8 Aralık 2012 Cumartesi

Şehrin Kuleleri - Tayfun Pirselimoğlu

En son söyleyeceğimi en başta söyleyerek olağanın dışında bir giriş yapacağım belki de yazıma ama söylemezsem sanırım çatlarım:

Son dönemde okuduğum kitaplar arasında bana en büyük hayalkırıklığını Şehrin Kuleleri yaşattı. Her yıl böyle bir kitap düşüyor kafama (geçen yıl Ölüm Pornosu, ondan önceki yıl da Çöplüğün Generali bunu yaşatmıştı). Ütopik ve distopik hikayelere merakım nedeniyle Özlem kitaptan ilk bahsettiğinde ve hatta kitabı elime aldığımda gerçekten heyecanlıydım. O heyecanı diri tutmaya ve kitabımızı sevmeye çok çalıştım. Şaka değil, beğenmeyi çok istedim okurken. Ama olmadı.

Sebebi birden fazla elbette ancak beni kitaptan en çok soğutan şey kitabın özensizliğiydi. Yayınevinin - okurların ortak sorumluluğudur elbette raflarda yer alan kitapların "düzgün" olması. Sondan başlayacak olursak: okur bilinçli olur ve aptal yerine konmayı (haralagürele basılmış bir kitaba para vermeyi) reddederse yayınevleri özenli redaksiyon yaparlar ve hiçbir düzeltiye tabi tutmadıkları (ya da daha da korkuncu, düzeltiye tabi tuttuklarını iddia ettikleri ancak özensizce güya gözden geçirilmiş) kitapları basmaya utanırlar. Bu konuda en az sorumluluğu yazarlara veriyorum aslında ben. Yazarın anlatımını ve yaratıcılığını daha ön planda tuttuğumdan olsa gerek, imla ya da (haliyle) matbaa hatalarından onları sorumlu tutmam pek mümkün olmuyor. Bana göre, yazarın bu konudaki temel sorumluluğu yayınevine özenli bir düzelti için baskı yapmak olmalı.

Bu uzun paragraf sonrasında ise üzülerek söylemeliyim ki Şehrin Kuleleri özenlilik açısından fena halde sınıfta kaldı gözümde. Dil kullanımı ve roman yazma konusunda bunca ahkam kesen Pirselimoğlu'nun da böyle bir özensiz kitapla raflarda yerini alması onun sözlerinin tamamını gözümde geçersiz kıldı ve beni kitaptan (ve hatta kendisinden) fena halde soğuttu. Aptal yerine konmaktan hoşlanmıyorum ve beni aptal yerine koyan yazar ve kitaplardan da mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum. Son dönemin moda tabiriyle; duyarlılıklarıma saygı bekliyorum, hassasiyetlerime aykırı davranılmasını sevmiyorum.*

Beni en rahatsız eden noktayı yazdıktan sonra ufak bir not düşerek yazarın çıkış noktasına bayıldığımı söylemeliyim. Yer Türkiye ve zaman (anlıyoruz ki) gelecekte bir an. Ne kadar gelecekte olduğunu bilmesek de bana öyle geliyor ki "oldukça" gelecekteyiz (belki günümüzden 100 yıl ilerisi?). Yine de (ve her zamanki gibi) bir arpa boyu yol gidememiş, ilerlemeyi ya da yerimizde saymayı bırakın, ülkece çok yıllar öncesine gitmişiz. Darbe üstüne darbe olmuş ülkede (eh, her birinin en az 20 yıl ülkeyi gerilettiğini unutmayalım) ve bunların sonuçları herkes tarafından en ağır şekilde yaşanmış. Bilgisayarlar, cep telefonları ve daha birçok elektronik alet yasaklanmış. Orwell'in büyük biraderi halt etmiş Pirselimoğlu'nun kurduğu düzenin yanında.

T.Kara isimli pasif ve düzenin tam istediği gibi bir ürün olan vatandaşın gözünden yaşıyoruz o dönemin Türkiyesini. Korkak, silik, kafası karışık (ki bu kadar olayın üstüne nasıl karışmasın!), kafası çalışmayan (düşünmeyi bilmeyen) bir karakter T.Kara. Hatırlı tanıdıkları sayesinde bir şekilde kendine iş bulabilen, asla tatmin olmayan ve kendi küçük dünyası sınırları içerisinde en rahat yapabileceği işe kapağı atmayı hayatının biricik amacı yapıp şikayet mektubu üzerine şikayet mektubunu üstlerine gönderen bir tip bizim T.Kara'mız. Tam bir sınav benim için: en dayanamadığım insan tipi!

Ve, maalesef, uzun sayfalar boyunca T.Kara'nın gözü ile zihni arasında sıkışıp kalıyor ve onun zavallılığına tutsak oluyoruz. Pirselimoğlu (kendine örnek aldığı Dostoyevski'den farklı olarak) korkarım bizi o kısır zihnin içinden hiçbir şekilde çıkartmıyor. Mikro ölçekte karakterimizin sızlanmalarından öteye geçemiyoruz.

Geçmek zorunda da değiliz elbette. Pirselimoğlu da Dostoyevski gibi yapmak zorunda değil. Okurunu nereye isterse oraya götürmekte sonuna kadar serbest. Sayfalar ona ait ve dilediğince kullanabilir. Okur da, bunun karşılığında, okuma ya da okumama özgürlüğünü kullanabilir (eğer bir kitap kulübü üyesi değilse ve de bu nedenle zorunlu olarak okuması gerekmiyorsa). Ben, okumak zorunda kalanlardan oldum ve çok açık söylemem gerekirse büyük acılar çektim T.Kara'nın peşisıra İstanbul'un bu distopik sokaklarını arşınlarken.

Kendi adıma, keşke yazarımız çıkış noktasını daha güzel değerlendirip bizi T.Kara'nın ufacıkk bilincine hapsederek canımızı çıkartacağına biraz daha makro yaklaşıp daha akılda kalıcı bir macera yaşatsaydı diyorum. Fakat bu Pirselimoğlu'nun değil benim tercihim ve sonuç itibariyle okurluk (en azından şu haliyle) tek taraflı bir ilişki olduğu için başka bir söz söyleyemiyorum. Beğenilmeyecek bir kitap değil, tamamen zevk işi ve benim zevkim karanlık olsa da, bu derece aptal insan manzaralarına dayanmak zor geliyor. Nihayetinde her gazete okuduğumuzda, internete girdiğimizde ve haberleri izlediğimizde istemediğimiz kadar T.Kara çıkıyor karşımıza. Bir de kitaplarda rastlaştığımızda ben saçımı başımı yolarak çığlık atmak istiyorum!

                                Pirselimoğlu'nun 2007 tarihli "...ve gemi batıyor" sergisinden

Son olarak, Tayfun Pirselimoğlu'nun sinemacılığının edebiyatçılığından çok daha kuvvetli olduğunu düşündüğümü ekliyor ve herkese 'Hiçbiryerde'yi öneriyorum.

* Şaka olsun diye yazdığımı eklemem gerekir mi bilmiyorum şu cümleyi ama yine de ekleyeyim, zira biliyoruz ki ironi son dönemde bu ülke insanının çok da kendini yakın hissedebildiği bir olgu değil.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

1 Aralık 2012 Cumartesi

Kambur - Şule Gürbüz

Bana sorulsa bir gün "Kamburunun düzelmesini mi istersin, yoksa tüm insanların kambur olmasını mı?" diye, herkesi kambur görmek olurdu dileğim.


Bir cümle ile tavlandım. Geçtiğimiz hafta gittiğimiz kitap fuarında aldığım ilk kitap Şule Gürbüz'ün KAMBUR'u oldu (dikkatimi çekmezdi belki de eğer Özlem önermeseydi). Fuar sonrasında ilk okuduğum da gene bu kitaptı. Kısacık bir kitap aslında Kambur. En iyi tarifi "dünyanın merkezine kadar uzanan incecik bir delik" olabilir belki de. Hakkında yazması çok zor, o nedenle de çok denemeyeceğim böyle bir şeyi. Kısaca toparlamaya çalışsaydım eğer, derdim ki:

Şule Gürbüz Kambur'da iğne gibi çiziyor insanın aklını aralıklarla. Durak bilmez bir saldırı gibi sanki bu metin. Acımasız ama bir o kadar da sakin, sessiz ve yine de çığlık çığlığa. O küçücük aralıktan sığıp da geçerseniz Kambur'un dünyasına, sürekli olarak düşüyorsunuz, dibi olmayan bir çukur sanki.

Ya da, belki hiçbir şey demezdim ve bu kitabı kimsenin duymamasını, bilmemesini, okumamasını isterdim. Sadece ben bileyim ve ben okumuş olayım diye.


“Ve bu yaşa geldim, öğrendiğim tek şey, kahve ile şekerin asla bir arada olamayacağıdır.”
Kendisi bu dediğimi duysa ne derece memnun olurdu ya da kızardı bilmiyorum ama son sayfayı okuyup da kitabın kapağını kapattığımda ağzımda bıraktığı tat Lale Müldür şiirlerinden aldığım tada eşdeğerdi. Çok severim ben Müldür'ü. Gürbüz'ü de bir o kadar sevdim demeliyim. Kambur'a Buhurumeryem'den şu dizelerle selam göndermek istiyorum bu nedenle:

Bilmiyorum belki büyük bir günah 
işledik. Ben keşiş giysilerime sarınıyorum. 
13 ay böyle geçecek işte. Güneydeki 
Haç Yıldızı bize kara kara gülümseyecek. 
Dilimin dönmediği şarkılar söyleyeceğim ben. 
Kimin ne için başlattığını 
bilmediğim bir büyü 13 aylı yıl 
boyunca akacak başucumda. 
Ellerimi temizlemek isteyeceğim 
geri dönmek belki de. 
Geri dönemeyeceğim. 
Altın haçlı o kara çarşafın 
üzerinden 13 aylı yıl akacak.

O sole mio! O Sole Negre!

30 Kasım 2012 Cuma

"Gerçek daima tektir" : 1Q84 - Haruki Murakami

Her şeyden önce Banu’ya teşekkür etmem gerekli sanırım kitap kulübümüzü Haruki Murakami ile tanıştırdığı için. Kendi halime bırakılsaydım bir gün sanırım tanışırdım ben de Murakami ile fakat bu kadar çabucak 1Q84’ü alır da okur muydum çok emin değilim. Japon edebiyatı bana çok uzaktı ve onun önerisiyle okuduğumuz Sahilde Kafka'dan sonra (gönlümün birincisi Rus edebiyatı merakımı geçememiş olsa da) gözümde ayrı bir yer kazanarak önceliklerimi değiştirdi.

1Q84, herkesin bildiği gibi, Murakami’nin en son romanı. 2009 ve 2010 yılları arasında 3 cilt olarak Japonya’da yayımlanmış ilk ve daha raflara çıktığı gün birinci baskısı tükenmiş. İlk bir ayda bir milyon kopya satış yapılmış. Ben yeni bir Murakami hayranı olduğum için o heyecanlı beklentiyi yaşayamadım tabii, baktım Türkçe çevirisi satışa sunulmuş, hemen aldım rafıma koydum ve 4-5 ay bekledim okumaya başlamadan önce.

Buraya ufak bir not düşmek istiyorum: bizde tek cilt olarak basmış Doğan Kitap 1Q84’ü. Kalın ciltli 1256 sayfalık kocaman ve ağır bir kitap alıyorsunuz elinize. Etkileyici görünüyor belki evet ama okuması pek zor. Hele ki benim gibi okumalarınızın büyük kısmını yollarda yapıyor ve okuduğunuz kitabı yanınızda taşıyorsanız durum iyice zorlaşıyor. Ben yanımda tabii ki taşıyamadım bu koca cildi, evde ve vakit buldukça okudum, bu nedenle de normalde bitireceğim süreden daha uzun sürdü benim 1Q84 maceram, istediğim kadar konsantre olup kaybolamadım içinde bu nedenle. Bundan sonra belki 3 cilt halinde de basılır da insanlar rahat rahat alır, yanlarında taşır ve gönüllerince okurlar.

Dört yılda yazmış Murakami bu romanı. Diğer eserlerinde yaptığı gibi, gerek klasik müziğin büyük isimlerine (kitabın teması bu sefer Leoš Janáček’in "Sinfonietta"sı) gerek günümüzün ünlü sanatçılarına bu kitabında da bolca yer vermiş. Murakami’nin bu huyu çok hoşuma gidiyor; bildiğiniz gibi büyülü gerçeklik akımının neferlerinden yazarımız ve de bir “rüya” içerisinde hem bildiğiniz hem de size çok yabancı bir arazide yürürken arada sırada karşınıza çıkan tanıdık isimler ve melodiler ayağınızı yere biraz daha sağlam basmanızı ve okuduklarınızla biraz daha özdeşleşmenizi sağlıyor.

