25 Temmuz 2010 Pazar

Salman Rushdie'nin "GECEYARISI ÇOCUKLARI" : nederlerona?!



Geceyarısı Çocukları’nı önermemin 3 sebebi vardı:

1 – Daha önce hiç okumamış olduğum Salman Rushdie merakım ve Şeytan Ayetleri‘nin henüz (ve hala) Türkçe olarak basılmamış olması nedeniyle başka bir kitabını seçmek zorunda kalışım.

2 – Bana enteresan gelen Pakistan – Hindistan ayrılığı dönemi (ve elbette İngiltere’nin oynadığı rolü) bir tarih kitabının soğuk sayfaları yerine bir kurgu dahilinde okumak isteğim.

3 – Kitabın arka kapağında okuduğum “Düşle hakikat, gizemle büyü, fantaziyle tarihsel olgu arasında ustalıkla örülmüş bir anlatı…” tanımı, kitabın Pakistan’da yasaklı olması, Indra Gandi tarafından mahkemeye verilmek istenmesi ve aldığı ödüller…

Okuduktan sonra Geceyarısı Çocukları hakkında düşündüğüm 2 şey:

1 – Büyülü Gerçekçilik (Magic Realism) akımının aslında zor bir iş olduğu ama bir kere kendini kaptırdın mı çok harika bir şey olduğu!

2 – Salman Rushdie‘nin iyi bir romancı olduğu ancak seçtiği konu itibariyle kitabın insanı iterken çektiği (şöyle ki, insanın en muhtaç, en aşağılık, en çirkin yüzünü okurun suratına suratına fırlatmış ve bu nedenle de yüzleşmesi zor bir kitap) ve çok akıcı olmamakla birlikte çok güzel bir roman yazmış olduğu.



Ve benden kısa kısa notlar:

Metaforlarla bezeli, yabancısı olmadığımız din savaşlarının ve toplumsal tepişmelerin temeli oluşturduğu, ezilmişlik ve çaresizlikle örülmüş bir roman Geceyarısı Çocukları. Zaman zaman “yok artık daha neler!” dedirten ancak sonrasında anlatılan dönemin gerçekleri ve sahiden de yaşanmış olduğu hatırlandığında insanın tüylerini diken diken eden bir anlatı… Tarihle yüzleşme bir nevi. Geleneksel resmi tarihin ve okullarda öğretilenlerin bir adım ötesine geçmeyi ve kendini zorlamayı gerektiren bir metin. Okuması zor. Yüzleşmesi ve sindirmesi kolay değil zaman zaman. Doğunun mistisizmi ile kadim tarihinin Batının sömürgeci ekonomisi ve gelişmeleriyle yüzleşmesi ve her zaman olduğu gibi tevekkül sahibi olanın, sabredenin, beklentilerini öte dünyaya atayanın yenilgisi. Sistematik cehaletin getirdiği boşvermişlik ve birikmiş aptallıkların insanı okurken dahi sinirlendirmesi ve zaman zaman kitabı elinden atmak ve unutup gitmek isteği (sayfa 112′den ufak bir alıntıyla : “bu bağımsızlık sadece zenginler için; fakirler sinekler gibi birbirlerini öldürüyor“). Bizlere çok yabancı olmayan bir hikaye aslında: cahil bırakılan halk, dinin hem bölen hem de zamk görevi gören dogmaları, sorgulamadan kabullenmenin getirdiği kaybedişler, sistemli dezenformasyon (bilgi kirliliği) ile kafası karışan ve her verileni olduğu gibi kabul edip gaza gelen insanların tepkileri… Daha ne olsun?

Yazarın bizi oradan oraya savurduğu, dikkatimizi sürekli olarak geleceğe, henüz gerçekleşmemiş olana çekerek merakımızı canlı tuttuğu, yorucu bir hikaye bu. Üstelik de zavallı ve (kendisi dahil!) herkesten darbe gören gariban ana karakterimiz Salim ile antikahraman Shiva’nın içinde bulunduğu durum kıyım kıyım içimizi deşiyor. Ama yine de, okutuyor kendini kitap sonuna kadar! Üstelik artık siz nefes alamayacak kadar daralmışken ve Salim’i kendi pasifliğinde boğmak isterken, hikayenin son dönemecinde birden – nihayet! – öfkelenen Salim’in kendini bulduğu anda yaptığı “ben” olmak üzerine felsefesini gülümseyerek okuyabileceğiniz bir kıvama geliveliyorsunuz. İnsan aklı enteresan, birden aklına “ulan! öfkelenmeden kendini bulamıyorsun! illa dünyaların yıkılması mı lazım?” düşünceleri üşüşebiliyor.

Benzetmeler, metaforlar, çocuk gözünden naif anlatımlar ve kişilerin / eşyaların / olayların 60 yıllık bir döngü (evet, “döngü” kelimesi özellikle seçildi) içerisinde sürekli olarak öyle ya da böyle bir şekilde ortaya çıkarak “en sonunda” çemberi kapatması Rushdie’nin kurgu yeteneğine şapka çıkarttırdı bana.

Anlatması zor bir deneyim. Hem itti, hem çekti, arasıra zorladı, bazen aktı gitti… Anlatılan coğrafya ve bölgenin tarihiyle ilgili bilgi sahibi olunmadan alınacak lezzet kısıtlı. Yine de, ben önerdim diye söylemiyorum hehe, pişman değilim iyi ki okumuşum. Sonuçta, boş yere “1923′ten bu yana yazılmış en iyi 100 İngilizce roman”dan biri olarak seçmezdi herhalde Times dergisi…

... diyerek, sayfa 87′deki çok beğendiğim ufacık bir pasajı buraya almak istiyorum:

"…(annem) Her saniye daralan, her adımda kalabalıklaşan sokakların baskısı altında ‘şehirli gözlerini’ kaybediyor. şehirli gözlerin varsa görünmez insanları görmezsin, fil hastalığı olan adamlar, belden aşağısı olmayan tekerlekli kutulardaki dilenciler seni rahatsız etmez, döşenecek lağım boruları yatakhaneye dönüşmemiştir. Annem şehirli gözlerini kaybetmişti ve gördüklerinin yeniliği, kum fırtınası gibi yanaklarını döven yenilik onu kızarttı"

Son olarak, harika çevirisinden ötürü Aslı BİÇEN’i tebrik etmek istiyorum, çok kolay bir iş olmamış olduğuna hemen hemen eminim ve bir iki minör hata ile koca kitabı kotarmış olmasından ötürü takdir ediyorum (maalesef “Haydarabadlı Nizam” hatasını görmezden gelmem ve affetmem mümkün değil ama bu kadar kusur kadı kızında da olur!)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.