29 Mayıs 2010 Cumartesi

Paul Auster’ın GÖRÜNMEYEN Romanı



bir kitabı eline aldığında benim gibi önce arkasını okuyanlar varsa, bu kitabı ellerine alıp da arka kapağı çevirdiklerinde görünmeyen'in "dünya eleştirmenlerinin değerlendirmesinde yılın en iyi kitapları arasına alındığını ve hatta yazarın en önemli romanı olarak da tanımlandığı"nı görecekler. ben de - dünya eleştirmeni olmayan şu halimle - diyorum ki, henüz okumadıysanız hemen edinin ve okuyun, roman hızla akacak ve bir süre sonra sizi de "acaba mı?", gerçekten mi?" vb sorularla alıp götürecek bir örgüyle sizi sıkıca saracak.

60'ların sonundan günümüze kadar geleceğiz, ilkbahardan yaza, oradan sonbahara savrulacağız, adam walker ve çevresindeki (her biri farklı ama her biri de bir o kadar aynı) birçok karakterin katılımıyla çiçek çocukları (!), soğuk savaşı ve vietnamı, sömürgeciliği, aşk - arkadaşlık - aile ilişkilerini ve hatta bir takım tabuları (cinayet, ensest, vs) hem yüzeydeki görünür anlamlarıyla hem de felsefi açıdan sorgulayacağız. kimin hikayesi gerçek, hangi karakter sahte, doğru olan nedir, atılan herhangi bir küçük adım bizi nasıl da istemediğimiz noktalara götürüverir ve biz aslında bunu mu isteriz...?

kitap boyunca hem hep bir sonraki sayfayı merak edeceğinizi hem de sürekli olarak neyin gerçek neyin hayal olduğunu kendinize soracağınızı sanıyorum.

son sayfayı çevirdiğinizde ise keşke bir 100, 200 hatta 300 sayfa daha yazmış olsaymış auster derseniz, benim de kulaklarımı çınlatırsınız!


son derece kişisel dipnot:

paul auster, sevenleri içi bir tutku gibidir. bunu söyleyen ben değilim, sevenlerinin yalancısıyım :) şuncacık hayatımda iki adet paul auster romanı okudum (birisi "brooklyn çılgınlıkları" ki "folly" kelimesinin neden "çılgınlık" olarak çevirildiği konusunda hala pek bir fikrim yok ama roman güzel romandı o ayrı, birisi de işte bu yazının konusu ve yaklaşık iki saat önce bitirip bir kenara koyduğum "görünmeyen") ama söylemeliyim ki - özellikle bu son okuduğumdan sonra - herkesin bu kadar sevip de benim tanımakta çok geç kaldığım yazarın diğer romanlarını da edinerek mutlaka okuyacağım. böylece, bundan yaklaşık 3-5 ay öncesine kadar "ben paul auster okumadım ki" dediğim zaman bana burun kıvıran herkesle de başa çıkabileceğim :)

2 Mayıs 2010 Pazar

Gösteri Peygamberi - Chuck Palahniuk

Çocukluğundan itibaren – akranlarıyla birlikte – “modern” bir köle düzeninin sürdürülebilmesi için yetiştirilen Tender Branson. Amerika’nın ortalarında kurtarılmış bir bölgede kendi yasaları ve toplum yapılarıyla yüzyıllardır varlığını devam ettirmiş Creedish mezhebinin bir üyesi… Ya da bir ürünü… Belki de kurbanı… Hatta bir yıldızı… Görev – Tanrı – Sonsuz Yaşam – Kurtuluş – Modernite çarkının ufak bir dişlisi. Dişli takılırsa ne olur?

Okumak lazım.



Chuck Palahniuk, Gösteri Peygamberi’nde (Özgün adı “Survivor”, Anchor Books, 2000 – benim okuduğum çok başarılı bir Funda Uncu Irklı çevirisi, Ayrıntı Yayınları 4.basım, 2008) Dövüş Kulübü’nün başarısını – bence – aşmış gitmiş. Zaten çok beğendiğim bir anlatımı olan yazar, her bir hikayesinde ayrı bir serserilik yapıyor, ayrı bir hüneriyle beni gülümsetiyor. Bu romanında da daha ilk sayfasında başardı beni içine almayı ve 273 sayfa boyunca bırakmadı.

