4 Eylül 2011 Pazar

BAZUKA: aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikayeler

kitap kulübümüzün ilk aylarında özlem bize tol'u okuttuğunda tanıştığım murat uyurkulak aklımı ve kalbimi “çünkü benim aklım yol kuşlarının tüneyip sessiz sedasız terk ettikleri bir harabedir” cümlesiyle kazanan ve bende (tol'u ve hemen sonrasında har'ı okuyup bayılmamın da etkisiyle) sonsuz kredisi olan bir yazar. cümleleri, seçtiği kelimeler, ülkemizin acılarına yaklaşımı derinden etkilediğinden olsa gerek, adının geçtiği her yazıyı, hikayelerini ve romanlarını takip ediyorum.

hal böyleyken, geçtiğimiz hafta özlem'in de buraya taşıdığı bazuka'yı tabii ki ıskalamadım. ıskalamadım ve bir süre önce rafıma ekledim ya, daha bu sabah fırsat bulabildim elime alıp da kapağını açmaya. gün içerisinde yaratabildiğim fırsatlarla okuyup bitirebildim. mutluyum. aksini de beklemiyordum zaten, çünkü bir kez daha murat uyurkulak beni ilk satırdan yakaladı. shakespeare'ın sonelerinden birinden yaptığı bir alıntı ile açmış kitabını bize uyurkulak (çev: can yücel) :

değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez...




kurgu konusunda çok başarılı bir yazar murat uyurkulak. sisteme her daim karşı. sistemin kendisine karşı ve bunu dile getirmekten kaçınmıyor asla. kelimeleri seçimi, cümle içerisinde onlarla oynadığı oyunlar iyi bir hikayeden her zaman keyif alacak her okur için çok çekici. çok vicdanlı bir insan olduğunu düşünüyorum murat uyurkulak'ın ben. direkt olarak vicdanımdan yakalıyor beni çünkü her seferinde. ve bu sefer de farklı olmadı. 9 hikayenin 9'unda da kafamı salladığım, "ah be!" diye iç geçirdiğim ya da minicik içimin sızladığını hissettiğim anlar oldu. su gibi aktı akmasına ya, çamur kaldı içimde kitabı bitirip de ne kadar "sahici" yazdığını düşündüğümde. bu kötü bir şey değil. bu - ülkenin bugüne kadar görüp yaşadığı ya da görmeyip yok saydığı her şey düşünüldüğünde - herkesin önce bir batması gereken bir çamur. her yanımıza bulaşmadan temizlenmeye kalkışacağımızdan şüpheliyim.

hikayelerin hiçbiri ile ilgili bilgi vermek istemem, kısacık öykülerden oluşturulmuş küçücük bir kitap. belki bir kaç saat sürecek bir okuma deneyimi. ama ıskalanmamalı. öykü severler mutlaka yakalamalı bir ucundan bu kitabı. öykü yazmak (layığıyla, güzel öyküler yazmak) her babayiğidin harcı değil. bulunduğunda da kaçırılmamalı diye düşünüyorum.




son olarak: yeni bir m.uyurkulak romanı bekliyoruz! çıksa da okusak :)

2 Eylül 2011 Cuma

Richard Bach tekrar raflarda: Meraklılar

uygarlıklarının felaketini (savaşlar, açlık, teknoloji kaynaklı çeşitli afetler) kendi elleriyle getiren bir dağgelinciği ırkı. tek bir kahramanın çabasıyla (mı gerçekten?) tekrar ve çok daha güçlü bir düzen kuruyorlar. bu düzende sadece çok gereken teknolojilere yer var, her şeyin temelinde ve merkezinde manevi değerler ve doğrular yatıyor. dağgelincikleri geçmişlerini pek hatırlamıyorlar, ana hatlarıyla bir "felaket" olduğundan belli belirsiz haberdarlar, dogmatik değer yargıları çok net ve kesin: kendine yapamayacağın hiçbir şeyi bir başkasına yapma.

böylece herkes iyilik yapmak peşinde (ki kendisine de hep iyilik yapılsın), kimse yalan söylemiyor ve herkes güvenilir (ki kendilerine de yalan söylenmesin ve herkese güvenebilsinler), suç diye bir şey yok (ufacık tefecik suçlar burada kast ettiğim, cinayet ve hırsızlık benzeri ağır suçlar akıllara dahi gelebilecek gibi değil). ve tabii şu cümledeki tüm parantez içi notlar bana ait çünkü onların aklına böyle bir karşılık dahi gelmiyor, hepsi bunu yapmak istedikleri için yapıyorlar, doğru olan öyle davranmak olduğu için.




