da önceki zamanlardan kalan bir lanet varmış gibi bir hisse kapıldım ancak bununla ilgili pek bir şey bulamadım, hevesim kursağımda kaldı.

okuduğumuz romanın yazarın ilk kitabı olmasından ötürü bu "negatif"lerin çok da üzerinde durmadığımı ekleyerek demeliyim ki:

özlem benim seveceğim türde bir kitap olduğunu söylediğinde yanılmadı, sevdim. ara ara gerildim, bazı sayfalarda ise düpedüz "korktum" (eheh zaten yapımda birazcık (!) ödleklik vardır), keyif alarak okudum ve sadık yemni'nin diğer kitaplarını da edinip okuyacağım (özellikle sarp sapmaz'ın büyüklük halini merak ediyorum). ve, ingilizce çevirisinin yayınlanmasından ötürü de yazarımızı tebrik ederim.

ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Paul Auster’ın GÖRÜNMEYEN Romanı



bir kitabı eline aldığında benim gibi önce arkasını okuyanlar varsa, bu kitabı ellerine alıp da arka kapağı çevirdiklerinde görünmeyen'in "dünya eleştirmenlerinin değerlendirmesinde yılın en iyi kitapları arasına alındığını ve hatta yazarın en önemli romanı olarak da tanımlandığı"nı görecekler. ben de - dünya eleştirmeni olmayan şu halimle - diyorum ki, henüz okumadıysanız hemen edinin ve okuyun, roman hızla akacak ve bir süre sonra sizi de "acaba mı?", gerçekten mi?" vb sorularla alıp götürecek bir örgüyle sizi sıkıca saracak.

60'ların sonundan günümüze kadar geleceğiz, ilkbahardan yaza, oradan sonbahara savrulacağız, adam walker ve çevresindeki (her biri farklı ama her biri de bir o kadar aynı) birçok karakterin katılımıyla çiçek çocukları (!), soğuk savaşı ve vietnamı, sömürgeciliği, aşk - arkadaşlık - aile ilişkilerini ve hatta bir takım tabuları (cinayet, ensest, vs) hem yüzeydeki görünür anlamlarıyla hem de felsefi açıdan sorgulayacağız. kimin hikayesi gerçek, hangi karakter sahte, doğru olan nedir, atılan herhangi bir küçük adım bizi nasıl da istemediğimiz noktalara götürüverir ve biz aslında bunu mu isteriz...?

kitap boyunca hem hep bir sonraki sayfayı merak edeceğinizi hem de sürekli olarak neyin gerçek neyin hayal olduğunu kendinize soracağınızı sanıyorum.

son sayfayı çevirdiğinizde ise keşke bir 100, 200 hatta 300 sayfa daha yazmış olsaymış auster derseniz, benim de kulaklarımı çınlatırsınız!


son derece kişisel dipnot:

paul auster, sevenleri içi bir tutku gibidir. bunu söyleyen ben değilim, sevenlerinin yalancısıyım :) şuncacık hayatımda iki adet paul auster romanı okudum (birisi "brooklyn çılgınlıkları" ki "folly" kelimesinin neden "çılgınlık" olarak çevirildiği konusunda hala pek bir fikrim yok ama roman güzel romandı o ayrı, birisi de işte bu yazının konusu ve yaklaşık iki saat önce bitirip bir kenara koyduğum "görünmeyen") ama söylemeliyim ki - özellikle bu son okuduğumdan sonra - herkesin bu kadar sevip de benim tanımakta çok geç kaldığım yazarın diğer romanlarını da edinerek mutlaka okuyacağım. böylece, bundan yaklaşık 3-5 ay öncesine kadar "ben paul auster okumadım ki" dediğim zaman bana burun kıvıran herkesle de başa çıkabileceğim :)

2 Mayıs 2010 Pazar

Gösteri Peygamberi - Chuck Palahniuk

Çocukluğundan itibaren – akranlarıyla birlikte – “modern” bir köle düzeninin sürdürülebilmesi için yetiştirilen Tender Branson. Amerika’nın ortalarında kurtarılmış bir bölgede kendi yasaları ve toplum yapılarıyla yüzyıllardır varlığını devam ettirmiş Creedish mezhebinin bir üyesi… Ya da bir ürünü… Belki de kurbanı… Hatta bir yıldızı… Görev – Tanrı – Sonsuz Yaşam – Kurtuluş – Modernite çarkının ufak bir dişlisi. Dişli takılırsa ne olur?

Okumak lazım.



Chuck Palahniuk, Gösteri Peygamberi’nde (Özgün adı “Survivor”, Anchor Books, 2000 – benim okuduğum çok başarılı bir Funda Uncu Irklı çevirisi, Ayrıntı Yayınları 4.basım, 2008) Dövüş Kulübü’nün başarısını – bence – aşmış gitmiş. Zaten çok beğendiğim bir anlatımı olan yazar, her bir hikayesinde ayrı bir serserilik yapıyor, ayrı bir hüneriyle beni gülümsetiyor. Bu romanında da daha ilk sayfasında başardı beni içine almayı ve 273 sayfa boyunca bırakmadı.

Tam sevdiğim gibi, zekice yazılmış bir kitap… Sivri dilden ve insanları kırmaktan kaçınmayan, gereksiz bir romantizme boğulmadan abartıyı en uçlarda kullanabilen ve tüm bunların ortasında postmodern hayatı ve sözde kültürü kılıçtan geçirirken kimseye merhamet göstermeyen Palahniuk.