Tam sevdiğim gibi, zekice yazılmış bir kitap… Sivri dilden ve insanları kırmaktan kaçınmayan, gereksiz bir romantizme boğulmadan abartıyı en uçlarda kullanabilen ve tüm bunların ortasında postmodern hayatı ve sözde kültürü kılıçtan geçirirken kimseye merhamet göstermeyen Palahniuk.

En beğenilen işleri arasında sayılmamış olsa da, Gösteri Peygamberi hem çok tanıdık, hem de çok lezzetli!

Karakterlerden ya da hikayenin özetinden söz açıp da okumak isteyebileceklerin okuma keyfini bir milim dahi azaltmak istemem. O nedenle de sadece önermekle yetinecek ve çeşitli sayfalardan birkaç güzel alıntıyı buraya taşıyacağım :

“Kızı sakinleştirmek ve dinlemesini sağlamak için balığımın hikayesini anlatıyorum. Bu ömür boyu sahip olduğum altı yüz kırk birinci balık. Tanrının yarattığı başka bir canlıya bakmayı ve sevmeyi öğrenmem için ailem yıllar önce ilk balığımı almıştı. Sahip olduğum altı yüz kırk balıktan sonra öğrendiğim tek şey, insanın sevdiği her şeyin bir gün öleceği oldu. O özel kişiyle karşılaştığın ilk anda, onun bir gün ölüp toprağın altına gireceğine emin olabilirsin.” 
“İntihar etmekle şehit olmak arasındaki tek fark, basında çıkacak haberlerin miktarıdır.”
“Hayat hikayenin tam ortasında ölme şansın her zaman var.”


Chuck Palahniuk’tan bahsetmişken, kendilerini “The Cult” olarak adlandıran hayranlarının oluşturduğu ve sonrasında kendi izniyle “resmi websitesi” olmuş olan http://chuckpalahniuk.net adresini incelemek ve workshop’a göz atmak isteyebilirsiniz. Rivayet o ki, Palahniuk hayranlarının bu site üzerinden yolladığı tüm mesajlara bir şekilde geri dönmeye çalışıyormuş ve hatta her ay 6 hayranının hikayesini kabul edip detaylıca inceliyor ve yorumlarını iletiyormuş. Bir antoloji oluşturacak ve önsözünü yazacakmış. Bu antoloji konusunda ben söyleyenlerin yalancısıyım, ama enteresan şeyler var aslında sitede, göz atmaya değer :)

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Ve Durgun Akardı Don - Mihail Şolohov: "Tanrı bizi dostlarımızdan korusun… Düşmanlarımızın hakkından nasılsa geliriz…"

4 aydır odamda, elimde, çantamda, gözümün ucunda sürekli olarak Şolohov ve kahramanları var öyle ya da böyle. Bu yazıyla birlikte de rafta yerlerini alacaklar ve bir nevi “daha genç kuşaklar”a yer açacaklar…



Şolohov’la, Ekim Devrimi’yle ve dönem Rusyası ile ilgili okumalar yapmak isteyenler için internet denen deryada istemeyeceğiniz kadar çok kaynak var, bu nedenle ben olayın tarihsel ve sosyolojik boyutlarını çok fazla irdelemeden direkt olarak kitapta beni en etkileyen, en çeken, en iten noktaları buraya taşıyacak ve bayıldığım bazı alıntılarla da noktalayacağım. Aksi takdirde, koskoca 4 cildi buraya hak ettiği şekilde eleştiremeyeceğim için yarım yamalak ve içime sinmeyen uzun ama karmaşık bir yazı yazmam gerekecek ve bir şeye benzemeyecek. O nedenle objektif bir yorum bekleyerek bu yazıyı okuyan varsa, üzgünüm, o yazı bu yazı değil! Tamamen kişisel bakıyorum olaya! Ve peşin peşin uyarıyorum : darmadağınık bir yazı okumak üzeresiniz, ne ciltlerin ve olayların sırasını ne de tarihsel kronolojiyi izleyebileceğim bugün. O kadar çok şey var ki yazmak istediğim, oradan oraya atlayacağıma şimdiden eminim (yazı bitiminde bir ekleme : aradaki gramer hatalarına, cümle düşüklüklerine, fiil çekimlerine bakmayıverin, bir ileri bir geri yazıp önceden yazdığım paragraflara sonradan eklemeler yaparak ancak bitirebildim yazmayı, oturup düzeltmeye sabrım kalmadı en sonunda!)