Yıl 1984. Yer Tokyo.

İlk sayfada tanışıyoruz “esas kız” Aomame ile. Fazla bekletmeden yazar bize o anda takside bir yere gitmekte olan Aomame’nin bir kiralık katil olduğunu açıklıyor (hayır, merak etmeyin bunu yazarak kitaptan alacağınız tadı azaltmıyorum, konumuz bu değil çünkü). Aomame birini bir şey için öldürmeye gidiyor. Ama bir şeyler garip. Sinfonietta’yı dinlerken daha bunun farkına varıyor ama ne olduğunu anlayabilmiş değil. Garip olaylar olmaya başlıyor ve Aomame anlıyor ki taksiye binerken ardında bıraktığı dünya, taksiden indiğinde dahil olduğu dünya değil.

Ama aslında hala 1984 yılında. Yoksa değil mi?

Değil. Aomame’nin bildiği 1984 gitmiş ve artık yıl 1Q84.

(Kitaba adını da veren 1Q84 Japon dilinde bir kelime oyunu aslında: Japon dilindeki 9 (kyū ) İngiliz dilinde “soru” anlamına gelen “Question”ın Q’su ile eşsesli. Yani evet, 1?84’teyiz bir anlamda: paralel bir dünyaya mı geçtik henüz bilmiyoruz ama farklı bir gerçeklikte olduğumuz kesin.)



Aomame’yi kafa karışıklığı ile başbaşa bırakarak Tengo ile tanışıyoruz bu sefer. Kitabın “esas oğlan”ı. Tengo bir dershanede matematik dersleri veriyor, aynı zamanda da bir yayınevi için çalışıyor. Nihai amacı iyi bir yazar olmak. Yayınevinin editörü Komatsu bir yarışma için gönderilmiş sürükleyici ancak çok da iyi yazılmamış bir metni Tengo’ya baştan yazması için veriyor . Gölge yazarlığı kabul eden Tengo’nun tek şartı öykünün esas yazarı ile tanışmak. Ve tanışıyorlar: Fukaeri adlı lise öğrencisi disleksik bir kız çocuğu. Öyküsü de son derece enteresan: “little people” adı verilen bir takım varlıklar ve bir köyde geçen olaylar. Fukaeri’yi tanıdıkça Tengo fark ediyor ki aslında bu öyküyü bu kız yazmış olamaz. Zaten Fukaeri’nin de böyle bir iddiası yok, o sadece ilgi çekmeye çalışıyor.

Peki ne için?

Anlıyoruz ki “Şişeyle tıpa birbirine uymuyor. Sorun ya şişede ya da tıpada” (s.267)

Dünya dönmeye devam ederken Aomame ve Tengo’nun hikayeleri birbirlerine yaklaşmaya başlıyor. İlkokulda iki yıl aynı sınıfta okuduklarını ve sonrasında yollarının ayrıldığını, bir daha hiç görüşmediklerini öğreniyoruz. İkisi de birbirlerinden başka kimseyi sevmemiş. Aradan 20 yıl geçtikten sonra dahi hala yolda yürürken bir gün acaba diğeri karşısına birden çıkıverir mi diye yanlarından geçen herkesin yüzüne dikkatle bakmaktalar ve diğerinin kendisini bulmasını beklemekte, ummaktalar.

Aşk gerçekten her şeyin üstesinden gelebilecek mi?

Bunu size anlatmayı hedefleyen 1256 sayfa var önünüzde, eğer merak ediyorsanız.

Belki okuduğum en iyi Murakami romanı değil ama yine de bu bir Murakami romanı.

İnsanı, kendine rağmen, içine çeken ve (benim Japon edebiyatında kanıksadığım ve hatta çok da sevdiğim) bol tekrarlarla, geriye dönüşlerle ve karakterlerin naif tarifleriyle anlatmak istediğini gözünüzün önünde tamamiyle somutlaştıran bir öykü söz konusu. Ayrıca yazarımızın dünyaya bakışını ve sakin espri anlayışını da fark ediyorsunuz aşağıdakine benzer cümleciklerle aralarda rastlaşınca:
"Dünya Nazileri, atom bombasını ve pop müziği gördü, buna rağmen bir şekilde bugüne ulaştı." (S.1201)
Birbirini aramakta olan bir kadının ve bir erkeğin öyküleri arasında gidip gelerek birbirlerine nasıl yaklaştıklarını sayfalar boyunca takip ediyoruz ve satırların arasından Murakami bize diyor ki:
"Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter, hayatın kurtulmuş demektir." (S.260)
Aşk romanı bu, evet. Aşk belki de en büyülü gerçeklik. Ya da belki değil ve hayat sadece tesadüflerden, cinayetlerden, çatışmalardan, dini okült oluşumlardan, takiplerden ve tecavüz gibi insanın insana zulmünden oluşuyor. Ya da belki her şeyin bir amacı var. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Belki de hiçbiri değil ve her şey tamamen yazıldığı gibi. Bilmiyorsunuz. Bilmiyoruz.

Kafası karışanları kendi halinde boğulmaya bırakmayan Murakami ufak bir not düşmüş sayfa 1142’ye, özel dedektif Uşikava’nın ağzından:
"Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Açıklaması yoktu. Fakat şu an için bu derinlemesine düşünülecek bir sorun değildi. Esas mesele, bu duruma ne şekilde ayak uydurulacağıydı. Öncelikle bu görüntüyü olduğu gibi, mantıklı olup olmamasına bakmaksızın kabul etmekten başka yol yoktu. Mesele ondan sonra başlıyordu."
Siz de, 1Q84’ü olduğu gibi, mantıklı olup olmamasına bakmaksızın kabul edin. Ve bırakın mesele başlasın. Kaybolmak da güzeldir bazen.


Not: Ben kitabın 1.baskısını almıştım Nisan ayında ve ancak Ekim 14’te okumaya başlayabilmiştim. Tam hızımı almış giderken önemli bir baskı hatasıyla karşılaşarak yayınevine durumu bildirdim ve bir kaç hafta sonra elime geçen yeni baskısından (şu anda bana gönderilmiş olan baskı 7.baskı – demek ki bizde de iyi okunmakta bu roman) bitirebildim. Anlayacağınız, araya giren 3 haftadan biraz uzun süre ve benim bu arada okumayı bitirmem gereken diğer iRo! romanları nedeniyle ilk başta kendimi kaptırdığım kadar içinde kalarak bitiremedim Aomame ile Tengo’nun öyküsünü. Siz benim gibi yapmayın, araya başka şeyler sokmadan bitirin bu güzel romanı gitsin.

11 Kasım 2012 Pazar

"kontra kültür": vonnegut'un gece ana'sı

israil'de bir hücrede yargılanmayı bekleyen nazi savaş suçlusu ve amerikan vatandaşı howard w. campbell, jr. bir kitap yazar ve bu kitabını çeşitli "yetkili merciler"e gönderir.

önsözde bize söylenen bu hikayenin "gerçek" olduğudur: campbell'in ikinci dünya savaşı öncesinde, sırasında ve sonrasında başından geçenleri okuruz. günlük gibi, sayfa sayfa, adım adım onunla birlikte o dönemin her bir gününün içinden geçeriz.



11 yaşından bu yana almanya'da yaşamakta olan campbell tanınır bir oyun yazarı olmuştur. nazi hareketinin yükselişe geçmesiyle birlikte, aslında politik olarak herhangi bir görüşü / sempatisi olmasa da, nazi propaganda bakanlığının önemli araçlarından biri olarak amerikan vatandaşlarına yönelik radyo programları yapmaya başlar. karizmatiktir, dinleyenleri genelde etkilemeyi başarır. bu aslında çok ironiktir: campbell programlarında anlattığı şeylerin hiçbirine inanmaz, hiçbiri umurunda değildir. onun umursadığı tek şey sanatı (oyunyazarlığı) ve karısıdır. helga'sına delicesine aşıktır ve karısının savaş sırasında ölümünden sonra dahi aşkına büyük bir tutkuyla sadık kalır.

savaşın sonunda amerikan kuvvetlerinin eline düşer campbell ve biz o zaman öğreniriz ki aslında nazi saflarında propaganda yapmasının sebebi amerikan gizli servisi hesabına çalışıyor olmasıdır. onlara haber uçurmaktadır yayınlarında. ama tabii yakalanması durumunda kendisini tanımayacaktır amerika. yine de, kaçmasına yardım ederler ve amerika'ya yerleşir campbell. amerika hesabına çalışmaktan da nazi propagandası yapmış olmaktan da pişman değildir çünkü ikisi de umurunda değildir. helga'sının anılarıyla yaşamaya devam eder. ta ki yakalanana kadar.

yakalanarak israil'e götürülür yargılanmak üzere ve çember tamamlanır, romanın en başına dönerek son sözleri okuruz:
elveda, acımasız dünya!
auf wiedersehen?
olanların değil de ardındakilerin önemli olduğu, pek sürpriz içermeyen ama çok etkileyici bir roman 'gece ana'. iyi dediğin iyi değil, kötü dediğinde ise hangi açıdan baktığına göre sonsuz iyilik olabiliyor. okumak lazım. ;)

kurt vonnegut kitabının ön sözünde bu öyküsünün bir ahlak içeren (en azından kendisinin farkında olduğu bir ahlak içeren) tek öyküsü olduğunu söyler: "biz, 'o'ymuş gibi yaptığımız şeyiz, yani 'ne'ymiş gibi yaptığımıza dikkat etmeliyiz" ("we are what we pretend to be, so we must be careful about what we pretend to be.")

kitaptan yapılacak diğer iki çıkarım da şöyle olmalı diyor yazar:

- öldüysen, ölmüşsündür.
- yapabildiğinde aşk yap. sana iyi gelir.


dipnot: palm sunday'in 18.bölümünde vonnegut kendi kitaplarını birbirine nazaran değerlendirerek 'gece ana'ya not olarak A vermiştir (diğer kitaplarına verdiği notları görmek için tıklamak yeterli).

Koleksiyoncu - John Fowles

dünyanın garipliklerine belki de bir örnek benim john fowles'la tanışma tarihimdir. yurtdışında yaşayan, kitap okumayı çok sevdiğimi ve çevirilerle başımın da ne kadar belada olduğunu bilen bir arkadaşım bundan yıllar önce bir doğumgünümde bana "the magus" (büyücü) adlı kitabı hediye etmişti. bir süre kütüphanemde bekleyen kitabımı elime almam ve uzuuun sayfaları devirip de bitirmem yanlış hatırlamıyorsam 1 hafta kadar sürmüştü, o derece sevmiştim yani. o dönemde ne iRo! mevcuttu ne de ben bir blog tutuyordum, bu nedenle sadece kendi merakımı gidermek için yazarına dair ufak bir araştırma yapmak istemiş ve benim çok beğendiğim yazarın benim kitabının son cümlesini okuyup da kapağını kapattığım bir önceki günde (5 kasım 2005) öldüğünü öğrenmiştim. işin enteresan yanı, okuduğum kitabın son sayfasına (son cümleden sonra) "die, fowles die! i need a concrete ending to this story" (öl, fowles öl! bu hikayenin somut bir sonu olmasına ihtiyacım var)  yazmıştım ve muhtemelen ben o cümleleri yazarken yazar da isteğim üzerine ölmekle meşguldü...!

fowles öldü, ben de ölümündeki payımı (!) zaman içerisinde unuttum. bu arada çok sevdiğim kitabımı ödünç verdiğim bir tanıdığımla artık görüşmemeye başladık ve kitabım da böylece (bizim dönemimizin tabiriyle) hacılanarak kayıplara karıştı. aradan 3-5 yıl geçti ve bir gün karşı konulamaz bir istekle girdiğim kitapçıdan bir adet 'büyücü' (ayrıntı yayınları, üçüncü basım, 2010) ve bir adet de 'koleksiyoncu' (ayrıntı yayınları, üçüncü basım, 2009) alarak çıktım. kendime yılbaşı hediyesi hesabı... ertesi gün geleneksel iRo! yılbaşı çekilişi doğrultusunda herkes birbirine kitap hediyesini verirken, benim gizli noel babam bana 'koleksiyoncu'yu hediye ediverdi! tesadüf işte... :) hediye gelen kopyayı kendime saklayıp kendi aldığım kitabı ise tabii ki başka bir kitapla takas ettim ilk çarşı pazar imkanımda.

ve koleksiyoncu yıllar süren rafta tozlanma macerasının ardından geçen hafta içerisinde bir gün elime düştü. okundu nihayet, beğenildi, buraya kadar geldi.

en kısa (ve tabii ki hiçbir şekilde romanın hakkını vermeyecek) bir şekilde, olayların yirmili yaşlarının sonundaki C ile yirmili yaşlarının başındaki M arasında geçtiğini söyleyelim önce.

toplumsal farklılıklar çarpışır roman boyunca. yukarıdakiler ile aşağıdakiler arasındaki keskin uçurum olanca sertliğiyle belli eder kendini bu iki genç insanın karşılaşma öyküsünde. "aşk"ından ötürü bayıltarak kaçırdığı ve özel olarak hazırladığı mahzene kapattığı M'yi tanırız önce C'nin gözünden. derken M hasta düşer ve birinci bölüm sona erer. ikinci bölümde ise kaçırıldığı andan itibaren yaşananları M'nin gözünden okuruz ve bu sefer de C'yi tanırız yakından. madalyonun iki tarafını da görür, tanır, biliriz. ve üçüncü bölümde de şaşırtıcı olmayacak olan sona ulaşırız.

ulaşır mıyız? acaba...?