En beğenilen işleri arasında sayılmamış olsa da, Gösteri Peygamberi hem çok tanıdık, hem de çok lezzetli!

Karakterlerden ya da hikayenin özetinden söz açıp da okumak isteyebileceklerin okuma keyfini bir milim dahi azaltmak istemem. O nedenle de sadece önermekle yetinecek ve çeşitli sayfalardan birkaç güzel alıntıyı buraya taşıyacağım :

“Kızı sakinleştirmek ve dinlemesini sağlamak için balığımın hikayesini anlatıyorum. Bu ömür boyu sahip olduğum altı yüz kırk birinci balık. Tanrının yarattığı başka bir canlıya bakmayı ve sevmeyi öğrenmem için ailem yıllar önce ilk balığımı almıştı. Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. O özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin.” 
“İntihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark, basında çıkacak haberlerin miktarıdır.”
“Hayat hikayenin tam ortasında ölme şansın her zaman var.”


Chuck Palahniuk’tan bahsetmişken, kendilerini “The Cult” olarak adlandıran hayranlarının oluşturduğu ve sonrasında kendi izniyle “resmi websitesi” olmuş olan http://chuckpalahniuk.net adresini incelemek ve workshop’a göz atmak isteyebilirsiniz. Rivayet o ki, Palahniuk hayranlarının bu site üzerinden yolladığı tüm mesajlara bir şekilde geri dönmeye çalışıyormuş ve hatta her ay 6 hayranının hikayesini kabul edip detaylıca inceliyor ve yorumlarını iletiyormuş. Bir antoloji oluşturacak ve önsözünü yazacakmış. Bu antoloji konusunda ben söyleyenlerin yalancısıyım, ama enteresan şeyler var aslında sitede, göz atmaya değer :)

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Ve Durgun Akardı Don - Mihail Şolohov: "Tanrı bizi dostlarımızdan korusun… Düşmanlarımızın hakkından nasılsa geliriz…"

4 aydır odamda, elimde, çantamda, gözümün ucunda sürekli olarak Şolohov ve kahramanları var öyle ya da böyle. Bu yazıyla birlikte de rafta yerlerini alacaklar ve bir nevi “daha genç kuşaklar”a yer açacaklar…



Şolohov’la, Ekim Devrimi’yle ve dönem Rusyası ile ilgili okumalar yapmak isteyenler için internet denen deryada istemeyeceğiniz kadar çok kaynak var, bu nedenle ben olayın tarihsel ve sosyolojik boyutlarını çok fazla irdelemeden direkt olarak kitapta beni en etkileyen, en çeken, en iten noktaları buraya taşıyacak ve bayıldığım bazı alıntılarla da noktalayacağım. Aksi takdirde, koskoca 4 cildi buraya hak ettiği şekilde eleştiremeyeceğim için yarım yamalak ve içime sinmeyen uzun ama karmaşık bir yazı yazmam gerekecek ve bir şeye benzemeyecek. O nedenle objektif bir yorum bekleyerek bu yazıyı okuyan varsa, üzgünüm, o yazı bu yazı değil! Tamamen kişisel bakıyorum olaya! Ve peşin peşin uyarıyorum : darmadağınık bir yazı okumak üzeresiniz, ne ciltlerin ve olayların sırasını ne de tarihsel kronolojiyi izleyebileceğim bugün. O kadar çok şey var ki yazmak istediğim, oradan oraya atlayacağıma şimdiden eminim (yazı bitiminde bir ekleme : aradaki gramer hatalarına, cümle düşüklüklerine, fiil çekimlerine bakmayıverin, bir ileri bir geri yazıp önceden yazdığım paragraflara sonradan eklemeler yaparak ancak bitirebildim yazmayı, oturup düzeltmeye sabrım kalmadı en sonunda!)

Üç ayrı bölüm var bu uzun hikayede… Birinci bölümde aşkı, gündelik hayatı, sosyal ilişkileri akıcı bir dille aktaran yazar sizi kapıp götürüyor o dönemin Don iline. İkinci bölüme geçişte savaş (ve tabii ihtilal) belası önce sayfaları sonra ruhunuzu sarıyor ve zaten görece yavaş olan anlatım iyice durağanlaşıyor. Tam artık nefes alamıyorum diye düşünürken birden son bölüme geçiyorsunuz, hikaye gene kişiselleşiyor fakat bu sefer de politik propaganda alttan alta kendini hissettiriyor (benim propaganda anlayışımdan daha farklı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim, sivri ve tokat gibi bir yönlendirme beklerken daha karışık ve zaman zaman çelişkili buldum ben yazarın komünizm yanlılığını. Ama zaten işin başarı sırrı da sanırım burada, gerçekçilikte!)