5 hikaye anlatılıyor kitap boyunca, 5 ana karakter ekseninde. fakat karakterlerin hemen hepsinin yolu bir noktada birbiriyle kesişmiş ya da kesişmekte, bazıları çocukluk arkadaşı, bazılarının bu yol kesişmelerinden haberleri dahi yok: tesadüfler biz farkında değilken gerçekleşiyor ve hayatlarımız bazen varacağı noktadan çok daha öte yerlere esneyebiliyor. medeni ve saygın bir hayat peşinde tüm gerçek olanları merak eden, araştıran, dedektifliğe ayrı bir saygı duyan dağgelinciği ırkının peşinde 471 sayfa macera sizi bekliyor. ve tabii richard bach, her zaman olduğu gibi, satırlara ve satır aralarına serpiştirdiği "hayat dersleri" ile kulağınıza küpe olabilmek için elinden geleni yapıyor.

sevgili patronum tarafından doğumgünümde bana hediye edilen bu kitabı çok severek, çok eğlenerek okudum. richard bach'ın zaman zaman kapıldığı didaktik tonlamayı görmezden gelebildiğinizde çok neşeli hikayeler okuyacağınızı garanti edebilirim. ve, günümüz dünyasından çok farklı olmakla birlikte, bizim uygarlığımızın varacağı noktayı düşündükçe, dağgelincikleri kadar şanslı olacağımızı umuyorum.

1 Eylül 2011 Perşembe

Sen Uyumadan Önce - Linn Ullmann

güzeller güzeli, seksiler seksisi, bir bakışıyla ya da bir gülüşüyle etrafındaki tüm erkekleri meftun eden "yıldız" bir anne, annenin parlaklığı yanında soluk kalmaya alışmış ve nihayetinde kapıyı çekip çıkan, bu arada çocuklarını da doğal olarak bırakan bir baba, nazik ve düşünceli, güzel ama biraz hantal, intihara meyilli bir abla ve ailedeki tüm olumlu özellikler zaten kapılmış olduğu için çılgınlığı ve hayal gücüyle varlığını ortaya koyan, kendi büyülü gerçekliğinin kahramanı bir kadın:  karin.

kovboy çizmeli balıklar, sıvı yüzlü insanlar ve benzeri gerçeküstü karakter ve olaylar barındırsa da, ayakları sağlam yere basan ve mesajını çok net veren bir romandı "sen uyumadan önce". tahminimce yazar hayatından çok fazla öğeyi kurgusuna katmış. ingmar bergman ve liv ullmann'ın kızı olan linn ullmann'ın babasıyla ilişkisinin olmadığını anlatmıştı zeynep bize kitabı ilk önerdiğinde. romandaki karin'in babası tarafından terk edildikten sonra onunla kalan kısıtlı ilişkisinin büyük çoğunluğunun da sinema salonlarında geçmesi beni bu bağlamda çok şaşırtmadı. ullmann'ın da babası ile görüşmemesine rağmen sanatına büyük saygı beslediğini biliyoruz çünkü.


aslında deli bir tempoyla gidiyor roman. nesiller arası sürekli bir gidiş geliş söz konusu: amerika'ya göç eden büyükbaba ve orada kurduğu ailesinin öyküsünü okurken zamanda geriye gidiyor, büyükbabanın ölümünü takiben memlekete dönen büyükanne ve kızlarının öyküleri için arada tekrar zaman yolculuğu yapıyoruz. bu arada da sürekli olarak günümüzde karin'in ailesi ve erkeklerle ilişkilerine şahit oluyoruz.

akıcı ve ferah bir roman. son zamanların en güzel toplantılarından birini sayesinde yaptığımızı düşünüyorum, konuyu ara sıra dağıtmış olsak da, okurken de konuşurken de yazarken de çok iyi vakit geçirdim. kitabı okuduktan hemen sonra seveceğini düşündüğüm bir arkadaşıma ödünç verdiğim için pek alıntı yapamıyorum ama herkese tavsiye ediyorum. teyzesi karin ile birlikte büyükbüyükbabasının eski bir fotoğrafına bakan sander'in saf ve heyecan dolu "eskiden renkler ne kadar azmış!"  tepkisine kim kayıtsız kalabilir ki?

son olarak, ufak bir not düşmek isterim: kitabı alıp da kapağını açtığımda gördüğüm ve düzeltiyi murat uyurkulak'ın yaptığını yazan not beni sevindirmişti, okuduğum kitaplarından m.uyurkulak'ın dilimizi çok güzel kullanan bir yazar olduğunu görmüştüm. fakat maalesef düzelti çok başarılı değil, ya fazla vakit ayırılamamış ya da bir hata var bir yerlerde. yayınevlerinin daha dikkatli olmalarını bir kez daha dilemekten başka bir şey kalmıyor korkarım. ve ben pek umutlu değilim!