C bir koleksiyoncudur, kelebek peşinde geçen yalnız bir hayatı vardır. aileden yana talihsiz, sosyal statüsünün sıkıntılarını derinden yaşayan ve bu ezikliğin üstesinden gelmek için kendisine kalın bir duvar örmüş, M'ye delicesine saplantılı. peri masalı "M'yi seviyor olması"dır onun için. ama sevdiğini söylerken dahi ifadesi kansere yakalandığını açıklayan bir insanınkine benzer (s.176). her açıdan umutsuzdur.

M bir öğrencidir, çok güzeldir, hayat doludur. ailesiyle ilişkileri açısından belki çok iyi değildir durumu ama maddi olarak sıkıntı yaşamaz ve "ortaüst tabaka"nın tüm konforlarının tadını çıkartır. sosyalisttir bir de! daha doğrusu, sosyalist olmak ister çok değer verdiği G.P.'nin etkisiyle. akıllıdır ve yaşından beklenenin üzerinde farkındadır neler olup bittiğinin. evet, önce belki cinsel tacize uğrayacağını sanır, ama çok kısa sürede fark eder ki C'nin derdi başkadır. günlüğüne bunu çok net ve vurucu cümlelerle aktarır:
"nedeni benim. ben onun deliliğiyim. yıllar boyu deliliğine bir özne arıyordu. sonunda beni buldu."
okudukça fark ederiz ki kimin efendi kimin tutsak olduğu çok da belli değildir. maddi ile manevi arasında ciddi bir fark vardır ve aslında bu ikisi sürekli olarak birbirini etkiler.

tahliller ve saptamalar açısından çok başarılı buldum ben 'koleksiyoncu'yu. toplumsal ve psikolojik açıdan net ve lafını esirgemeyen sağlam bir metin. ayrıca iyi bir gerilim söz konusu. filmi de varmış, izlememiştim, izleyeceğim en kısa sürede.



bir alıntıyla bitirelim, M'nin günlüğünden (s.153) :
"bir zindanda yaşamayan hiç kimse, buradaki mutlak sessizliği anlayamaz. ben yapmazsam çıt çıkmıyor. kendimi ne kadar da ölüme yakın hissediyorum. gömülmüş. yaşamama yardımcı olacak dışarıdan gelen en ufak bir ses bile yok. sık sık plak çalıyorum. müzik dinlemek için değil, bir şey duymak için. oldukça sık garip bir yanılsamaya kapılıyorum. sağır olduğumu düşünmeye başlıyorum. olmadığımı kanıtlamak için hafif bir gürültü yapmam gerekiyor. her şeyin yolunda olduğunu kendime göstermek için öksürür gibi yapıyorum. hiroşima'nın yıkıntıları arasında buldukları küçük japon kız gibi. her şey ölmüştü; o ise oyuncak bebeğine şarkı söylüyordu." 
not: yazılacaklar listemde 'büyücü' de var, evet. belki bir gün ona da sıra gelecek! :-)

Çelik Bilye - Jerzy Kosinski (bir çeviri faciası: halbuki bakışlarından hiç anlaşılmıyordu!)

jerzy kosiński ile tanışıklığım çok eski yıllara gitmiyor maalesef. bundan birkaç yıl önce okuduğum 'boyalı kuş' haricinde başka bir kitabını okumuşluğum da yoktu pelin bize "çelik bilye okunacak" diyene kadar. ne yalan söyleyeyim, konusu (rock yaşam tarzı ağırlıklı olacağını sandığım için olsa gerek) beni birinci dakikadan itibaren cezbetti ve kitabı alıp da başlamak için daha toplantı akşamımızda sabırsızlanmaya başladım. okudum, bitirdim, toplantı yaptık ve fikirlerimi söyledim. sonrasında araya biraz vakit girdi ben yazabilene kadar ve şimdi önümde bilgisayar, kitap ve notlarımla oturmuş bu cümlelerle zaman kazanırken görüyorum ki yazabileceğim çok az şey birikmiş bende kitaba dair.

öncelikle, söylemeliyim ki (çevirideki kabuslara değinmeyecek olursak) hiç sıkılmadan okudum çünkü rahat okunan ve pek de derinliği olmayan bir kitap. yormadı, üzmedi, bir iki yerde eğlendirdi, karmaşıklaşmadı ve oturup düşünmemi / merak etmemi gerektirmedi. doğru, aradıklarımın büyük çoğunluğunu bulabilmiş değilim kitapta ama bu belki de boyalı kuş kadar beni etkileyecek bir kitapla buluşacağımı sanmamdan ötürüdür. sex-drugs-rock&roll üçgeninde oradan oraya savrulmayı ve kendini bütünüyle gizlemeyi başarmış bir müzik ilahının beyninin içine girerek iz takip edebilmeyi beklediğimi saklamayacağım. bunu bulamadım. ama çok güzel bir sürpriz olarak büyük hayranı olduğum chopin'i buldum sayfalar arasında, bu çok hoşuma gitti.

öncelikle, ne goddard ne de domostroy (kitabımızın iki müzisyeni, ki bu nedenle de aslında bir çılgın bohem rock ilahı hikayesi bekliyoruz galiba) bir rock ilahı. hatta rock müzisyeni de değiller. goddard rock müziğin felsefesine çekim hisseden ve ilgilenen (ama babasıyla da ilişkilerinin hastalıklı yapısı nedeniyle gerçek kimliğinde son derece ezik bir tip olan) bir modern zaman müzik dahisi, domostroy ise rock yaşam tarzını benimsemiş nerede akşam orada sabah takılan ve kendini harcayan bir klasik müzik sanatçısı. ya da ben öyle anladım (!) kişisel fikrim, kitaptaki müzisyenler arasında (müziği açısından) rock müziğe gerçekten en yakın olan tek isim chopin. şaka olsun diye yazmadım bunu, bence beethoven ile birlikte chopin zamanlarının rock starlarıdır. şuraya aldığım besteyi bir dinlerseniz sanırım demek istediğimi anlayacaksınız. elbette bir hard & heavy müzik kastetmiyorum. ama yaklaşım (müziği algılama ve yansıtma) söz konusu olduğunda rock'ın temelini, özünü bulabiliyoruz chopin'de. dinleyecek olursanız, özel favorim olan "ocean / okyanus", etude no:12 (dk.28:55'te başlıyor) şahane dökülmüş bu parmaklardan, bilginize:


şaşırtmayacak bir sistem eleştirisi okuyoruz sayfalar boyunca, "rock'ın felsefesi" ile harmanlanmış bir şekilde. sağlam bir diyalektik oturtuyor yazar iki kadın karakteri yoluyla: donna ve andrea'da tüm karşıtlıkları görüyoruz. kitabı bizim piyasamıza sunanların konuyu saptırarak daha ilgi çekici bir hale getirmek istediklerini sanıyorum. bence okuduğumuz bir "entrika dolu, öngörülmez, alengirli bir oyun" değil (tırnak içi arka kapaktandır). en basit haliyle beyaz ile siyahın, saf ile kirlenmişin, samimi ile yalancınıni iyi ile kötünün bir çekişmesi var çelik bilye'de.

ve gerçekten de: "başarı yabancılaştırır. çok büyük başarı sürgün eder." (sayfa 151) ama sadece kişinin kendi korkuları ve tercihleri nedeniyle...

kitabı okumak isteyebilecekler için konuyu çok da ortalıklara sermeden bu kadar yazmam yeterli diye düşünüyorum. gelelim benim için en önemli olan noktaya: kitabın çevirisi.

diyecek pek söz bulamayacağım korkarım: "kötü çeviriler nasıl olur" ya da "bir çeviri nasıl olmamalı" konulu dersler varsa üniversitelerde, mutlaka bu kitap örnek gösterilmeli. kitabın bir çok özel noktasının çeviride kaybolduğuna neredeyse eminim. iki tane örnek vermek istiyorum, sanırım demek istediğim anlaşılacaktır çevirinin kalitesine dair:

sayfa 114: (kadının hem zenci hem de ÇOK güzel olmasına dair bolca vurgudan sonra insanları şaşırtacak / hayran bırakacak kadar güzel bir şekilde piyanoda chopin çalmasından sonra karakterlerden birinin sözleri) : "çok yetenekli bir chopin yorumcusu. bakışlarından hiç anlaşılmıyor değil mi?" (pardon ama nasıl bakıyormuş da anlaşılamıyormuş yetenekli olabileceği? sabit mi bakıyormuş yoksa gözleri fıldır fıldır dönüyor muymuş? yoksa acaba belki de ingilizce metinde burası "you can't tell it by her looks, can you?" mu acaba? tabii ingilizce metni görmediğim için bu cümleyi birebir tutturamamış olabilirim ama her şeye bahse girerim ki orijinalde "dış görünüş" veya benzeri bir anlama gelen "the looks" kullanılmıştır. kontrol edebilecek olan olursa haber versin.)

sayfa 132 : "bu sebepledir ki, fransa'ya demir atmış polonyalı chopin bir yüzyıl kadar sonra, büyük olasılıkla şehrin fransızca konuşulan bölümünde duydukları müziği new orleanslı zenci ragtime piyanistleri arasında rağbet görmüştü." (cümledeki anlam düşüklüğünü kaçırmak mümkün değil, eksik kelime(ler) tamamlansa bir şey ifade edecek elbet ama ne? bu sıkıntıyı gidermek için ciddi bir redaktöre dahi gerek yok, gözden geçiren her kim olursa olsun bu saçmalığı ıskalaması mümkün değil aslında! e peki o zaman bu cümle neden böyle?)

dahası da var elbette ama buraya o kadarını da taşıyacak halim yok. kalitesiz çeviriler okuduğum zaman yayınevine ve de o kitaba saygım o kadar azalıyor ki okumaya devam etmek dahi ek çaba gerektiriyor benim için. yazık olmuş diyelim ve öyle kalıversin.



not: kosiński'nin "boyalı kuş"unu ileriki bir tarihte kafamı toparlayarak yazmayı umduğum için burada çok değinmedim. ayrıca "being there" (bir yerde) toplantıda herkesten o kadar yüksek tavsiyeler aldı ki onu da en kısa sürede edinip okumak konusunda çok kararlıyım, bir gün o da olacak elbet. :-)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

9 Kasım 2012 Cuma

Küçük Kara Balık - Samed Behrengi

çocukken de (bugün olduğu gibi) en sevdiğim şey kitap okumaktı. genelde çocuklar (en azından benim tanıdıklarım) oyuncak hediye almayı sever, kitaplara burun kıvırırlardı. ben ise tam tersiydim: ne kadar çok kitap, o kadar "çok" iyi!

yetişkinlik hayatımda dahi o kadar üzerinde düşünmeme rağmen karar veremediğim bir şey var: kitap okumayı sevmek doğuştan gelen bir şey midir yoksa edinilen bir alışkanlık mıdır? bana kimse kitap okumayı sevdirmeye çalışmadı eğer yanlış ya da eksik hatırlamıyorsam. çevremde elinden kitap düşürmeyen kimse de olmadı. ama ben kitaplara, kitapların dünyasına aşık büyüdüm (hala da öyleyim!). bunun tam tersi, kitaplara aşık olduğunu bildiğim ailelerin çocuklarında hiç kitap merakı olmadığını da görmüşlüğüm var. sözün özü: kim neden ve nasıl sever kitapları, düşünmeye devam edeceğim sanırım daha uzun bir süre!

geçtiğimiz günlerde kitap okumayı da seven can bir kardeşimle konuşurken (kendisine kardeş diyişim yaştan değil histen tamamen) bana en sevdiği çocuk kitabından bahsetti ve sonrasında da kitabı bana okumam için verdi:



bayıldım. bayılmak ne kelime, aşık oldum kitaba! çocukken es geçmişim bunu, nasıl olduğunu anlayamadım ama olmuş işte. 25-30 yıl gecikmeli de okumuş olsam, eksiğimi giderdiğim ve küçük kara balık'la tanıştığım için çok çok mutluyum. kendisine buradan kalpten teşekkür ediyorum ve bu kitabı yetişkin ya da çocuk herkese mutlaka tavsiye ediyorum.