Çok insancıl, insan merkezli, gerçekçi, komik ve acıklı bir hikaye okuyoruz 1600+ sayfa boyunca. Bir noktadan sonra ben şahsen kendimi kaybettim olayların savruluşunda ve hikayeye sağdan soldan girip çıkan yan karakterlerin içinde. Çok enteresan bir deneyim oldu benim için, öyle ki en sıkıldığım ve bunaldığım anlarda dahi kitabı elimden bırakmak gelmedi aklıma çünkü “e peki iyi de sonra ne olacak” merakı sayfaları çevirerek devam etme gücünü verdi bana. İşin tuhafı, aslında “sonra” ne olacağını hepimiz biliyorduk da zira komünist rejim önünde sonunda hakim oldu Rusya’ya, olmadı mı? Fakat makrodan çıkıp mikroya inebildiğiniz andan itibaren hikaye Rusya üzerindeki olaylar olmaktan çıkıp Gregor’un, Pantaleymon’un, Aksinya’nın, Bunçuk’un, Prokor’un ve daha nicelerinin hikayesi oluyor ve bir şekilde hepsi birbirine bağlanıp aynı trajedinin içinde minik gülümseme molaları eşliğinde yoğrulup gidiyor.

Durgun ya da değil, Don akıp gidiyor!

Savaş hikayeleri bana göre değil, kafam da kalbim de kaldırmıyor. Üzülüyorum, kızıyorum, tansiyonum çıkıyor, anlam veremediğim her şeyde olduğu gibi savaş sahnelerine ve insanların – bana göre kişisel anlamda sebepsiz – gaddarlığına şahit oldukça kısa devre yapıp mavi ekran hatası veriyorum. Ve okurken hikaye boyunca sık sık bunu yaşadım.

Toplantımızda arkadaşlarım beni püriten ahlakçılıkla itham etmiş olsalar da burada gene tekrarlayacağım : günümüzde alışık olduğumdan çok farklı değerlere ve ahlak anlayışına sahip, son derece kaba ve zalim insanlar arasında kaldım okuduğum birçok sayfa boyunca. Hayret ettim, üzüldüm, kızdım, kendimi dışında tutup sadece okur olarak kalmak zaman zaman zor geldi. Evliliğe ve aileye bakış açılarındaki bana yabancı değerlerini yerli yersiz yermemek adına notlarım arasına bolca “kendine göre değerlendirme bu bambaşka bir coğrafya ve bambaşka bir dönem!” diye yazmam gerekti, gördükçe kendime çekidüzen verdim. Sonuç itibariyle, öylesine zor ve geniş bir coğrafyada yaşayan insanların görece duyarsız, kaba, düşüncesiz ve bencil olmaları çok şaşılacak bir şey de değildi… Ama bana takacak bir konu lazımdı ve ben de bunlara takıverdim :)

İnsanların nahifliği beni en çok etkileyen şey oldu bu macerada. 2 koca cilde yayılmış savaş, devrim, isyan, iç savaş boyunca gerçekten – yüzyıl sonrasında okumama rağmen – savaşın ne derece bezdirici, ne derece insanı doğasından uzaklaştırıcı, insanlığından çıkarıcı bir şey olduğunu yaşadım ve “bitsin artık bu savaş lanet olsun!” diye iç çekip nefret, bezginlik, bunalım atakları yaşadım. Gerçekten de, özellikle 3.ciltte anlatılan savaş o kadar gerçekçi, o kadar detaylı ki, şimdiye kadar okuduğum hiçbir savaş metnine benzemiyor. Savaşın romantizmi yok. Herkes hem “iyi” hem de “kötü”. İç savaşın akıl almazlığı, aile içinde insanların nasıl da düşman olabileceği, insanın gözünün ne kadar kararabileceği ve bir ideoloji yüzünden nasıl akrabalarını dahi gözünü kırpmadan öldürebileceği bir kez daha gözlerimizin önüne ayna gibi seriliyor. Sen bizi ideolojisinin altında yatanı kavrayamamış saplantılı ve intikam peşinde koşan cahillerden koru tanrım!

Üstelik bir noktadan sonra o kadar anlamsızlaşıveriyor ki her şey! Kim hangi tarafta? Kim haklı? Kim değil? Nasıl her şey bu kadar trajik bir şekilde raydan çıkabiliyor? Yanıt ise elbet gene insan doğasında saklı… Bir yazar olarak Şolohov’u bu kadar gerçekçi yaklaşabildiği ve hikayeyi sivri bir komünist propagandasına dönüştürmeden insan faktörünü önde tutarak anlatabildiği için defalarca kutlamak isterdim. Zira bir okur olarak ben bu noktalara bu derece daldıysam, olayların göbeğinde kalıp da yine de yaşamını bir şekilde “normale en yakın şekilde” sürdürmeye çalışan farklı bir dönemin, bambaşka bir düzenin insanlarının neler hissettiği ve düşündüğü sürekli olarak aklımın bir köşesindeydi.

