30 Temmuz 2011 Cumartesi

sadece A ve Z. sadece iki harf : hakan günday. az.

yanılmıyorsam 1,5 yıl kadar önce, kitap kulübümüz sayesinde ve ziyan ile tanıştım ben hakan günday'la. çok etkilendiğimi hatırlıyorum, üstelik (enteresandır) okuduğum bir çok kitabı bir iki ay içerisinde unutmama rağmen ziyan neredeyse kelime kelime hatırımda kaldı, hala alıntı yapabilecek seviyede hatırlıyorum bir çok kısmını. sonrasında tüm kitaplarını aldım günday'ın, sıraya koydum ve okudum (daha önceki bir tarihte kendisiyle ilgili yazdığım bir yazıyı okumak için tıklayınız).


her günday kitabı sonrasında hissettiğim ve yazmaya yeltendiğim şey şu : hakan günday eğlence için okunacak bir yazar değil. zaten böyle bir isteği ya da hedefi olduğunu hiç sanmıyorum. çok can yakan, derin ve kapkaranlık düşündüren, beynini sökerek bir kenara atmayı istetecek kadar üst üste yumruklarla seni yerlere düşüren acımasız bir kalemi var. sert hikayeleri var. kelimeleri sivri, cümleleri kısa, net, acı. hem acıklı hem acı. ve belki de sırf bu nedenle bu kadar başarılı. acıklı bir ülkenin acıyı görmezden gelmekte başarılı çocukları olduğumuz için bu derece silkeliyor bizi hakan günday belki de. başka ülkenin ikliminde yaşıyor olsak , okuduğumuzda "fantastik olaylar bunlar" diyip ürpererek kenara koyacağız kitabı belki fakat bu toprağın mahsulü olunca inanmak istemesek de içten içe bizi tırmalayan bir pençe hatırlatıyor her şeyin ne kadar da gerçek olduğunu.

"AZ" ile ilgili yazmaya yeltenmişken aklımdan geçen cümleler hep yukarıda yazdıklarım minvalinde dönüp duruyor. ne derdâ'yı ne de derda'yı anlatacak halim var kitabı okumuş olmamın üzerinden geçen 2 aya rağmen. sürprizleri ele vermekten çekindiğim ve haksızlık yapmak istemediğim için günday'a ve okurlarına, bir mini alıntı yaparak sizi kitabı okumaya davet edeceğim:

"Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım o sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi..."



bir süre önce okuduğum bir röportajında "insan hakları çiğnenince tuhaf bir ses çıkarır, tadı da kötüdür. ama toplum denilen yaratığın midesi öyle sağlamdır ki, hazmedilmesi için birkaç nesil yeter." diyen hakan günday'ı seviyorum. daha güzel özetlenebilir miydi içinde olduğumuz durum, bilemiyorum.


son not olarak, maalesef beceremedim youtube'daki bir videoyu "embed" etmeyi buraya. bugünün beceriksizliği bu olsun, videoyu izlemek için sizi şuraya alayım :  AZ - fragman @ Youtube

10 Temmuz 2011 Pazar

Murathan Mungan'la Yıllar Sonra Bir Kez Daha - Şairin Romanı

ille de ROMAN olsun! kuruldu kurulalı en zorlanarak yazdığım yazı olabilir bu. tamamıyla görev olarak görerek yazmak zor. haftalardır sırtımda dolaştırdığım yükten kurtulacağımı düşünmek tek motivasyonum. bu nedenle de çok fazla sözüm yok korkarım paylaşacak bu roman ile ilgili, yazacağım ve kurtulacağım sanırım. üzgünüm murathan mungan, ama bu sefer de uyuşamadı seninle kimyamız.

bu giriş bir bakıma zorunluydu benim için. işkence gibi süren bir okuma deneyimini takiben toplantımızı yaptık ve eve döner dönmez kitabı raflardan birinin bir köşesine bıraktım, araya 3,5 kitap soktum, biraz çıktım o sıkıntılı ruh halimden ve şimdi yazabiliyorum ancak bu romana dair düşüncelerimi:

- murathan mungan, yeni türkü sayesinde tanıştığım ve sonrasında da edebiyatımızda önemli bir yer tuttuğu için de şiir ve düzyazılarını aralıklarla takip ettiğim ancak çok da fazla yıldızımın barışmadığı bir isim. maalesef negatif bir önyargı ile başladım şairin romanı'nı okumaya bu nedenle. özlem kitabı getirdiğinde sanırım en fazla direnci gösteren bendim, kitaba başladıktan sonra da o direnci kırmam çok zaman aldı. nihayetinde kırdım, okudum, bitirdim. ama çok yoruldum, sanırım iRo için okumasaydım yarıda bir yerde bırakırdım "sonra devam ederim" diye düşünerek ve sonra da devam etmezdim muhtemelen.