"sürünün dışında olsun benim çocuğum: sorgulasın, merak etsin, maceralara açık olsun" diyorsanız, onca görece beyaz içerisinde siyah olmasını teşvik ediyorsanız lütfen okutun çocuklarınıza. küçücük bir derenin yeknesak hayatına mahkum kalmayı reddederek büyük denizin peşine düşen küçük kara balıkla tanıştırın onları. siz de tanışın ve düşünün: tüm çocuklar bu küçük kara balıkla tanışmış olsaydı zamanında daha güzel olmaz mıydı bugün hayatımız?

okurken bir yandan da yazarı samed behrengi'yi düşündüm: gencecik yaşında öğretmenlik yapabilmek için dağ tepe köy kasaba gezen iranlı genç. anlattıklarının tehlikesi nedeniyle şah rejimi tarafından ortadan kaldırılan binlerin içinde bir kişi. bugün dahi bölge köylerinde behrengi dendiğinde, insanların kendilerine atılan yalanı yemediklerini gösterircesine "bir kaşık suda boğuldu behrengi!" dedikleri ödüllü öykü yazarı. 28 yaşında ölmüş, doğruyu anlatmak için çabalayan birçokları gibi.

"on bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık iyi geceler diledikten sonra yuvalarına gidip uzandılar, hemen de uykuya daldılar. balık nine de uyudu. ama küçük bir kırmızı balığın gözüne uyku girmedi. bütün gece boyunca hep denizleri düşündü, düşündü..." 

not: ben cem yayınevi'nin 1989 baskısını okudum, ama görebildiğim kadarıyla bir çok yayınevi basmış sonrasında bu güzel öyküyü. anlayacağınız, seçenek çok: dikkatli seçin. ;)

29 Eylül 2012 Cumartesi

Hayali Söyleşiler Serisi : Freud & Picasso

Geçtiğimiz günlerde yeni bir yayıneviyle tanıştım: KOLEKTİF KİTAP. Sloganları: "DAHA ÇOK KİTAP!" Gerek yayınevlerine seçtikleri isim, gerek logoları (bir fil - ben fillere bayılırım!) ve gerekse de sloganları sayesinde beni hemen etki alanlarına alıverdiler. Derken, iki adet kitapları geçti elime: Hayali Söyleşiler Serisi(*)nden PICASSO : Hayatı ve Düşünceleri ve FREUD : Hayatı ve Düşünceleri. İki kitabı toplamda üç günden kısa bir sürede bitiriverdim, tadı damağımda kaldı. Hal böyle olunca, yazıp duyurmak ve bilmeyenlere de anlatmak boynumun borcudur dedim.

Hayali Söyleşiler serisinde ünlü isimlerle sohbetler var. Adından da anlaşılacağı üzere tamamen hayal ürünü. Ya da şöyle diyelim: söyleşiler gerçek değil ama biyografik gerçeklere dayanıyor. Ciddi bir birikim ve araştırma gerektiren bir durum aslında bu. Her iki isimle de ilgili bir çok farklı kaynaktan, söyleşiden, makaleden ve tarihsel gerçeklerin farklı ağızlardan aktarılmasından faydalanılmış belli ki ve hepsi birbirine çok güzel bir şekilde bağlanarak hem akıcı hem de çok eğlenceli bir "sohbet" sunulmuş okura.


Ben, kişisel olarak, en çok rahat okunuyor olmasını ve de gerçekten ilgimi çeken iki ünlü ismin iç dünyasına ışık tutmasını sevdim bu kitapların. Eğlendim ve bilmediğim bir iki şeyi de bu şekilde öğrenmiş oldum. Her iki ismi de adlarından (ya da herkesin bildiği çok bilindik bazı özellik ya da eserlerinden) öte tanımayanlar için ise harika başlangıç noktası olacağını düşünüyorum bu serinin. Hem derli toplu bir çok bilgiyi kısa kısa ediniyorsunuz hem de eğleniyorsunuz: daha ne olsun? Gençlere okutulması taraftarıyım, ebeveyn sınıfı duyun sesimi! Kısa bilgileri bu kitapla edindikten sonra en ilgilerini çeken noktalarda detaya dalmak günümüzün internet dünyasında hiç de zor olmayacaktır. Bu isimleri fildişi kulelerinden indirip "sen-ben gibi" insan yüzleriyle tanıtan ve sempatik göstererek dediklerini daha rahat anlamamızı sağlayan bu seriyi mutlaka öneriyorum herkese. Ha, eğer siz "bilim tarihi" ve "sanat tarihi"ni gereğinden çok daha fazla ciddiye alan ve derin akademik araştırmalar haricinde her şeye burun kıvıranlardansanız, uzak durmak isteyebilirsiniz, onu bilemem.

Unutmadan, yabancı dilden (İngilizce) çevrilerek piyasaya sürülen bu kitaplarla ilgili ayrıca dikkatimi çeken bir noktaya değinmek istiyorum: çeviriler çok başarılı. Freud için Gonca Gülbey'i, Picasso için de Gülsüm Kara'yı tebrik ederim.

Yeni bir yayınevi bulmanın heyecanıyla sayfalarını incelerken yayına hazırlanmakta olan diğer kitapları da gördüm ve sanırım Kolektif Kitap'ın en yakın takipçilerinden biri ben olacağım. Hangi birini yazsam bilemedim ancak özellikle üç cilt olarak hazırlanan ve 'dünya edebiyatının başyapıtlarının kronolojik bir düzende özetlendiği' "Grafik Kanon" (The Graphic Canon) ve çocuklar için hazırlanmakta olan "Alfred & Agatha" serisi (evet, mesela Agatha Christie ve Alfred Hitchcock çocukluklarında arkadaş olmuşlar ve maceralar yaşamışlar) raflarda yerlerini alır almaz direkt olarak kitaplığıma girecekler. Bunların dışında Resimli Başyapıtlar serisi (Kafka'nın Dönüşüm'ü, Poe'nun Kara Kedi'si, Gogol'un Palto'su), Yeni Bakış Serisi ve Popüler Bilim ile İnceleme-Araştırma serileri de sanırım elimden kurtulamayacaklar. Yayına hazırlananları yayınevinin sayfasından incelersiniz artık, ben hepsini almak istediğim için aralarında kayboldum ve sanırım abonelik talep edeceğim yayınevinden :)

Bitirirken bir not eklemek isterim (yazarken birden aklıma geldi) : yayınevini ya da sahiplerini tanıyor değilim, reklam yapmak için bir çıkar da sağlamadım kendilerinden. Ancak incelediğim kadarıyla öyle heyecanlandım ve hoşuma gitti ki herkes mutlaka bir denesin istedim. Gönül ister ki yayınevlerimizin sayısı artsın - ama ayakta da kalabilsinler! - ve biz okurlar da daha kaliteli ve de uygun fiyatlı yayınlara erişebilelim.

Kitaplıklarımıza hoş geldin Kolektif Kitap! Kalıcı olabilmeni dilerim. :)  


(*) Şu an için piyasada sadece Freud ve Picasso olsa da, kuşların söylediğine göre Shakespeare ve Einstein da yayına hazırlanmakta, yakında elimizde olabilecek kıvama gelirler eminim. Benden söylemesi. ;)

Döjira'ya kavuşma vakti: Yedinci Gün - İhsan Oktay Anar

Türkiye sınırları içerisinde yetişen en önemli romancılardan olduğunu düşünüyorum İhsan Oktay Anar'ın. Sadece dili ustaca kullanabilmesi ve amiyane tabiriyle aşmış ironi yeteneği sebebiyle değil, tarih ve felsefeyi de kurgusuna bayıldığım bir şekilde yedirebilmesi nedeniyle Anar'ın yeri bende bambaşka. Bundan iki yıl kadar önce yaptığımız bir anketimizde kimin romanı çıkarsa işi gücü bırakıp gider ve derhal satın alıp hemen okumaya başlarız diye sormuş ve ezici çoğunlukla İhsan Oktay Anar yanıtını almıştık (ki, ben de elbette İ.O.Anar oyu kullananlar arasındaydım).  Bu nedenle, bir gün twitter'da Anar'ın yeni romanının çıkmak üzere olduğunu gördüğümde ve ufak bir pasajını da okuduğumda yaşadığım heyecanı, kitabı ele aldığımdaki sevincimi tarif etmem neredeyse imkansız. Kitap okumak bir tutku ve favori yazarlarla tekrar buluşmak bir kavuşma anı olunca böyle oluyor: yaşayan bilir. :)  



Tarzı benzer olmakla birlikte her romanında seçtiği konu ve yoğunlaştığı hikaye farklıdır İhsan Oktay Anar'ın (benim favori Anar romanım Suskunlar'dır, bir gün onunla ilgili de bir yazı yazabilmeyi umuyorum). Usta bir romancı olmanın yanı sıra eşsiz bir masalcıdır Anar, gerçeği masallarla aktarırken masallarına gerçeği çok az kişinin yapabileceği şekilde yedirir. Düz bir hatta gitmez hiçbir zaman anlattıkları, geometrik değildir ve bu da bir Anar romanını diğerlerinden her zaman farklı kılar. Kısaca, canınızı yakarken dahi şefkatle yapar bunu Anar. Bu nedenle de bir kez tadına vardınız mı vazgeçmeniz pek kolay olmaz.

Yedinci Gün'ün vaadi şuydu: "İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak. <...> Çizgilerde değil kürelerde gezinecek, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk edeceksiniz." (arka kapaktan). Okuyup bitirdikten ve üzerinden 1 hafta geçtikten sonra diyebilirim ki Anar vaadini yerine getirmiş. Asla düz bir çizgide ilerlemeyen, tarih ve masalı, felsefe ve bilimi birbirine yediren, insanı en iyi ve en kötü yüzüyle ortaya seren bir metin çıkmış ortaya. Konsantrasyon gerektiren ve biraz ipin ucunu gevşettiniz mi rahatça kaybolabileceğiniz bir roman Yedinci Gün. Okuması çok zevkli olsa da hiç kolay değil. Yazara borcunuzu ödemeniz ve kendinizi biraz zorlayarak iyi bir okur olmanız gerekli bu romanın tadına varabilmeniz için. Neden ve nasıl okuduğunuz sorusunun yanıtı bu romanı ne derece beğendiğiniz ya da beğenmediğiniz konusunda önemli bir gösterge olacaktır.

Ben çok da istediğim şartlarda okuyamadım Yedinci Gün'ü. Konsantrasyonum çok zayıftı, parçalanıp bölünerek ve sık sık kaybolarak (bu nedenle de başa dönüp karakterleri tekrar tekrar yakalayarak) okumak zorunda kaldım. Bu nedenle olsa gerek, daha önceki Anar okumalarım kadar fazla içine dalıp kendimi kaptıramadım hikayeye. Havada kalan noktaların bir kısmı yazarın bile isteye bıraktığı kusurlarsa bir kısmı da benim üstünkörü okumak zorunda kalışımın sonucu oldu, buna eminim. Buna rağmen büyük keyif aldığımı söylemezsem hem kendime hem de yazara büyük (ÇOK büyük) haksızlık yapmış olurum. Eğlenerek okudum, düşünerek okudum, hatırlayarak okudum, anlayarak okudum. Bunların hepsi Anar'ın yeteneği sayesinde oldu çünkü ben biliyorum ki kendim okur olarak üzerime almam gereken sorumluluğu alamadan takip ettim sayfaları (bu da benim kusurum olsun bu seferlik). Bir gün, emekli olup da kendimi kitaplara bütünüyle verebildiğimde ve maddi ya da manevi sıkıntıları bertaraf edebildiğimde ben de koşturmadan ya da paçalarımı tutuşturmadan kitap okumanın tadına varabileceğim elbet. Sadece, şimdi değil...