Peki, bu kadar gerçekçi ve bu kadar insana özgü anlatılan hikayenin edebi yanı hiç mi yoktu diye soracak olursak (malum, “edebi” dediğimizde kelime seçimlerinin daha bir özel olmasını bekliyoruz ister istemez ve sıradan bir insanın aktaracağından daha farklı aktarılmış metinler bekliyoruz), Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Şolohov ödülün hak etmiş mi hak etmemiş mi değerlendiriveriyoruz kafamızda (evet ya, bize düşüyor sanki onun yazarlığını ve tekniğini deşmek!). Fazla aramamıza gerek kalmıyor ve görüyoruz ki daha ilk cildin sonlarına doğru savaşın içine yeni yeni girerken anlatımın sadeliği, nahifliği, “neden??” sorgulamasının derinliği bizleri yer yer hem duygulandırıyor hem de kendine hayran bırakıyor. Rusya Ana’nın evlatlarını savaşa gönderdiği satırları ele alıverelim hızlıca:

“Trenler… Trenler… Sayısını bilene ne mutlu! Şaşkın Rusya! Ülkenin atardamarları boyunca, demiryolları üzerinden boz kaputlu kanını Batı sınırına gönderiyordu.” (Cilt 1, S.281)

Biliyorum, beğendiğim her bir bölümü, beni etkileyen her bir noktayı buraya aktarmaya ne vakit yeter ne de klavye üzerinde dolaşan parmaklarımın gücü. O nedenle ufak görünen ama ne kadar anlamlı olabilecek birçok satırı buraya alamıyorum, okumanın keyfini kimsenin elinden almak istemem.

Karakterlere gelecek olursak… Hemen heyecanlanmaları, cahil ama içten bakış açıları, çabucak etki altında kalmaları ve birden fikir değiştirebilmeleri, anında çark edebilmeleri ve birbirlerine – günümüz tabiriyle – “dalıvermeleri” ne kadar da bizim insanımıza benziyor! Kendi insanımızı ve ülkemizdeki çeşitli sıkıntıları düşünürken Bunçuk’a kulak veriyorum, diyor ki :

“Yüzyıllardır adamların gönlüne işlemiş boyun eğme alışkanlığını yıkmak, bilgisizlik duvarlarını devirmek, Kazaklara haklı oldukları inancını aşılamak ve onları çekip ileri götürmek için ateşi baştan tutuşturmak gerekti” (Cilt 2, S.147)

Bize de bir Bunçuk mu lazım ne?

İnsanları için kendilerinden vazgeçenlerin önünde sonunda varacağı noktaya varıyoruz nihayetinde :

“Halk aldırmaz ki! Kim başa geçerse geçsin, onun için hepsi bir…” (Cilt 3, S.92)

Ve evet, işte bu noktada iş gerçekten çok hüzünlü bir hal alıyor… Ama okumayı bırakmıyorsunuz, bırakamıyorsunuz, devam ediyorsunuz…

Aşka, meşke, aile içerisindeki gündelik komik ya da üzücü olaylara, ufak dargınlıklara ve günlük hayatın yorucu temposuna dalıveriyorsunuz… Aksinya’nın aşkına (aslında dramına) ortak oluyor ve Natalya’nın saf cesaretine şaşıyorsunuz. Belki size biraz uzak kalan bir vicdan / vefa / aile anlayışı görüyorsunuz ama neyin normal neyin anormal olduğunu düşünmeyi bir kez aşınca fark ediyorsunuz ki aslında bu insanlar gerçekten de İNSAN. Ve onlar bir aile. Ve onlar aslında birbirine bağlı ve birbirini seven bir aile! Ve başlarına neler neler geliyor… Üstelik de ne için…

Üzülüyor, etkileniyorsunuz.

En sonunda çember tamamlanıyor ve onca yaşananın üzerinden gene başladığı noktaya – bir nevi – dönüyor, elinizden kitabı üzülerek bırakıyorsunuz, bittiğinde yaşayacağınızı düşündüğünüz ferahlık yerine derin bir melankoli kaplıyor bünyenizi.

Ya da en azından benim bünyem böyle tepki verdi… :)

Mümkün olduğunca detaylara dalmadan yazmaya çalıştım, okumak isteyenlere haksızlık yapmaktan çekindim. O kadar çok olay ve o kadar çok insan gördük ki sayfalar boyunca, hepsini hakkını vererek yazmak bu kısıtlı yer ve zamanda mümkün değil (ve bir de, itiraf ediyorum, hikayeyi deşecek diğer arkadaşlarımın benim de sevdiğim ama buraya almadığım bazı kısımları kendi yazılarına taşıyacaklarına inanıyorum) Bu nedenle, bir ufak alıntıyla bitiriyorum ben, sizlere iyi okumalar dileyerek tavsiye ediyorum bu kitabı…

2.Cilt, Sayfa 360 :

Derken bir yaşlı adam atına binip köyden çıktı, mezarın başında ufak bir çukur kazdı. Yeni kesilmiş bir meşe sopasının ucuna iliştirilmiş küçük bir adak tahtası dikti oraya. Küçük damın altında Meryem Ana’nın kederli yüzü usulcacık parıldıyordu. Onun hemen altında, tahtaya eski Slav harfleriyle iki satır karaladı ihtiyar:

Böyle güç, kargaşalı günlerde,
Kardeş kardeşi suçlamasa olmaz mı?

İhtiyar, atına binip uzaklaştı. Küçük adak yeri kırda öyle kaldı. O sonu gelmez yaslı görünüşüyle gelip geçen yolcuların gözlerine hüzün veriyor, yüreklerinde garip ezik bir özlem uyandırıyordu.



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

11 Mart 2010 Perşembe

"geçmişte ardında bıraktığın iz geri dönüp üzerinden geçer"

son zamanlarda okuduğum romanlar arasında en keyif alarak, en elimden bırakmadan, en sürüklenerek okuduğum ve - yazarın doğası gereği - aralıklarla rahatsız da olsam beni asla kaybetmeyen bir roman okuttun bana.