Üç ayrı bölüm var bu uzun hikayede… Birinci bölümde aşkı, gündelik hayatı, sosyal ilişkileri akıcı bir dille aktaran yazar sizi kapıp götürüyor o dönemin Don iline. İkinci bölüme geçişte savaş (ve tabii ihtilal) belası önce sayfaları sonra ruhunuzu sarıyor ve zaten görece yavaş olan anlatım iyice durağanlaşıyor. Tam artık nefes alamıyorum diye düşünürken birden son bölüme geçiyorsunuz, hikaye gene kişiselleşiyor fakat bu sefer de politik propaganda alttan alta kendini hissettiriyor (benim propaganda anlayışımdan daha farklı olduğunu söylemeden geçemeyeceğim, sivri ve tokat gibi bir yönlendirme beklerken daha karışık ve zaman zaman çelişkili buldum ben yazarın komünizm yanlılığını. Ama zaten işin başarı sırrı da sanırım burada, gerçekçilikte!)

Çok insancıl, insan merkezli, gerçekçi, komik ve acıklı bir hikaye okuyoruz 1600+ sayfa boyunca. Bir noktadan sonra ben şahsen kendimi kaybettim olayların savruluşunda ve hikayeye sağdan soldan girip çıkan yan karakterlerin içinde. Çok enteresan bir deneyim oldu benim için, öyle ki en sıkıldığım ve bunaldığım anlarda dahi kitabı elimden bırakmak gelmedi aklıma çünkü “e peki iyi de sonra ne olacak” merakı sayfaları çevirerek devam etme gücünü verdi bana. İşin tuhafı, aslında “sonra” ne olacağını hepimiz biliyorduk da zira komünist rejim önünde sonunda hakim oldu Rusya’ya, olmadı mı? Fakat makrodan çıkıp mikroya inebildiğiniz andan itibaren hikaye Rusya üzerindeki olaylar olmaktan çıkıp Gregor’un, Pantaleymon’un, Aksinya’nın, Bunçuk’un, Prokor’un ve daha nicelerinin hikayesi oluyor ve bir şekilde hepsi birbirine bağlanıp aynı trajedinin içinde minik gülümseme molaları eşliğinde yoğrulup gidiyor.

Durgun ya da değil, Don akıp gidiyor!

Savaş hikayeleri bana göre değil, kafam da kalbim de kaldırmıyor. Üzülüyorum, kızıyorum, tansiyonum çıkıyor, anlam veremediğim her şeyde olduğu gibi savaş sahnelerine ve insanların – bana göre kişisel anlamda sebepsiz – gaddarlığına şahit oldukça kısa devre yapıp mavi ekran hatası veriyorum. Ve okurken hikaye boyunca sık sık bunu yaşadım.

Toplantımızda arkadaşlarım beni püriten ahlakçılıkla itham etmiş olsalar da burada gene tekrarlayacağım : günümüzde alışık olduğumdan çok farklı değerlere ve ahlak anlayışına sahip, son derece kaba ve zalim insanlar arasında kaldım okuduğum birçok sayfa boyunca. Hayret ettim, üzüldüm, kızdım, kendimi dışında tutup sadece okur olarak kalmak zaman zaman zor geldi. Evliliğe ve aileye bakış açılarındaki bana yabancı değerlerini yerli yersiz yermemek adına notlarım arasına bolca “kendine göre değerlendirme bu bambaşka bir coğrafya ve bambaşka bir dönem!” diye yazmam gerekti, gördükçe kendime çekidüzen verdim. Sonuç itibariyle, öylesine zor ve geniş bir coğrafyada yaşayan insanların görece duyarsız, kaba, düşüncesiz ve bencil olmaları çok şaşılacak bir şey de değildi… Ama bana takacak bir konu lazımdı ve ben de bunlara takıverdim :)