- çok zor girdim ben bu romana. sanırım 350.sayfa civarındaydım ve hala "ne okuyorum ben ya?" diye düşünmeyi bırakamamıştım. benim romanla bağımı sağlam tutan tek karakter zeheyra oldu. bir tek onu "gerçek" bir insan olarak kabul edebildim bu hikayeler bağında. geri kalan karakterlerin neredeyse tamamı romanın son sayfasını da okuduktan sonra esti gitti aklımdan.

- şiir ile ilgili felsefe yapmaya çalışmış mungan ama tabii tüm filozoflar gibi o da işin fazlaca didaktik yanına kaçınca ağızda ekşi ve acı bir tat bıraktı çabaları. ya da, benim ağzımın tadına pek uymadı diyelim.

- 13 yıl gibi bir zamana yayıldığı için mi sık tekrarlar yapmış mungan yoksa sadece "uzun bir roman olmalı bu, epik olmalı" diye düşündüğü için mi uzatmaya çalışmış bilemiyorum ama bir süre sonra o tekrarlar gerçekten bana kendimi salak gibi hissettirdi. belki de 250 sayfada bitebilecek bir hikayeyi 582 sayfa boyunca okuduk, okuduk, okuduk, okuduk... bir yerde tırmansın diye bekledim, bir yerde sürpriz olsun istedim ama maalesef olamadı. daha ilk 300 sayfa içerisinde bu "şairlerin seri katili" kimdir bilebildim (son 100 sayfaya kadar %100 emin olmasam da, %75 ihtimalle tahmin edebildim) ve yanılmadım. hikayenin gereksiz tekrarlarla bezeli olması beni intiharın eşiğine kadar getirdi (örneğin, ilk 40 sayfa içerisinde makrakamash'ın eskiden küçük ve şirin bir sahil kasabası olduğunu en az 3 kere okuyoruz, hepsi de bendag'ın ağzından. bir süre sonra kabak tadı veriyor. ya da, bir cümleyi yazıp, iki satır sonra aynı cümlenin başını sonuna getirerek tekrarlamak ne katıyor örgüye? örnekler BOLCA çoğaltılabilir).

- genel anlamıyla beğenmemiş olsam da, beni tavlayan sayfaları hiç mi olmadı şairin romanı'nın? oldu elbette. yazarımız şair yanını ve kelimelerle arasındaki iyi ilişkiyi birden fazla "başucu cümlesi" yazarak karmış romanına. biraz daha açık fikirli bakabilseydim yazdıklarına, sanırım sayfalarca alıntı yapabilirdim. ama işte, özgün olmayınca, nereden tutsanız bir şekilde elinizde kalıyor tüm cümleler.

- benim gibi fantastik edebiyata meraklı bir okur için, bir tolkien, bir le guin, bir eddings varken masada, şairin romanı maalesef çok kabul edilebilir bir fantastik eser olarak kabul görmüyor. felsefi bir yolculuk olarak bakmaya kalksam, didaktik yapısı nedeniyle beni felsefeden de, nesnesi şiirden de soğutuyor. üstelik (yukarıda da dediğim gibi) özgün değil. tolkien'in "takanı görünmez kılan kudret yüzükleri"ne kadar ne ararsanız bulabileceğiniz bir antoloji gibi olmuş şairin romanı.

sonsöz:

yazarımızdan ve okurlarından özür dileyerek (zira bunca çabayı bir anda silip atmak büyük kibir gerektirir fikrimce ve ben kibir hiç sevmem, insana yakışmaz!) demeliyim ki : olmamış. sıkılarak okudum ve gerçekten çok yoruldum, işyerimde ve özel hayatımda zaten sıkıntılı günler geçirirken bir yandan da bu romanla boğuşmak zorunda kalmak beni bir aydan uzun süreyle hayattan soğuttu.

çok üzülerek, yazımı burada sonlandırıyorum. belki yazacak çok fazla şey var ama ben şimdiden yoruldum.



***yazının bitiminden sonra bir ekleme***

az önce okuduğum, 9 nisan 2011 tarihli vatan kitap ekindeki buket aşçı yazısından bir alıntı yapmak istiyorum. 13 yıl önce m.m. ile yaptığı bir röportajda, o zaman romana yeni başlamak üzere olan yazar şöyle demiş:

"bu kitap şiir üzerine felsefe yapmama olanak sağlayacak bir metin. hem roman sanatının çeşitli anlatı oyunlarından yararlandığım hem de şiir üzerine uzun uzadıya düşünmeme olanak sağlayacak bir tür metafor romanı. bir ütopya kitabı, belki bilim-kurgu da denilebilir. bütün kahramanlarının şair olduğu, şiirin hayati önem taşıdığı adı yerküre olan bir gezegende geçen olayların anlatıldığı bir kitap. bu kitapla sanıyorum gerek kendi şiirimi gerekse genel olarak şiiri ve şiirin 21. yüzyıldaki geleceğini daha derin ve sakin düşünebilme fırsatı bulacağım".

murathan mungan'ın hatrına, bu fırsatı bulmuş olduğuna inandığını umuyorum.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.