öncelikle, söylemeliyim ki, hakan günday adını daha önce duymuş olmakla birlikte henüz okuma fırsatım olmamıştı, bu nedenle de karakteristik tarzı ile ilgili fazla yorum yapamayacak ve geçmiş romanlarıyla karşılaştıramayacağım (önceki tüm romanlarını alacağımı ve okuyacağımı da buraya eklemek isterim bu arada...). belki de, daha önce hakan günday okumadığım için, şanslıydım biraz da... temiz bir damakla başladım okumaya ve romanın sonunda da ağzımda güzel bir tat kaldı.

antimilitarist yapıma, askerlik görevi ile ilgili düşünce ve hislerime, "türkiye'yi bir kaç büyük şehirden ibaret sanan" bir çevrenin mensubu olmam nedeniyle doğu / güneydoğu bölgemize dair önyargılarıma ve genel olarak bir romandan beklentilerime ters düşmeyen bir deneyim oldu ziyan ile geçirdiğim bir haftalık süre. bütün bir yıl içerisinde en yoğun olduğum dönemimin sonlarına doğru elime aldım ve uykusuz kalma pahasına yutar gibi de okudum.

tamamen kişisel yorum : kim ne derse desin, ben bu ziyan'ı çok sevdim! çünkü :

- ziya hurşit ismi ile tanışıklığım lise yıllarımın başlarına dayanır ve izmir suikastini sorgulamam nedeniyle tarih öğretmenimle ters düşmem ve hatta disiplin cezası ile karşı karşıya kalmam sebebiyle kitap bana ayrı bir "nostaljik" deneyim yaşattı. kurguydu ve "bizim ziya" gerçekteki ziya olmayabilirdi ama yine de ben heyecanla okudum ve zaman zaman tarih öğretmenimin kulaklarını çınlattım.


- karakterler gerçekten de hem karanlık, hem sığ, hem derin, hem umutsuz hem de umut dolu! deliler bir nevi... gerçekte asla hayatımda istemeyeceğim ya da en azından tahammülde zorlanacağım (deliririm zira onlarla empati kuracağım diye sanırım) karakterlerle roman sayfaları arasında haşır neşir olmayı ve "diğeri"ni böylece tanımayı bazen tercih edebiliyorum. ve benim "damak zevkim" romanda her zaman ağırdan, zor hazmedilenden, karanlıktan, kaybedilmişlikten yana. seviyorum yani, yapacak bir şey yok.

- birinci dünya savaşı ve hemen akabindeki kurtuluş savaşı dönemi her zaman için çok ilgimi çekmiştir ve gerek görsel gerek yazılı her türlü dönem yapıtı hoşuma gider.

- lise ve üniversite yıllarını nihilist ve anarşist akımların tarihçesi ve temel felsefesini okumakla ve anlamaya çalışmakla geçirmiş bir insan olarak tanıdık fikir ve manifestolarla sık sık karşılaşmak da beni zaman zaman "gençlik" günlerime ve o dönemdeki kafa patlatma seanslarıma götürdü.



kitabı henüz okumamış olanlara çok da fazla "spoiler" vermek istemediğim için kısa kesiyorum burada. özet olarak demeliyim ki ironi ve sarkazmın çok yerinde, tadında ve güzel kullanıldığı, görünürde damardan nihilizm yüklemesinin yapıldığı ama aslında sadece korkudan kaynaklı bir içine kapanık olma halinin anlatıldığı, yazarın kendi hayatından ipuçları ve bazen de direkt bilgiler aldığımız ve beni hayal kırıklığına uğratmayan - heyecanla sonuna geldiğim bir kitaptı "ziyan".

bitirmeden, söylemeliyim ki kitaptaki en sevdiğim sürpriz muse'un blackout şarkısının da satırlar arasında geçmesi oldu - benim okurken dinlemekten hoşlandığım şarkıyı yazarken dinleyen varmış... :)

hakan günday : seni okumaya devam edecek bir okurun oldu, bilgine!! :)

aslında günday'a mesajımla bitirecektim ama dayanamadım, iki alıntı yapacağım:

"milliyetçiliğin bir din olduğu bu ülkede, zorunlu hale getirilmediği takdirde askerlik hizmetine gönüllü bulamayacaklarından korktuklarını anlamalıydık!" (s.163)
"dünyanın bütün ordularının bütün üniformaları aynı kumaştan dikilir, asker. görünmezlik kumaşı. içine girdiğin anda kaybolursun. seni kimse bulamaz..." (s.138)

ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

14 Şubat 2010 Pazar

'İnci Gibi Dişler'den yansıyanlar..

her yazıma aynı cümleyle başlamaktan ben sıkıldım ama yine de kendime engel olamıyorum, çünkü son dönemde yazdığım üstünkörü ve hatta yüzeysel yazıların sebebi unutulmasın istiyorum :)

bu bağlamda, "inci gibi dişler" de benim için daha çok servisteyken okuduğum, pek fazla derinlemesine inceleme fırsatını yaratamadığım ve hakkında hiç araştırma yapmadan arkadaşlarımızın anlattıklarıyla yetinmek zorunda kaldığım bir kitap olmak zorunda kaldı.