İnsanların nahifliği beni en çok etkileyen şey oldu bu macerada. 2 koca cilde yayılmış savaş, devrim, isyan, iç savaş boyunca gerçekten – yüzyıl sonrasında okumama rağmen – savaşın ne derece bezdirici, ne derece insanı doğasından uzaklaştırıcı, insanlığından çıkarıcı bir şey olduğunu yaşadım ve “bitsin artık bu savaş lanet olsun!” diye iç çekip nefret, bezginlik, bunalım atakları yaşadım. Gerçekten de, özellikle 3.ciltte anlatılan savaş o kadar gerçekçi, o kadar detaylı ki, şimdiye kadar okuduğum hiçbir savaş metnine benzemiyor. Savaşın romantizmi yok. Herkes hem “iyi” hem de “kötü”. İç savaşın akıl almazlığı, aile içinde insanların nasıl da düşman olabileceği, insanın gözünün ne kadar kararabileceği ve bir ideoloji yüzünden nasıl akrabalarını dahi gözünü kırpmadan öldürebileceği bir kez daha gözlerimizin önüne ayna gibi seriliyor. Sen bizi ideolojisinin altında yatanı kavrayamamış saplantılı ve intikam peşinde koşan cahillerden koru tanrım!

Üstelik bir noktadan sonra o kadar anlamsızlaşıveriyor ki her şey! Kim hangi tarafta? Kim haklı? Kim değil? Nasıl her şey bu kadar trajik bir şekilde raydan çıkabiliyor? Yanıt ise elbet gene insan doğasında saklı… Bir yazar olarak Şolohov’u bu kadar gerçekçi yaklaşabildiği ve hikayeyi sivri bir komünist propagandasına dönüştürmeden insan faktörünü önde tutarak anlatabildiği için defalarca kutlamak isterdim. Zira bir okur olarak ben bu noktalara bu derece daldıysam, olayların göbeğinde kalıp da yine de yaşamını bir şekilde “normale en yakın şekilde” sürdürmeye çalışan farklı bir dönemin, bambaşka bir düzenin insanlarının neler hissettiği ve düşündüğü sürekli olarak aklımın bir köşesindeydi.

Peki, bu kadar gerçekçi ve bu kadar insana özgü anlatılan hikayenin edebi yanı hiç mi yoktu diye soracak olursak (malum, “edebi” dediğimizde kelime seçimlerinin daha bir özel olmasını bekliyoruz ister istemez ve sıradan bir insanın aktaracağından daha farklı aktarılmış metinler bekliyoruz), Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Şolohov ödülün hak etmiş mi hak etmemiş mi değerlendiriveriyoruz kafamızda (evet ya, bize düşüyor sanki onun yazarlığını ve tekniğini deşmek!). Fazla aramamıza gerek kalmıyor ve görüyoruz ki daha ilk cildin sonlarına doğru savaşın içine yeni yeni girerken anlatımın sadeliği, nahifliği, “neden??” sorgulamasının derinliği bizleri yer yer hem duygulandırıyor hem de kendine hayran bırakıyor. Rusya Ana’nın evlatlarını savaşa gönderdiği satırları ele alıverelim hızlıca:

“Trenler… Trenler… Sayısını bilene ne mutlu! Şaşkın Rusya! Ülkenin atardamarları boyunca, demiryolları üzerinden boz kaputlu kanını Batı sınırına gönderiyordu.” (Cilt 1, S.281)

Biliyorum, beğendiğim her bir bölümü, beni etkileyen her bir noktayı buraya aktarmaya ne vakit yeter ne de klavye üzerinde dolaşan parmaklarımın gücü. O nedenle ufak görünen ama ne kadar anlamlı olabilecek birçok satırı buraya alamıyorum, okumanın keyfini kimsenin elinden almak istemem.