Romanı sindirebilmek, anlayabilmek ve okurken (muhtemelen) atlanan bir çok özel noktayı yakalayabilmek için "Türk" tarihini (hem resmi hem de gerçek tarihi, ayrı ayrı) ve "Türkçülük" denen kavramın nasıl geliştiğini bilmek ya da en azından açıkfikirli olup da bilmek istemek gerekiyor. Osmanlı'daki istibdat dönemini, 1.Dünya Savaşını, Cumhuriyetin ilk yıllarını bilmeden (ya da bilsek dahi resmi olarak okullarda öğretilenlerin önüne geçmeden) romanın hakkını vermek pek kolay değil. Anlatılanların çoğu masal tadı verse de nihayetinde İhsan Oktay Anar bizi kainatın yaratılmasından Türklerin Ergenekon'dan çıkması öyküsüne taşıyor, oradan Osmanlı'ya ve derken Cumhuriyet Dönemi'ne geçiyoruz. Ve bunu sırasıyla yapmıyor, kronolojik bir çizgi yerine çemberler arası geçişler yaşıyoruz. Masalın içindeki nokta gerçeklerden yola çıkarak gerçeklerden kurgulanan bir masalda buluyoruz kendimizi.

Bizim toprakların "doğulu duruş / batılıya öykünüş" ikilemi roman boyunca çok kereler çıkıyor karşımıza, çoğunlukla güldürse de aynı zamanda acıklı tarihimizi seriyor gözler önüne. İkisiyle de barışamayan, ikisini de içine sindiremeyen, sürekli olarak olduğunu yadsıyıp ne çaydan ne serden geçebilen insanımızın geçit törenine şahit oluyor ve bunu hiç yadırgamıyoruz. Kelime oyunları ve Anar'ın ironi yeteneği güldürse de bildiklerimiz (yaşadıklarımız) can yakıyor. Ama bir yandan da eğleniyoruz. İşte bu İhsan Oktay Anar'ın heyecan yaratan bir romancı olmasının sebebi olsa gerek.

Anar'ın bana hissettirdikleri ve onu neden bu kadar sevdiğimle ilgili sanırım daha sayfalarca yazabilirim ama bunu yapmayarak sizi Yedinci Gün'ü okumaya davet etmekle yetineceğim. Her ne kadar bazı yerlerde aceleye geldiği ve biraz daha zaman olsaymış daha sağlam geçişler yapılabilecekmiş izlenimi verse de o bir İhsan Oktay Anar romanı ve öncekilerinden çok farklı.

Son söz:

Doğu ve Batı zamanın sonuna kadar kapışmaya devam edecek ve biz de (aslında özünde aynı olan) bu iki kutup arasında gidip gelmeye devam edeceğiz.  

"Eflatun nâm bir feylesof, 'Bu dünya Fikirler âleminin bir taklididir' dediğinde, Fars kralı Dârâ, 'Nah! Asıl fikirler, bu Dünya'nın bir taklididir' demiştir."

(Sayfa 192)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

23 Eylül 2012 Pazar

Lady Chatterley'in Sevgilisi: "iki lira kaybedip de yirmibeş kuruş bulmuş bir adam durumuna düşmek"

Yüksek beklenti olmaksızın başladığım romanları seviyorum. "Lady Chatterley'in Sevgilisi" de daha önceden adını duymuş olmama rağmen bugüne kadar pek ilgimi çekmemiş bir kitap olduğu için Banu önerdiğinde fikrim hür vicdanım hür bir şekilde, rahat bir okuma deneyimi bekleyerek aldım elime romanı. Önyargısız ve beklentisiz bir şekilde arkama yaslandım, kitabı açtım ve daha ilk paragrafta tavlandım:

Yaşamamız gerek; yer gök yıkılmış olsa bile.

Ah keşke böyle devam etseydi!

Kitabın o çok beğendiğim girişinin hatrına, karakterlere mümkün olduğunca açık fikirle yaklaşmaya çalıştım. Hepsine ayrı ayrı ve bir bütün olarak şans verdim ve bana anlatmaya çalıştıklarını anlamak için çaba gösterdim. Maalesef hiçbiri ile empati kuramadım, hikayeye kendimi kaptıramadım, hiçbir olay ya da söz ya da düşünce sempatimi kazanamadı. Müdahil olmadan dışarıdan izlememizi istemiş zaten yazarımız, bunu tarzıyla o kadar belli ediyor ki, isteseniz de kendinizi kaptırıp gidemiyorsunuz leydimizle koru bakıcımızın "aşk"ına. İngilizlerin tepkilerinin enteresanlığı ve hisleriyle yaptıkları arasındaki çelişki de cabası elbette. Bizim gibi sıcak kanlı olduğunu iddia eden ve Akdenizliliğin getirdiği "biz koca bir aileyiz laylalay" samimiyetine sahip insanlar için zor olabiliyor tabii bazı kültürleri anlamak ya da tepkileri hangi etkilerin ateşlediğini kavramak.

Sanırım fazlasıyla belli ettiğim üzere, ben bu romanı beğenmedim. Beni zorlamamasını, rahat okunmasını, yazarın romanı yazdığı dönemdeki anlayışa karşı çıkan cesaretini, sanayi devrimi sonrasındaki gelişmeler ile aristokrasiyi birbirine çarpıp durarak ortaya koyduğu (bazısı son derece yerinde) karşılaştırmaları / sonuçları sevdim evet. Altını çizecek ya da bir bütün olarak sayfayı işaretleyecek kadar hoşuma giden pasajlar da buldum (mesela sayfa 84'e bir bütün olarak bayıldım) ama buna rağmen bir roman olarak çok severek ve "bitmesin hep sürsün" hissiyle okuyamadım. Sanırım biraz da bu yüzden yazısını yazmak için beklemeyi tercih ettim, geçen süre içerisinde kendi tortularım dinsin de gerçekten ne düşünmüşüm Lady Chatterley'in Sevgilisi hakkında göreyim ve tekrar okumak, yeniden değerlendirmek ister miyim anlayayım diye.

Bekledim ve gördüm ki pek iz bırakmadan geçen bir okuma deneyimi olmuş benim için bu. Üzerinde düşününce fark ettim: kadınların iç dünyasını bildiğini iddia eden ve bunu tamamen eril bir bakış açısından bize yutturmaya çalışan yazarlarla aram hoş değil. Sanırım bu nedenle D.H.Lawrence'a antipati duydum, kitabını ve yazdıklarını da (herkese ve her şeye rağmen) bünyem hoşnutlukla kabul edemedi. Aynı şekilde, bağlılık yerine bağımlılık gördüğüm tüm ilişkilerin içimi bulandırması ve bu romandaki ilişkilerin tamamının da bağımlılık / muhtaçlık üzerine kurulu olması nedeniyle çok yumuşak davranamadım yorumlamakta.

Son bir nokta olarak da çeviriye değinmek isterim. Türk diline çevirilmiş kitapların çoğu ile ilgili dikkatli / detaycı okurların ortak sıkıntısı çevirideki hataların yanı sıra redaksiyondaki aksamalardır. Bu nedenle, kitabın çevirisini Akşit Göktürk'ün yaptığını gördüğümde sevinmiştim. Fakat bazı açılardan büyük hayalkırıklığı yaşadığımı söylemem lazım. Belki de YKY bir sonraki baskıya hazırlanırken kitabı tekrar dikkatli bir düzeltiye tabi tutar ve diğer bazı hatalar / tutarsızlıklar böylece ortadan kalkar.

Unutmadan... Bir de sorum var:

Neden Lady Chatterley'in Sevgilisi? "Aşığı" demek çok mu ahlaksızca geldi acaba gözümüze kulağımıza, uzak mı düştü bizim o eşsiz ahlak anlayışımıza acaba? Kalıbımı basarım ki eğer kitabın başlığını Lady Chatterley'in Aşığı olarak alıverseler (olması gerektiği gibi!) bir çok kavramsal kargaşa kalkar ortadan.



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

12 Ağustos 2012 Pazar

"yeni roman" zor iş: locus solus

farklı romanları çok seviyorum. beni zorlayan metinler hep hoşuma gitmiştir. sabrın sonunun selamet olduğuna, hiçbir kitabı okumanın zaman kaybı olmadığına inanırım her zaman. ve öykü okumaya, masallara, eski zaman hikayelerine bayılırım.

tüm bunları göz önüne alırsak son derece düz bir mantıkla locus solus'u da sevmem gerektiğini çıkartabiliriz sonuç olarak.

ve, sevdim de. ama biraz (!) zorlanmadım değil.

evet, çok farklı bir romandan bahsediyoruz bu ay. roman olup olmadığının tartışmaya açık olduğu konusunda söyleyecek sözüm yok. alışık olduğumuz giriş - gelişme - sonuç, olay örgüsü, karakterlerin detaylandırılması ve birbirleriyle etkileşimleri yok. yazarın bir takım fantastik tasarımlarının son derece teknik ve çok uzun tasvirlerini okumak zorunda kalıyoruz. çoğu zaman da (en azından benim için kitabın ortalarına kadar tamamen) anlamakta büyük zorluk çekiyoruz. ama sonra elimize bir anahtar veriliyor ve yolumuzu bulabiliyoruz çünkü ilk 100 sayfayı atlattıktan sonra ne okuduğumuzu fark ediyoruz.

bu noktada yalan söylemeyeceğim elbette: başlarda çok zorlandım çünkü okuduğum her şeyi anlamaya çalıştım. internette bakacak vaktim pek olmadığı için tarif edilen mekanizmanın çizimlerini gaye toplantıya getirene ve enis de burada paylaşana kadar gözümün önünde canlandırmam mümkün olmadı. ve ben inatla ne anlatıldığını gözümde canlandırabilmeye çalıştım. olmadı tabii. çok bunaldım ve bir ara kitaba küsme noktasına geldim. fakat sonrasında bir aydınlanma anı yaşayarak aslında bu teknik tasvirlerin romanın merkezi olamayacağı ve başka bir şeyin anlatılıyor olması gerektiğini düşünerek bıraktım peşini ilk baştaki çabamın. ve aralardaki öykülerin, serpme masalların tadını çıkarttım. güzel bir "masallar derlemesi" okudum diyeyim. kitabı bitirdiğimde ise aydınlanma anımda bana malum olan o "başka bir şey olmalı" fikrinin tamamen zırva olduğunu gördüm: hiçbir şey hiçbir yere varmadı ve biz gerçekten de bir masallar derlemesi okumuş olduk.

yine de, masal severler için güzel mesajlar da barındıran hoş ve değişik bir kitap olduğunu düşünüyorum locus solus'un. sanayi devrimi sonrası dünyaya bir eleştiri barındırıyor olabilir belki "her şey çok fazla teknikleşti ve insana dair, insanla ilgili olan her şey ikinci planda kaldı" şeklinde. ama belki de bizim mirasyedi yazarımız bunu yapmayı hiç planlamamıştı dahi ve bir nevi mühendislik el kitabı hedeflemişti. sonuç olarak her iki çıkarımın da doğru olabileceğini kabul ederek aynen okurken yaptığım gibi hakkında yazarken de fazla irdelememeyi tercih ediyorum.

ama şunu söylemem lazım: keşke yazar derlediği masalları biraz daha hakkını vererek ve araları bunca detayla doldurmadan saf bir şekilde verebilseydi de tadından yenmez bir kitap olsaydı elimizdeki. anladığım kadarıyla raymond roussel enteresan biriymiş, fazlasıyla avantgarde olduğunu sanıyorum hakkında çok detaylı okuma yapmış olmasam da. onunla ilgili hoş bir bilgi derlemesi için şuraya bakabilir, bu sayfada ayrıca locus solus'un elyazmasının ve kendi tasarımı özel limuzininin fotoğraflarını inceleyebilirsiniz: http://acravan.blogspot.com/2011/02/big-finish-grande-fin-how-i-wrote.html

deviantart'ta gördüğüm ve "locus solus" adını taşıyan şu görsel de ayrıca hoşuma gitti:



kendi başıma olsaydım bu kitabı alır mıydım? bir "şaheser" olduğunu söyleyen enis batur'a ve dali'ye kanabilir ve belki de alırdım. peki kimseye tavsiye eder miyim? hayır, etmem çünkü kimsenin böyle zor bir deneyim sırasında benim zaman zaman gaye'nin kulaklarını çınlattığım gibi çınlatmasını istemem! :) peki sevdim mi? evet yahu, sevdim ve zaman kaybı olarak görmedim, iyi ki okumuşum


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır..

Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan: "hakikatleri görmekten kaçmak ihtiyadı"

"hayatta hiçbir şey, uğrunda ölmek için istenmez..."

sabahattin ali dendiğinde aklıma "kürk mantolu madonna" gelmiştir hep ilk olarak, sonrasında da "kuyucaklı yusuf". "içimizdeki şeytan" bir şekilde gözümden kaçmış olsa gerek ki adını bir iki kez duymuş olmakla birlikte hiç elime alıp da okuma fırsatım olmamıştı. kendi adıma, ne büyük ayıp! bu nedenle ilknur bize haziran'da bu şahane romanı okuyacağımızı söylediğinde ayrıca sevindiğimi söylemem lazım başlamadan önce. ve bir de not düşmeliyim: sabahattin ali bu ülkenin harcarken gözünü kırpmadığı önemli değerlerden. yıllar öncesinde çektiği sıkıntıları da göz önünde bulundurarak, geçen 50 yıldan fazla sürede durumun çok daha kötüye de gittiğini unutmadan, mutlaka okunmalı. sadece edebi hazzı için değil, ülkenin bugüne nasıl vardığını da net bir şekilde görebilmek için.

ilknur yazısında o kadar güzel işlemiş ki sabahattin ali'yi, öyle güzel noktalara dokunmuş ki, ben şimdi ne yazarsam yazayım, ne dersem diyeyim onun üstüne çıkamayacağım. çıkmak da istemem zaten, okumamış olanlar varsa mutlaka okumalı o güzel yazıyı.

sadece bir iki ufak not ve yorumumu eklemek istiyorum buraya:

insan, her zaman "insan". şeytan her daim içinde. en kolayı suçu şeytana atmak ve ters giden her şeyin, tüm eksikliklerin vebalini onun boynuna sarmak. toplumların içindeki şeytan da aynen böyle işte. sabahattin ali'yi okudukça ve kitabın sayfalarında ilerledikçe görüyoruz ki bizim toplumumuzun genel şeytanı da tembellik, umursamazlık ve kendini her daim haklı, kendinden başka herkesi de mütemadiyen hakir görmek. bu şeytanımızı çıkartamamış olmamız nedeniyle de içimizdeki şeytan'ın ilk basım yılı olan 1940'dan bu yana fotoğraftaki teknik / teknolojik gelişmeler haricinde hiçbir değişiklik olmamış (ve hatta durum daha bile kötüye gitmiş eğer bu mümkünse!). maalesef bedri'nin ağzından o döneme dair dinlediğimiz tarif hala çoğumuz için geçerli (sayfa 259) :

"bu adamların hepsi büyük bir tezat ve ikilik içinde çırpınıyorlar. hiçbiri sırtında taşıdığı ve muhafazaya mecbur olduğu mevki veya paye ile ahenk halinde yaşamıyor. kafaları, zeka itibariyle olsun, yarım yamalak bilgileri itibariyle olsun, merhamete muhtaç halde. şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi. her şeyleri iğreti, her vasıfları, her kanaatleri iğreti. (......) bu belkemiksiz malumat ve kanaatler mütemadiyen kopar, birbirinden ayrılır, sahibiyle münasebetlerini mütemadiyen değiştirir. çünkü hiçbirinde fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. hiçbiri ukalalık etmek için malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. hiçbiri insanı insan yapan şeyin şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin yalnız bunu temine yaradığını anlamamıştır." 

uzunca bir monolog var bu bölümde, ben enerjimin yettiğince yazabileceğim için ufak bir kısmını buraya taşıdım. özellikle bu kısım bana yılmaz güney'in çok sevdiğim "vestiyer kafalılar" yakıştırmasını hatırlattı ve her ne kadar sabahattin ali'nin eleştirilerini sıralarken toplumun bazı sınıflarına elitist bir yaklaşımda bulunduğunu hissetmiş ve az da olsa bundan rahatsız olmuş olsam da, üzerinde düşünülmesi, fark edilmesi ve artık bir şekilde giderilmesi gereken bir sıkıntımız olduğunu düşünüyorum bu durumun.

sabahattin ali, amiyane tabiriyle, herkese geçirmiş bu romanında. çok da iyi etmiş! ne "okumuş" burjuvalar kurtulabilmiş elinden ne de siyasi erki elinde tutanlar. türkçülük ile ilgili eleştirileri oldukça yerinde ve hatta az bile (nihal atsız'ın bu kitabıyla ilgili yazdığı eleştiri yazısının neden o kadar ağır olduğunu anlamak hiç zor değil bu nedenle. mutlaka google'da aratınız ve okuyunuz, ben okurken çok eğlendim).

bu noktada ufak bir alıntı yapmak istiyorum, çok kişiye tanıdık geleceğini düşünüyorum:

"görüyorsun ki hepsi hayata bir miktar kin borçlu. hepsi çocukluklarından beri mahrum oldukları kuvvete hasret çekerek ve kendilerini yiyerek bu hale gelmişler. hakikaten kuvvet sahibi olanlara haset ve imkansızlıkla baka baka nihayet kuvveti en büyük, en tapılmaya layık bir mevcudiyet olarak kabul etmişler... şimdi öyle bir nazariye yapıyorlar ki, anası aciz ve mahrumiyet... bu gibi fikirleri doğuranlar, daima, ezilmeye, yok olmaya mahkum olduklarını hisseden zümrelerdir. bağırırlar, çağırırlar, ellerine fırsat geçerse suni olarak sahip oldukları bu iktidarı en vahşi bir şekilde kullanmaya kalkarlar, fakat nihayet hayatın ebedi kanunlarının pençesi altında çiğnenir ve mahvolurlar..."

iyi ki bedri(ler) var bu ülkede!

son bir not olarak, okuyan hemen herkesin ömer'in nasıl da bir oblomov olduğu yakaladığını sanıyorum. evet, gerçekten de, "bu hayatın bir manası olmak icap ederdi". ah işte o mana neydi acaba???



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

10 Ağustos 2012 Cuma

T.S.Spivet'in Seçme Eserleri - Reif Larsen

enteresan bir kitap t.s.spivet'in seçme eserleri.

enteresan çünkü çok sevdim ama hiç beğenmedim. ve şimdi de nasıl anlatsam, nereden başlasam diye kıvranmaktayım. en kolayını seçerek maddelendirme yoluna gidiyorum, hiçbir şekilde objektif yorum içermeyen, tamamen kendi zevkime dair fikirlerim aşağıda bilgilerinize sunulmaktadır efendim:



ben bu kitabı sevdim, çünkü:

- acıklı olmadığı sürece (?) çocukların gözünden dünyayı görmeyi, onların ağzından aktarılan hikayeleri okumayı seviyorum. burada tabii yazara çok büyük iş düşüyor: yazarın bir yetişkin olduğunu düşünürsek, çocuk gözüyle bakmayı hatırlayabilmek ve fazlasıyla büyümüş de küçülmüş tonuna dalmadan olayları aktarabilmek pek kolay bir iş değil. bunu layığıyla yapabildiğinde yazar, bir çocuğun naif ve insanı gülümseten (bazen de yüreğini sızlatan) heyecanıyla yazabildiğinde çok zevk alıyorum okuduğumdan. romanımızın kahramanı da bir çocuk. güzel bir çocuk: hem zeki hem de çok yetenekli. başına buyruk diye de yorumlanabilecek kadar kararlı. ama çocuk. hayalleri, hayal kırıklıkları, üzüntüleri, beklentileri çocuk beklentileri. sırf bu dahi hikayesini merakla takip etmeme yetti diyebilirim.

- farklı bir kitap almış oldum elime. baskı kalitesi yüksek ve alışılmış kitap formatının dışında. illüstrasyonlarla, çizelgelerle, taslak çizimlerle, haritalarla bezeli. sayfa kenarlarında bir çok açıklayıcı not içeriyor ve "roman"ın kendisi kadar o notlar da kendi başına anlam taşıyabiliyor. inceleyerek okumayı ve okudukları detayları görsel olarak da görmeyi sevebilecekler için değişik ve güzel bir deneyim olabilir.

- spivet biraderlerin hikayesi çok içime dokundu. hüzün okumayı sevmemekle birlikte etkileniyorum ve sanırım kolay kolay unutamıyorum. büyükanne spivet'in bilimkadını olma yolundaki hikayesi de hoşuma gitti, ah bir de yarım kalmasaydı..!

gelelim madalyonun diğer yüzüne...  

ben bu kitabı beğenmedim, çünkü:

- roman okuyor olduğum fikrinden sıyrılamadım. bir romandaki olay örgüsünü gönlüme göre bulamadığım ve karmakarışık bir anlatının ortasına düştüğüm için de bocaladım. roman değil de bir başka bir şey okuduğumu düşünebilecek kadar rahatlayabilseydim, sanırım o zaman gerçekten tadını çıkartabilirdim kitabımızın ama olmadı, olamadı maalesef. bunun suçu aslında kitapta değil pek. benim fazla yoğun olduğum bir dönemde, işle ev arasında gidip gelirken okuma imkanım oldu sadece, bir de geceyarılarından sonraki saatlerde elime alabildim kitabımı ve bu nedenle de çok "keyifli" bir okuma deneyimi olamadı. aceleyle okuduğum kitaplardan zevk almam maalesef mümkün değil.

- yukarıda dediğim gibi, sabah ve akşamları yolda okuduğum için kitabı sürekli yanımda taşımam gerekti ki boyutları nedeniyle bu benim için zor oldu. kitabı sevmeme sebep olan farklılığı bu sefer büyük bir dezavantaj oldu ve böylesine "büyük" bir kitabı seçtiği için (hele bir de yanımda bilgisayar, dosyalar ve el çantası vs taşırken) erdem'in kulağını bolca çınlattım. belki de kitabı sabit bir yerde bırakıp da rahat rahat ve zamanla yarışmadan okusaydım çok daha farklı düşünürdüm, kim bilir? :)

- her ne kadar "fantastik öğeler içeren" bir kitap okuyor olduğumu aklımda tutsam da, hiçbir şekilde kafama yatmayan ve benim "aman işte oku gitsin, adam yazmış" diyerek üzerinde durmadığım kadar yazarın da "aman işte yaz gitsin, okuyan okur" diye düşünerek üzerinde durmadığını düşündüğüm kısımlar sonunda canımı sıktı. hani sanki yazarın asıl amacı bize eskiz yeteneğini göstermekmiş de yazdıkları ikinci planda, sadece bu fikri basabilmek için bir araçmış gibi geldi ve ben bir okur olarak bundan hafif çaplı bir rahatsızlık duydum. ama, dediğim gibi, adam yazmış ve biz de okumuş olduk.

- son olarak: emma'nın yarım kalan hikayesinin devamını okumak isterdim, ne güzel okuyorduk, pat diye kesiliverdi her şey! tamamıyla şımarıkça söyleyeceğim ki cidden gıcık oldum! :)

bu kitabı herhangi bir başkasına tavsiye eder miyim? emin değilim.
sevdim mi? evet.
beğenerek okudum mu? hayır.

hayat bazen çok karmaşık...



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

6 Haziran 2012 Çarşamba

No pasarán! (Çanlar Kimin İçin Çalıyor - Ernest Hemingway)

“ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.” (john donne’a ait olan bu satırların çevirisi vikipedi‘den alınmıştır.)

hemingway'le tanışmam yaklaşık olarak 20 yıl önceydi sanırım. adını önceden duymuştum evet ama hiç okumamıştım, ta ki bir "edebi metinler" dersi dönem ödevine kadar. bir vesileyle hemingway'e değinmem gerekiyordu ve o dönemin kısıtlı kaynakları arasında yaptığım araştırmada hemingway'in hayatı boyunca bir sürü - çoğu aslında ölümcül - kaza ve/veya hastalık geçirdiğini ve buna rağmen çok dolu bir hayat yaşadığını ama nihayetinde 60lı yaşlarında kendini öldürdüğünü okuduğumda buna bir anlam veremediğimi ve adamı daha iyi tanımak istediğimi hatırlıyorum ("kısıtlı kaynak" demişken: internetin yokluğunda ansiklopedilere ve "büyüklerimiz"in hafızalarına yaslanmak zorunluluğumuz yaşıtım ve büyüğüm olan herkesin kafasını sallamasına sebep olacaktır şimdi eminim). ilk okuduğum hemingway romanı sanırsam silahlara veda idi (ya da belki de çanlar kimin için çalıyor idi). her iki romanı da aynı gün satın almam ve de arka arkaya okumam nedeniyle bugün dahi emin değilim önce hangisini okuduğuma. hatırladığım tek şey soluksuz bir şekilde okuduğumdu her ikisini de, ve sonrasında satın alıp okuduğum ve kitaplığıma kattığım diğer hemingway eserlerini de.

hemingway benim "özel yazar"ım. her şart altında elimin altında bir romanının bulunmasını istediğim, kendime yakın hissettiğim bir dost o benim için. tüm eksikliklerine, aldığı eleştirilere, hatalarına, yanlışlarına rağmen her zaman samimi ve yakın gördüğüm bir tonton ihtiyar... :) ve bu nedenle de, kendimi çok yorgun ve bitmiş hissettiğim şu dönemde iRo! için seçtiğim roman da bir hemingway klasiği oldu elbette.