jamaika ve bangladeş kökenli iki ailenin ingiliz kültürüyle kavgalarını, o kültürü reddetmelerini, her ne olursa olsun o kültür içinde kaybolmamak adına herkesle ve her şeyle - ülkeyle, insanlarla, kültürle, geleneklerle, sistemle - kavgalarını okurken, aklıma daha çok bizim "alamancı" ailelerimiz geldi. köyünden çıkıp almanya'ya yerleşen, alman kültürü tarafından yutulmamak adına alman olan hemen her şeyi reddeten ve köyünün adetlerine, töresine, geleneklerine ölesiye ve körlemesine tutunan, bunun sonucunda da ne oraya ne de buraya ait olamayan insanlarımız... tek fark, onların inci gibi dişleri olmaması dedim kendi kendime. elbette farklar çok fazla ama yine de yaşanan zorluklar ve bunlarla başaçıkma yöntemleri bana çok tanıdık geldi.

yobazlığa, cehalete, aptallığa hiçbir koşulda katlanamadığım için kitap boyunca sık sık sinirlendim ve ileri geri konuştum karakterler hakkında kafamda. yazarın, bu kitabı 25 yaş civarında yazdığını göz önünde tutarak ve benim böyle bir şeyi asla beceremeyeceğimi de bildiğim için, hakkını teslim etmekle birlikte yine de benim damak tadıma biraz uzak bir kitap olduğunu hissettim (bunu yazınca da kendimi "yemekteyiz" programında sandım, o ayrı!)



ironiye aşina, hayran ve meraklı bir insanım. ancak zaman zaman bana dahi "e yuh artık ama yahu" dedirten bir ironiler bombardımanına tutulmuş olmamız yorucu geldi. en sevdiği yemeği kapasitesinin çok üzerinde yiyen ve sonunda bundan ötürü mide fesadı geçiren bir insan gibi hissettim kendimi. bu nedenle, maalesef zadie smith beni kendine bağlı bir okur yapamadı bu kitabıyla.

yine de, iyi ki okumuşum diyebilirim, böylece en azından merak etmem gerekmeyecek daha 20'li yaşlarının başında sadece 80 sayfalık bir müsveddeyle 250bin pound gibi ciddi bir avansı alabilen insanın yazdıklarını. ayrıca eğlendiğim, şaşırdığım, merak ettiğim kısımlar olmadı kitapta dersem yalan söylemiş olurum. zaman kaybı değildi asla. ve de belki de doğru zamanda okudum, biraz aralıklarla da olsa, aktı gitti kitap. zamam zaman zorladı beni, zaman zaman üzerinde oturup düşünmem gerekti geriye dönüp ama bir süre sonra sabrım kalmayınca bıraktım kendimi gitti kitap son sayfasına kadar.

merak ettiğim bir nokta ise bu kitabın ilk yayınlandığı zamanlarda ingilizlerin kitaba verdikleri tepki oldu. ve türkiye'de türkiye & türkler hakkında böyle bir kitap yazılmış olsaydı burada ne tepki verilirdi (biraz da sırıtarak) düşündüm. ailelerinin hatalarını - yanlış evlilikler, çocuk yetiştirirken yapılan "iyi niyetli" türlü yanlışlar - ödeyen çocukların ne "ev"dekilere ne de "acı vatan"dakilere uyum sağlayamamaları, "anavatan"ın her zaman sadece bir hayal olarak kalması ve bunun o ezeli tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan döngüsü içerisinde ezikliğe sebep ve eziklikten sebep olarak sürekli olarak yüzümüze çarpılması, tüm çocukların mutlaka tam tersi bir kaçış yaratmaları ve "diğeri" olmaya çalışmaları aslında bir nevi özeti bu kitabın bence.

tek pişmanlığım, kitabı orijinal dilinde okumamış olmam çünkü benden önce yazan herkesin söylediği gibi, kabus gibi bir çeviriye mahkum etmiş oldum kendimi. ingilizce bilmeyen ve çeviriyi tek referans olarak kabul etmesi gereken kişilerin maalesef anlayamayacağı ya da ironisini yakalayamayacağı kısımları gördükçe çevirmene biraz teessüf ettim kendimce. fakat eğer kitap düzgün çevrilseydi kitapta bulduğum kopukluklar ve tutarsızlıklar giderilir miydi ondan emin olamadım. bir fırsat yaratarak orijinal metnini de okuyacak ve bunu kendim için öğreneceğim...

peki, kitapta nereleri beğendim, nerelerde eğlendim, nerelere katıldım? ya şimdi kaçın ki spoiler olmasın ya da aşağıya buyrun:

s.110 : "kahrolası savaşı otobüs kaçırır gibi kaçırdık jones"

s.200 : tayland kraliçesi örneği verilerek din ve gelenekler ile ilgili bölüm

s.245 : "ya her şey kutsaldır ya da hiçbir şey. o başkalarına ait şeyleri yakmaya başladıysa, o zaman kendi de kutsal bir şeyini yitirmeli"

a... son olarak... jamaika diline ait bir şey de öğrenmiş olduk kitapla birlikte : dillerinde "ben" - "sen" - "o" ayrımı yokmuş. anlaşmak zor olmalı diye düşündüm kendi alışkanlıklarımdan yola çıkarak. ama bir yandan da azami bir birlik beraberlik duygusu yaratır gibi geldi bana. pratikte o duygu var mı yok mu o kültürde, işte onu bilemiyorum :)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