Karakterlere gelecek olursak… Hemen heyecanlanmaları, cahil ama içten bakış açıları, çabucak etki altında kalmaları ve birden fikir değiştirebilmeleri, anında çark edebilmeleri ve birbirlerine – günümüz tabiriyle – “dalıvermeleri” ne kadar da bizim insanımıza benziyor! Kendi insanımızı ve ülkemizdeki çeşitli sıkıntıları düşünürken Bunçuk’a kulak veriyorum, diyor ki :

“Yüzyıllardır adamların gönlüne işlemiş boyun eğme alışkanlığını yıkmak, bilgisizlik duvarlarını devirmek, Kazaklara haklı oldukları inancını aşılamak ve onları çekip ileri götürmek için ateşi baştan tutuşturmak gerekti” (Cilt 2, S.147)

Bize de bir Bunçuk mu lazım ne?

İnsanları için kendilerinden vazgeçenlerin önünde sonunda varacağı noktaya varıyoruz nihayetinde :

“Halk aldırmaz ki! Kim başa geçerse geçsin, onun için hepsi bir…” (Cilt 3, S.92)

Ve evet, işte bu noktada iş gerçekten çok hüzünlü bir hal alıyor… Ama okumayı bırakmıyorsunuz, bırakamıyorsunuz, devam ediyorsunuz…

Aşka, meşke, aile içerisindeki gündelik komik ya da üzücü olaylara, ufak dargınlıklara ve günlük hayatın yorucu temposuna dalıveriyorsunuz… Aksinya’nın aşkına (aslında dramına) ortak oluyor ve Natalya’nın saf cesaretine şaşıyorsunuz. Belki size biraz uzak kalan bir vicdan / vefa / aile anlayışı görüyorsunuz ama neyin normal neyin anormal olduğunu düşünmeyi bir kez aşınca fark ediyorsunuz ki aslında bu insanlar gerçekten de İNSAN. Ve onlar bir aile. Ve onlar aslında birbirine bağlı ve birbirini seven bir aile! Ve başlarına neler neler geliyor… Üstelik de ne için…

Üzülüyor, etkileniyorsunuz.

En sonunda çember tamamlanıyor ve onca yaşananın üzerinden gene başladığı noktaya – bir nevi – dönüyor, elinizden kitabı üzülerek bırakıyorsunuz, bittiğinde yaşayacağınızı düşündüğünüz ferahlık yerine derin bir melankoli kaplıyor bünyenizi.

Ya da en azından benim bünyem böyle tepki verdi… :)

Mümkün olduğunca detaylara dalmadan yazmaya çalıştım, okumak isteyenlere haksızlık yapmaktan çekindim. O kadar çok olay ve o kadar çok insan gördük ki sayfalar boyunca, hepsini hakkını vererek yazmak bu kısıtlı yer ve zamanda mümkün değil (ve bir de, itiraf ediyorum, hikayeyi deşecek diğer arkadaşlarımın benim de sevdiğim ama buraya almadığım bazı kısımları kendi yazılarına taşıyacaklarına inanıyorum) Bu nedenle, bir ufak alıntıyla bitiriyorum ben, sizlere iyi okumalar dileyerek tavsiye ediyorum bu kitabı…

2.Cilt, Sayfa 360 :

Derken bir yaşlı adam atına binip köyden çıktı, mezarın başında ufak bir çukur kazdı. Yeni kesilmiş bir meşe sopasının ucuna iliştirilmiş küçük bir adak tahtası dikti oraya. Küçük damın altında Meryem Ana’nın kederli yüzü usulcacık parıldıyordu. Onun hemen altında, tahtaya eski Slav harfleriyle iki satır karaladı ihtiyar:

Böyle güç, kargaşalı günlerde,
Kardeş kardeşi suçlamasa olmaz mı?

İhtiyar, atına binip uzaklaştı. Küçük adak yeri kırda öyle kaldı. O sonu gelmez yaslı görünüşüyle gelip geçen yolcuların gözlerine hüzün veriyor, yüreklerinde garip ezik bir özlem uyandırıyordu.



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.