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Felsefe, Yelken ve Caz - Asiye Koray Bendon

kişisel gelişim kitapları normalde benim kalemim değildir. pek sevmem okumayı. bir başkasının hayatın sırrına varmışçasına kestiği ahkam nadiren kafama yatar ve ruhuma iyi gelir. pek gelişemem anlayacağınız bu kitaplardan ve genelde kişisel gelişim gurularının da kendi keselerini doldurmak peşinde olduğunu düşünürüm. aslında, bu düşündüğümde (ve haliyle de bu guruların yaptığında) pek de olağandışı, abes bir durum yok. kapitalist dünyada herkes bir şekilde kendini kurtarmak isteğinde haklı olarak. ben de, aynı hakkı kullanarak kişisel gelişim kitaplarından uzak durmaya devam ediyorum.

dedikten sonra... geçtiğimiz aylardan birinde okuduğum fakat yazmak için ancak zaman bulabildiğim FELSEFE, YELKEN VE CAZ adlı kişisel gelişim kitabına geçelim! :) evet, okudum. ama neden okudum? elma yayınevi referansı benim için önemli, daha önceden bu yayınevinden okuduğum hiçbir kitaptan pişmanlık duymadım. felsefe, yelken ve caz da beni yanıltmadı.



yazar asiye koray bendon'un ahkam kesen ve dikte eden bir tarz kullanmaması kitabını diğer kişisel gelişim kitaplarından daha farklı bir noktaya taşımış. samimi, sohbet eder gibi, kendine de iğne batırarak yazmış bendon. "tatlı tatlı" anlatmış, okurunu eksik hissettirmeden ince ince vermiş mesajını. benim gibi dikbaşlı ve hatalarını kabul etmeye pek yanaşmayacak okurların bu "gelişim" ve "ilerleme" satırlarını daha kolay sindirebileceğini düşünüyorum.

caz pek benim kalemim bir müzik türü değil aslında. ama hayatın tüm akortlarıyla belki de bir caz seansı olabileceğini düşündüm okurken. yelken terimlerini öğrenmiş oldum satır aralarında ve dipnotlarda. kitabın adında beni tavlayan anahtar kelime felsefeye gelecek olursak, demeliyim ki okuru düşünmeye sevk eden kitaplar güzel kitaplardır, felsefe ile haşır neşir olmak iyidir ve kişinin kendini geliştirebilmesi için anahtardır.

kitap kulübümüzün misyonu olan ROMAN candır. ama ara sıra kurgunun biraz dışına çıkıp samimi, yürekten yazılan öykülere dalmak da insanı ferahlatır. kitabımız belki bazı gedikli gelişim okurları için basit kaçacaktır fakat benim en hoşuma giden bu "basitlik" oldu, günlük yazarmış gibi kahraman arayışını bizimle paylaşan bendon, bana bugünün blog yazarlarını ve satırlarındaki içtenliği, hesapsızlığı düşündürdü. ara sıra keşke biraz daha üzerinde çalışsaymış da tekrarlar ya da hatalardan arındırsaymış eserini yazar diye düşünmedim değil fakat eğer öyle olsaydı bu samimiyet kalır mıydı emin olamadım. en güzeli böylesi olsa gerek.




sayfa 177'den bir alıntı:

hoca, leo tolstoy'un (1829-1910) anna karenina romanından alıntılıyor:


"bütün mutlu aileler birbirine benzer, ama mutsuz ailelerin her birinin öyküsü farklıdır."

bundan çok emin değilim.

birkaç mutlu aile bulabilirsem etrafta, birbirine benzeyip benzemediklerini de görebilirim herhalde... ama mutsuz olanların senaryoları da üç aşağı beş yukarı aynı gibi geliyor bana:

bir "aldanma ve aldatma diyalektiği."

sanırım, önemli bir bölümü sıradan ve renksiz geçen bir hayatı, bir de evlilik cenderesine sokunca, insanların kendilerini bir aldanma ve aldatma diyalektiği içinde bulmaları üzerine binlerce şarkı da yazılabilir, öykü de, roman da...