ernest hemingway'in hayatı ve kişiliği ile ilgili çok fazla yazmayacağım burada, internette o kadar çok kaynak var ki bu büyük yazar hakkında, oradan buraya kopyalayıp yapıştırmak yetersiz kalacak diye düşünüyorum. bu nedenle isteyen herkese öncelikle wikipedia'yı, sonrasında da hemingway hayranlarının kurduğu bir websitesini öneriyorum. bunlar kesmezse ve daha fazlasına ihtiyaç duyarsanız, the hemingway society de ilginizi çekebilir. bu kadar detaya ihtiyaç ya da ilgi duymayanlar için ise ben kısa bir özet geçerek hemingway'i büyük yazar yapanın ne olduğunu kendimce ve kısaca buraya almak isterim:

her şeyden önce, insana vakit kaybettirmeyen, okurunu hayalkırıklığına uğratmayan bir yazar hemingway. kendine has ve özel bir stili var: net, sade, kısa cümlelerden oluşan anlatımında tarif ve doğa betimlemelerine bolca yaslanan, en iyi tanınan iki romanı da savaş temalı olsa da asla romantizme sapmayarak insanın canını acıtacak kadar gerçekçi kalabilen, modern çirkinlikleri ve savaşın yol açtığı yıkımı kestirmeden ve ajitasyon yapmadan okuruna aktarabilen bir adamdan bahsediyoruz. kelimelere saygı gösteren bir yazar hemingway. dilin kuralına ve "başka diller"in yapılarına duyarlı. belki de bu nedenle bu kadar başarılı.



ben zaten kütüphanemde yer alan eski ve ingilizce bir kopyasını okudum ancak kitabı yeni alan arkadaşlarımız çanlar kimin için çalıyor'u bilgi yayınevi'den okudular. iyi bir çeviri ve redaksiyon olduğunu söylüyorlar. sonuç: kesinlikle tavsiye ediyoruz!



ispanya iç savaşı sırasında, cumhuriyetçi cephenin galibiyete en ve tek yakın olduğu dönemde, belki de zafere giden ilk adım olacak bir saldırı planlanmaktadır. saldırının başarısı için uluslararası kuvvetlerden patlayıcı uzmanı / ispanyolca öğretmeni amerikalı robert jordan bir köprüyü havaya uçurmalıdır ve bunu tek başına yapamayacağı için de dağdaki gerillanın yardımına ihtiyaç duymaktadır. yaşlı rehberi anselmo ile dağlara çıkarlar, gerillalarla tanışır, olaylar gelişir... kafası çalışan herkes farkındadır ki köprünün havaya uçurulması artık o dağlarda barınma imkanının kalmamasına ve bu gerillaların yerlerinden yurtlarından olmalarına sebep olacaktır. üstelik bu EN İYİ ihtimaldir çünkü aslında önünü görebilen herkes eğer biraz gözünü açarsa görecektir ki bu görev intihara eşdeğerdir.

hemingway romanlarıyla biraz haşır neşir olan herkesin bilebileceği gibi, hemingway genelde kendi hayatında bir parçası olduğu ya da bir şekilde şahit olduğu olayları aktarır bize hikayelerinde. henüz 19 yaşındayken birinci dünya savaşının italya cephesinde tanışır yıkımla genç yazar ve sonrasında da izmir'in yunan askerleri tarafından işgalinden tutun ikinci dünya savaşının paris yeraltı cephesine kadar bir sürü cephede ya gazeteci ya da bizzat milis kuvvetin bir parçası olarak yer alır. ispanya iç savaşı sırasında da gazeteci olarak cumhuriyetçilerin yanında olduğunu biliyoruz. bu nedenle ben - hiçbir yerde açıkça söylenmemiş olsa da - robert jordan'ın (en azından his ve düşünceleri açısından) otobiyografik bir karakter olduğunu düşünüyorum. büyük bir keşif değil, biliyorum :) ama yazarın iç dünyası ile ilgili bize verdiği ayrıntılar açısından çok önemli.

hiçbir savaş güzel değildir elbette. kahramanlık hikayeleri sonraki nesilleri uyutmak içindir. savaşı yaşayan - hele ki savaşların belki de en kötüsü olan iç savaşı yaşayan - kimsenin bunu bir madalya gibi gururla göğsünde taşıyabileceğine inanmam mümkün değil. hemingway'in tabiriyle, yaptığımıza süslü adlar vermek yaptığımızı (öldürmeyi ve dahi ölmeyi) daha farklı kılmıyor ve savaştan sonra ne yapacağımızı kestiremeden oradan oraya sürükleniyoruz kendi kafamızın içinde. 4 günlük bir süreye bütün bir hayatı ve konsantre bir aşkı (ki zaten hayat dediğimiz de aslında bundan ibaret nihayetinde) sığdırmamız belki de hayalkırıklıklarının en büyüğü çünkü daha en baştan biliyoruz ki ne kadar kendimizi kandırmaya çalışırsak çalışalım, plan yaparken bunun olmayacağını bile bile ümit etmemiz her şeyi kabullenmemizi daha da zor kılıyor. insanız ve sorgulamak zorunda kalıyoruz. ve bundan nefret ediyoruz. hele bir de partizansak ve de aslında dışarıdan gelmişsek, sadece "girip görevimizi yapıyor ve çekip gidiyoruz", sonrasında bize yardım edenlere ne olacağını, bizim zaferimizin cezasını kimlerin nasıl çekeceğini düşünmeden. suçluluğumuz ve vicdan yükümüz artıyor. bizim de onlar gibi öldüğümüz güne kadar. zor iş! harika roman!

her karakterin derinliğinde savaşı ayrı ayrı yaşatıyor bize hemingway. acılarını da gururlarını da hayallerini de kayıplarını da birinci elden deneyimliyoruz. cumhuriyetçilerin yanında olmaları ve dolayısıyla da muhafazakarlara karşı savaşmaları nedeniyle aslında kafalarının ne kadar da karışabildiğini, solda yer almak adına dinlerinden vazgeçmelerinin onları zaman zaman ne kadar zorladığını, ölmekten (ve daha da beteri, öldürmekten) korkmaları, ne kadar insan oldukları geçiyor gözlerimizin önünden. öğreniyoruz ki, herkesin birbirini tanıdığı küçük bir köyde devrimin ilk gününe şahit olmadıysak henüz hiçbir şey görmüş sayılmayız. ve robert jordan sesleniyor bize: yapacağımızın imkansız olduğunu onu denemeden nasıl bilebiliriz ki?



betimlemeler sayesinde cepheyi görüp koklayabiliyoruz. kitap bittiğinde yazarın bizi romanının bu kadar içine çekebilme ustalığına şapka çıkartmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden.

romanı henüz okumamış olanların ilgilenme ihtimalini düşünerek daha fazla detay vermekten kaçınıyorum. zaten ben ne yazarsam yazayım hemingway'in son cümlede yarattığı ve içe işleyen ironisinin hakkını veremeyeceğim.

bitirmeden önce küçücük, ufacık iki alıntı yapmak istiyorum, ingilizce olmasından ötürü lütfen kusuruma bakmayınız, elimdeki kitaptan birebir alıyorum çünkü:

"it is only orders that come between us. those men are not fascists. i call them so, but they are not. they are poor men as we are. they should never be fighting against us and i do not like to think of the killing."
"who do you suppose has it easier? ones with religion or just taking it straight? it comforts them very much but we know there is nothing to fear. it is only missing it that's bad."
(for whom the bell tolls, triad/grafton books 1990, sayfa 174 & 410)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

10 Nisan 2012 Salı

okurun da yazarın da el kitabı: bir kış gecesi eğer bir yolcu

yazmak da okumak da bir serüven. kitap dediğin de nihayetinde başı sonu belli, belirli sayıda sayfadan oluşan ve bir süre devam ettikten sonra sona eren bir yol. belki de değil. okurluk (iyi okurluk) asla tembel işi değil.



bir yola çıkıyorsun ancak tam adımını yere basacakken toprak ayağının altında kayıp gidiveriyor ve "ışınla beni skati" [sic] misali kendini bambaşka bir zaman ve mekanda, alıştığının çok dışında karakterlerin ortasında buluyorsun. yeni ortamına tam alışıyorsun, hooop güm! gene bir duvar, gene bir zamansız son ve gene bir başka hikaye. hem de sayısız kere.

bir erkek okur, erkek okurun "yanaşmaya" çalıştığı bir kadın okur (ki kendisi ikinci plandaymış gibi görünse de her şeyin merkezine kurulmuş bir halde) ve bir yazar. bir takım yan karakterler. yayınevleri, yasadışı örgütler, başka yazarlar, profesörler, kitapçılar. fazlaca emek harcanarak kurulmuş komplike bir düzen - bir düzmece. sürekli olarak kursakta kalan bir heves. bu hevesin kamçıladığı ve ipin ucunu bırakmaksızın sürekli olarak ilerlemek istemeni sağlayan bir merak. ve bir arayış.

'bir kış gecesi eğer bir yolcu' bir arayışın hikayesi. aramanın, bulmanın, yitirmenin, kazanmanın, korkmanın, fark etmenin, kabul etmenin türlü safhalarından geçiriyor bizi oyun içinde oyun ve kitap içinde kitapla. okuması çok zevkli, insanın ufkunu açarken, okumanın da en az yazmak kadar önemli olduğunu ve öğrenilmesi gerektiğini kafanıza iyice sokuyor. fark ediyoruz ki calvino'nun aptal / kötü / tembel okura tahammülü yok. ve bu nedenle olsa gerek, bu kitap çok eğlenceli ve ilginç; alışılageldik romanlardan farklı. belki bir şaheser değil ancak çıkış noktası ve de diğerlerinin yanında sivrilmesi nedeniyle dikkate ve okumaya kesinlikle değer.

benim ilk calvino deneyimimdi: yazarın zekasına, kendine güvenine, öğretmek istediklerini ortaya koyuş yöntemine hayran kaldım. tamamiyle hak edilmiş olduğunu düşündüğüm ukalalıkları (başka bir yazar yapmış olsaydı beni belki de çok rahatsız edecekken) hiç gözüme batmadı. aynı şekilde, yer yer son derece didaktik bir tarz benimsemesine rağmen öğrettikleri canımı hiç sıkmadı. başlarda tamamen interaktif olacağını sandığım hikayeler bütününün zaman içerisinde daha farklı bir örgüye dönüştüğünü gördüğümde bir şeyleri atladığımı sandım ve keşke başta yakalanan yazar-okur ilişkisi ortalarda bir yerde yitip gitmeseydi diye düşündüm aslında ancak o bile keyfimi bozmadı. hayıflandığım tek nokta kitabı geniş zamanda rahat rahat ve tadını çıkartarak okuyamamış olmamdır. farklı olana bazen hasret kalıyor insan. ve bu kitap kesinlikle farklı. :)

yazarların, yazar adaylarının, yazarlık heveslilerinin ve iyi bir okur olmak isteyen herkesin kendisine bir iki ders çıkartabileceğini düşünüyorum calvino'nun yazdıklarından. şimdi, kendinize bir iyilik yapın. bundan sonra bir kitaba başlayacağınız zaman derin bir nefes alın ve yazarın sözünü dinleyin, ona güvenin:

"rahatla. toparlan. zihnindeki bütün düşünceleri kov gitsin. seni çevreleyen dünya bırak belirsizlik içinde yok oluversin."