ne albaya mektup var(dı) ne de gizli emir…



öncelikle, kısa hikayeye kısa yorum, albaya mektup yok :

marquez severim, karakterlerinin kendilerine has güçlerini izlemekten, zaman zaman hayret etmekten, aralıklarla onlarla kavga etmekten ya da o çok derinden gelen gururlarına şapka çıkartmaktan hoşlanırım. fakat sanırım ben iyi bir öykü okuru değilim. ben daha içine girip karakterlerle kaynaşana kadar 60 sayfacık bitiverdi! bir işe gidiş ve işten geliş öyküsünün iki "bana çok uzak" karakteri oluverdi albay ve karısı. ve albayın inadından, karısının pratik yaklaşımından, birbirlerine olan pasif agresyonlarından, son olarak da horozdan başka maalesef bir şey kalmadı bana bu hikayeden. sıkılmadan okuduğumu hatırlıyor olmakla birlikte, üzerinden geçen 2 ay bendeki izleri korkarım silmiş götürmüş... ama marquez okurları bu kısacık kitabı eminim ki ıskalamayacaklar ve benim o dönemde konsantrasyon eksikliği nedeniyle atladığım birçok hoş detayı yakalayacaklardır. "sabrın sonu selamet" derler bizde ya, albayın sabrının sonundaki selamet belki de tartışmaya değer, bilemedim şimdi... çok kısaca, albayın karısının ağzından şuraya ufacık bir parça almak ve belki de kitabın özünü buraya taşımak istiyorum:
yirmi yıldır her seçimden sonra sana vaat ettikleri renkli küçük kuşları bekliyoruz ve elimize geçen tek şey ölü bir oğul... hiçbir şey, yalnızca ölü bir oğul. (s.46)
************

gizli emir ise, açıkçası, bambaşka bir hikaye (en azından benim için)!!

levhaların gerçeğiyle gerçeklerin levhaları aynı şey değildir. bunun gibi, gerçeksiz levhalar ve levhasız gerçekler de vardır. (s.258)
bugüne kadar ütopik / distopik hikayelere büyük ilgi duyduğum için le guin'den moore'a, orwell'den zamyatin'e (kendilerince ya da haklarında yazılmış) çeşitli yazılar / makaleler / romanlar okumuş ve birçok ortamda konu distopyaya geldiğinde ağzımın suları aka aka iştahla ve yüksek sesle herkesin sözünü ağzına tıkarak çeşitli ahkam kesmiş bir insanım. ve gizli emir'den habersizdim! kendime hem şaşkın hem de çok kızgınım, daha önce anday'ın sadece şairliğini tanıdığım ve romancılığından - özellikle bizim edebiyat tarihimiz içerisinde türünün ilk örneği sayılabilecek bu romanından - bihaber olduğum için kendi kendimle bolca dalga geçerek kendimi aşağıladığım da bir gerçek.

melih cevdet anday hakkında hiçbir şey bilmiyor olmam beni biraz utandırdı (çünkü şiirlerini çok severim). anday'ın filozof kişiliğini, birçok farklı konudaki fikir ve yorumlarını izlememe ve kendisini - sanırım - daha yakından tanımamı sağladı kitabımız. sonsuzluk, bilim, evren, kuantum fiziği, akıl vs. sevgi, anarşizm, sanat, ölüm vb birçok konuda fikirlerini satırların arasına cömertçe serpiştirmiş anday. öyle ki, bir noktadan sonra romandan çok didaktik bir metin okuduğu hissini veriyor okuruna (ya da en azından bana verdi, isyan ettim ara sıra, ben roman okumak istiyordum, "öğreten adam"ın katı fikirleriyle tokatlanmak değil!).

yine de, ve her şeye rağmen, okumaktan hiç pişman olmadığım ve mutlaka tekrar okuyacağım bir roman gizli emir. çünkü, her şeyden önce, hala ve son derece güncel bir hikayeyi barındırıyor, günümüzün ergenekon, gizli devlet ve benzeri yapılanmasını çözmek için belki de enteresan fikirler içeriyor (sayfa 75'i okumanızı ve "teşkilat"ın kapanması halinde serbest kalan görevliler için gerekecek olan yeni teşkilata dair ironik paragraf üzerinde düşünmenizi öneririm. ya da sayfa 175'te "siyasetçi ahmet"in tanımlandığı paragrafın ne kadar da tanıdık geldiğini hatırlatırım).

bana çok vurucu etkisi olan bir alıntıyı buraya taşımak zorunda hissediyorum kendimi:

…."ölen biz değiliz olsa olsa korkakça bir kaçıştı, ama "ölenle biz aynı değiliz" kaba fakat cesur bir bölümlemedir. Bu cesaret gelişigüzel öldürmekten doğuyor. Kızgınlıktan öldürme, öç almak için öldürme, şan şeref için öldürme günümüzde yerini keyif için öldürmeye bırakmıştır. Evet şaşmamalı, keyif için ya da can sıkıntısından. Bunun en belirli örnekleri toplu örneklerde görülüyor. Askerler bir köye giriyorlar erkekleri öldürüyorlar, gelmişken kadınları öldürüyorlar ve öldürmüşken çocukları da öldürüyorlar. Üstelik bunlar o köyü korumak için gelenlerdir. Görüyor musunuz düşman yerine dostu öldürmek dönemine girmiş bulunuyoruz. Bu tür öldürmenin ne kerte olağan karşılandığını anlatan tek gerekçe “nasıl olsa ölecek değil miydi?” gerekçesidir ve bunun cezası kimseyi korkutmuyor, çünkü bunun cezası şimdiye değin düşünülmemiştir. Suça karşı ceza anlayışı tek tek yer etmemişse, toplumun ceza biçmesi anlaşılmaz kalır. Çocukları olan bir adamın, başkasının çocuklarını öldürmesi, onun kafasında böyle bir ceza anlayışının bulunmadığını gösterir : "ölen benim çocuklarım değil."

ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

17 Ocak 2010 Pazar

SARAMAGO ile tanışmak… Filin Yolculuğu

İlk saramago okumamdı ve her şeyden önce en hoşuma giden şey saramagonun (benim de göreceğiniz gibi şu satırlarımda uyguladığım ama uygularken aklım çıkan) büyük-küçük harf ayrımları, noktalama ve paragraf uygulamalarına karşı anarşist yaklaşımı oldu. Ve çok severek okudum.

Bu noktada söylemeliyim ki benim gibi takıntılı insanlar için okuması zevkli fakat uygulaması çok zor böyle kuralsız yazıları! O nedenle ben gene bildik tanıdık kurallara, imlaya ve noktalama işaretlerine dönüyorum izninizle... :)

Muhteşem Süleyman (née Süleyman) ile Fritz (née Subhro) ile birlikte, bir Hindistan fili ile terbiyecisinin hiç de alışık olmadığı coğrafyalarda, benim hiç alışık olmadığım bir tarihte, enteresan gelen bir çok aristokratik davranışlarla süslü farklı bir macera oldu bu okuma benim için. Saramago ile böylece tanışmış ve başta Körlük olmak üzere diğer eserlerini de okunacaklar listeme almış oldum. Kısıtlı edebi eleştiri altyapım ve yeteneğimle söylemeliyim ki Saramago gerçekten özgün ve ayakları her şartta yere basan bir yazar. Daha önce okumadığıma hayıflandım açıkçası...

Lizbon'dan Viyana'ya kadar toz - toprak - rüzgar - yağmur - dolu - kar vb bir çok zorluğu birlikte aşan filimiz ve terbiyecisinin arasındaki ilişki ile dönemin Avrupa kraliyetinin akrabalık ilişkilerini izlemek hem düşündürücü hem de çok eğlenceliydi. Özellikle de yazarın sohbet havasında aktardığı öykü boyunca günümüze dönerek okuruna nasihatlerini, açıklamalarını, güncel fikir ve karşılaştırmalarını çok tuttum. Beni bir dakika bile kaybetmedi Saramago.



Mizahın eksik olmadığı felsefi bir eser bu kitap. Subhro ile birlikte "Tanrıya mı inanacağım yoksa filime mi?"sorusunun yanıtı insanın her daim aklında dönüyor hikaye boyunca ve özellikle de sonrasında. Kader - ironi - baskılar - din - tarih... İnsanların irili ufaklı topluluklarda ve toplumlarda mucizelere, farklı olana, gelişime ve ilerlemeye karşı duydukları korku ile karşılık hayranlık... Lutherciler ile Katolikler arasındaki farklar ve karşılıklı güvensizlikler... O dönemin bir gerçeği olan (hoş bugün değişen ne var diye sorarlar adama) cehalet... Sonuçta, yazarın da dediği gibi, "yolculukta kimse en yavaş hayvandan daha hızlı gitmeye yeltenemezdi kuşkusuz" ve "doğanın kimi gizemleri ilk başta çözülmez gibi görünür, ayrıca olduğu gibi bırakmak daha hayırlı olabilir çünkü yetersiz bilgi bize iyilikten çok kötülük getirir". Kendisine katılıyorum her iki saptamasında da.

Tam benlik bir hikayeydi kısacası. Üstelik, yaşanmış - ya da en azından tarihsel olarak bir şekilde gerçekleşmiş - bir durumun bu kadar akıcı bir şekilde aktarılması ve tarih ile kurgu arasındaki boşlukların hiç rahatsız etmeden ve göze batmadan, abartılmadan, doldurulması bende ciddi bir Saramago hayranlığı yarattı. Sayfa 179 - 180 boyunca şahit olduğum, yazarın yabancı dillerin anadile sızmasına duyduğu tepki ve bunu dile getiriş biçimi de cabası.



Aşağıya bir alıntı daha yapıyor ve sizlere de bu kısa ama güzel yolculuğu tavsiye ediyorum (kitapta geçtiği gibi, çeviriye ve çevirmenin de özen gösterdiği gibi Saramago'nun imla protestosuna dokunmadan kopyalıyorum) :

"(komutan) Kendi başlarının çaresine bakmanın bir yolunu bulacaklar, dedi evrensel olarak her derde deva kabul edilen cümlelerden birine başvurmuştu, bu tür cümleler arasında, sadaka vermeyi reddettiği zavallıya sabırlı olmasını tavsiye edeni kişisel ve toplumsal ikiyüzlülüğün kusursuz bir örneği olarak başı çeker."

Tanıdık geldi mi bu durum? :)

İyi okumalar!!