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

24 Mart 2012 Cumartesi

Her şey yalnızlıktan ötürü: Çocuklar ve Canavarları - Ahmet Tulgar

"şarkı acının içinden umudu çıkarırken meydana gelen sürtünmenin sesidir"
bu cümleyle karşılıyor bizi sarp kaya daha ilk sayfada. katil zanlısı yazar.

karşısında hayatından bezmiş, yorgun bir polis komiseri: sorgu şefi. onun bir adı yok. adının olmasına aslında ihtiyacı da yok sanki.

bir sorgu odası, bir apartman dairesi, bir çay bahçesi, iki hapishane hücresi arasında gidip gelen bu sorgunun hikayesi: sorgulanan cinayet midir yoksa hayatlar mı? yoksa tüm hayatlar o nihai cinayet anına mı götürür bizleri? katil de maktül de bellidir belli olmasına ya, yoldan çıkan kimdir işte onu satır aralarında okumak gerekir. aynen hayatta olduğu gibi: hiçbir şey göründüğü gibi değildir aslında. ne düşündüğümüz, ne istediğimiz, ne hissettiğimiz bizi herkesten ve her şeyden ayırır her zaman. ayırır ve yalnız bırakır.

ama bir yandan da düşünüyorum: bunca uzak hayatlar yaşayan, bunca farklı yerlerden gelen iki insan eğer bu kadar aynı iseler, aynı olmaya aç iseler, belki de herkes aynıdır, kimsenin bir diğerinden farkı yoktur, öyle değil mi? yoksa bu da yalnızlıktan mıdır? o kadar yalnızızdır ki, kendi sesimizden başka bir sesi, başka bir sözü duyduğumuzda (bir başkasını anlamamız zor olduğu için) ona inanarak bağlanıveririz belki de.

belki de, yalnızlık korkusu o denli ağır bir şeydir ki canavarlara bile ihtiyaç duyarız. (sayfa145)



korkularınızdan kurtulamazsınız ama onlarla yaşamayı öğrenebilirsiniz

okumaya alışkın olduğumuzdan daha kısa ama son derece yoğun bir roman var şu anda önümde, kapağına bakarak yazdığım. içinde bekleyen sürprizleri kimse için bozmak istemem, bu nedenle (şimdilik) kısa tutuyorum. alın, okuyun, okutun, pişman olacağınızı hiç sanmıyorum.

raflarda yerini almasının hemen ertesi günü elime aldığım ancak maalesef işlerimin izin vermemesinden ötürü biraz uzunca bir sürede okuyabildiğim, normal şartlar altında su gibi akan, enteresan bir roman çocuklar ve canavarları. ahmet tulgar'ın kalemini zaten güçlü bulurum, bu romanında seçtiği anlatım tarzı ile kalbimi bir kez daha fethetti. zaman zaman tokadı indirmekten çekinmeyen ama hemen ardından da bir şekilde okurunun gönlünü almayı bilen bir yazar olduğunu düşünüyorum tulgar'ın. çok yaşasın, daha çok yazsın.

siz de alın ve okuyun. bu arada, bölüm başlıklarının da ayrıca tadını çıkartın, çok sevdim ben.



"senin mantığını bilirim, sakın ölümle doğumun dengesinden bahsetme. ikisi birbirini dengelediği için dünya hep yörüngesinde kalıyor da deme. matematik, geometri, istatistik dediysek o kadar da değil yani. abartmayalım. sevgi diye bir şey de var ve olduğu sürece de doğum ile ölüm arasında bir denge olmayacak. ölüm hep daha fazla. olacak." (Sayfa 133)

26 Şubat 2012 Pazar

Oblomov: kendini yok etmeye varan bir istemsizlik

klasiklere merak saldığım ilk gençlik yıllarımda bir büyüğüm bundan sonraki okurluk hayatımın belki de en önem taşıyacak öğüdünü vermişti:

"asla okuduğun kitabı günümüz şartlarına göre değerlendirme. geçmiş dönem insanıyla ve onların alışkanlıklarıyla, onların doğrularıyla, onların bildikleriyle empati kur".

benim gibi okuduğu, izlediği ve hatta düşündüğü her şeyle kavga etmeye meraklı birine verilebilecek belki de en yararlı öğüt bu olmuştu ve sadece okurken değil, hayatımın her aşamasında ve her yönüyle empati yeteneğimi geliştirmem için itici faktör olmuştu bu iki cümlecik.

klasik okumak zor iştir: senden çok uzak bir zamanda, senden çok farklı bir coğrafyada, senin hiç bilmediğin toplumsal doğrularla yoğrulmuş karakterleri sevmesen de kabul etmen gerekir kendini olayların akışına bırakabilmen için. her babayiğidin harcı olmadığını düşünüyorum bir klasiğin hakkını vermenin. benim bunu ne derecede yapabildiğim de bir soru işareti taşıyor elbette. yine de, her zaman ve öncelikle klasik olsun derim. hatta mümkünse bir rus klasiği olsun elimdeki kitap. ve de birazcık da olsun yakaladıysa beni karakterler, o zaman iki elim kanda olsa o kitabı sular seller gibi yalayıp yutuveririm.

oblomov'da olduğu gibi.



hareketli, hevesli, meraklı bir çocuk olan ilya iliç oblomov'u toprak ağası ailesi pamuklara sarmalayarak, terlememesini - yorulmamasını - gerekmedikçe konuşmak için dahi efor harcamamasını sağlayarak, elini / kolunu / zihnini budayarak yetiştirirler. içinde bir yerlerde tıkılı kalan - yıllar geçtikçe solan, ölmese de sürünen ve en sonunda sönen - yaşama hevesinden yoksun bir yetişkin olup çıkar efendi oblomov. yaşamak ister (ya da istediğini sanır diyelim), isteklerini gerçekleştirmek için önce hayal kurmak sonra da plan yapmak gerektiğini bilir ama nereden başlayacağına karar veremediği için adım atamaz, hayalleriyle yaşar ama bunları bir amaca dönüştüremediği (ve dolayısıyla da hangi araçları kullanacağını bir türlü kestiremediği) için kendi kozasından dışarı asla çıkamaz.

babasından, dedesinden ve onlardan önceki nesillerden hiçbir farkı yoktur aslında ancak oblomov'un talihsizliği artık zamanın değişmiş olması ve sanayi devrimi ile birlikte kök salmış feodal yapının artık geçersizliğini her geçen gün daha da hissettirmesidir. eski sistem değişmektedir ve efendi artık hayatın her şeye rağmen merkezi olamayacaktır. hal böyle olunca, amaç ve araçlardan da yoksun olan oblomov depresyonun derinliklerinde alışkanlıklarına yapışıp kalır. hayat, onun için yemek-içmek-uyumaktır, bir şeyler yanlıştır evet ama bunun ne olduğunu düşünerek kendini rahatsız edecek değildir!

ta ki, hayatına olga girene kadar. bir kez daha bir kadın karakter silkeler, tokatlar, kendine getirmeye çalışır onu ama o kadar derine işlemiştir ki oblomov'un korkaklığı, umursamazlığı ve dahi güçsüzlüğü, hiçbir şey yapamayacağını kabul eden olga onu bırakır ve kendini kurtarma yolunu seçer.

sadece olga değildir kendini ilya iliç'i oblomovschinadan kurtarmaya vakfeden. oblomov'un çocukluk arkadaşı, can dostu andrey ştoltz vardır bir de (iyi ki de vardır! zira ştoltz olmasaydı eğer, oblomov şu 600 sayfa boyunca yatağından dışarı tek adım atmazdı, bundan kesinlikle eminim). babası alman annesi rus olan ştoltz, her iki kültürün de (görece) olumlu olarak adlandırılabilecek özelliklerini üzerinde öyle bir buluşturmuş ki, burjuva olması gibi ufak bir pürüzü atlayabilsek neredeyse ideal karakter olduğunu düşündürecek bize! ama bu tuzağa düşmeyerek gonçarov'un onun da olumsuzluklarını acımadan sergilediğini görüyoruz. ya da ben okuyanların bunu böyle yorumlayacağını umuyorum. :)

unutulmaması gereken önemli bir nokta şudur:

19.yüzyılın ortalarında rusya hala feodal derebeyliğinin hakim olduğu bir ülkeydi, sanayileşmenin eşiğindeydi belki ama kapitalizmden uzaktı ve hala serflik mevcuttu. yine de, insanlar yavaş yavaş toprak ağası sınıfının (dönemin aristokratları) ne işe yaradığını, gerekli olup olmadıklarını ve hatta ahlaklarını sorgulamaya girişmişlerdi. hepsinin üstüne bir de ekonomik sıkıntılar artınca huzursuzluklar tırmanmaya başlamıştı. kitabın basılmasından 2 yıl önce tahta geçen çar II. aleksandr, serfliğin kaldırılması da dahil olmak üzere birçok liberalleşme amaçlı reform yapacaktır (komünist manifestonun da kitabın basım tarihinden bir 10 yıl kadar önce yayımlandığını unutmamak da faydalı olabilir bu noktada).

rusya bir eşiktedir, gonçarov da öyle.

zıtlıklar üzerine kurar romanını:

gelenekselliğin karşısına modernliği koyar ve dört temel karakteri üzerinden bunu işleyerek çiftlerini oluşturur: oblomov ştoltz'a, agafya olga'ya karşıt karakterlerdir ve dengeyi bir türlü oturtamaz, çalkalanır dururlar. rusya gibi. ve nihayetinde oblomov çökerken ştoltz daha da parlar: köhne rusya gider, modern rusya kurulur... mu gerçekten?

maalesef hayır. toplumlar değişmediği sürece hangi sistemi, hangi ideolojiyi getirirseniz getirin, sadece yüzeyde kalır yaptıklarınız. nitekim lenin de 1922'de rusya'nın 3 devrim yapmasına rağmen yine de oblomovlardan kurtulamadığını, o kesimin adam edilebilmesi için daha çok uzun bir süre yıkanıp temizlenmelerinin, hırpalanıp dövülmelerinin gerektiğini söyler. bu, ne yazık ki, o kadar kolay değildir.

dönem ödevi formatına sokmaktan çekindiğim için bu uzadıkça uzayan yazıyı, geleneksel uşak zahar'ı ve incilerini, toplumdaki yerini bellemiş ve ona göre davranmakta beis görmeyen dul evsahibesi agafya'yı, varlığıyla yokluğu bir alekseyev'i, şark kurnazı kötü kalpli tarantyev'i ve daha birçok irili ufaklı önem taşıyan karakteri bu yazının dışında bırakmak zorunda kaldığımı fark ettim şimdi: merak edenler kitabı okumakta serbest!

sözün özü, tembel ve umursamaz bir karakter olsa da efendimiz, onun için biraz da üzülüyoruz aslında. benim elimdeki 598 sayfalık kitabın (everest yayınları, eylül 2010) ilk 174 sayfası boyunca (ki o da sonrasında başka bir karakterin öyküsü için ara verilmesinden kaynaklı, yoksa daha da uzun bir süre) odasından çıkmayıp yatağı ile kanepesi arasında gidip gelen ilya iliç'ciğimiz kendisine "e ama başkaları nasıl yapıyor!" gibisinden bir yanıt verdiği / yol gösterdiği için emektarını paylarken bir de vicdanına sesleniyor (s.104-105) :

"ben 'başkasıyım' demek! uğraşıyor muyum ben, çalışıyor muyum? az mı yiyorum? kara kuru mu, yoksa zavallı mı görünüşüm? bana yetmeyen bir şey mi var? sanki yapacak, edecek biri var! bir kere olsun kendim giymedim çorabımı ayağıma, tanrı aşkına! huzursuz mu olacağım? bundan bana ne? ama kime söylüyorum bunları? sen çocukluğumdan beri benimle değil miydin? sen bunları hep biliyorsun, gördün benim nasıl zarif yetiştirildiğimi, ne soğuğu ne açlığı bildiğimi, ihtiyaç nedir bilmediğimi, ekmeğimi kendim kazanmadığımı ve pis işlerle hiç uğraşmadığımı sen biliyorsun. nasıl oluyor da gönlün beni 'başkalarıyla' karşılaştırmaya varıyor? yani ben 'başkaları' gibi sağlıklı mıyım? bütün bunları yapıp bunlara dayanabilir miyim?"

dayanamazsın ilya'cığım! çünkü sen oblomovschinaya tutulmuşsun, oblomovluk senin kanına işlemiş, sen artık başka türlü olamazsın. ve sanma ki sadece sen bu dertten muzdaripsin. siyasi feodal yapının efendilik algısı ortadan kalktı diye artık oblomovlar kalmadı sanmak yapabileceğimiz en saçma çıkarım olur. varlar, hem de sayıları hiç de öyle az değil. anneler her yıl milyonlarca modern oblomov yetiştiriyorlar erkek evlatlarının ev işlerinden uzak durmasını sağlayarak. yani, değişen bir şey yok dünyada, her şey aynı "doğu"da.



her şeye rağmen, kızamayız oblomov'a. çünkü o bir efendidir, onun doğasındadır hayatın merkezinde olmak. hakkıdır "sade, iyi, sevecen yüzler, varlıklarını onun yaşamını desteklemek, onun yaşamı fark etmemesine, hissetmemesine yardım etmek olarak gören" insanlarla çevrelenmek.

oblomovlar doğar, yaşar, ölür - bazıları işte böyle kitap olur. :)

-- daha fazlasını okumak isteyenlere nikolay dobrolyubov'un "oblomovluk nedir?" kitabını öneriyorum. ben henüz okumadım, ama alıp okuyacağım. --

***bu kitaba ben 10 üzerinden 10 veririm, 9'a elim varmaz. zaten anton çehov'un "benden 10 gömlek üstündür" dediği, dostoyevski'nin büyük saygı duyduğu, oblomov gibi ölümsüz bir karakteri yaratan bir yazar için daha ne denebilir ki?***


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.