15 Ocak 2012 Pazar

Münir Göle - Fısıltılar : bin/bir kadın sövgüsü

satın alacağım kitapları genelde aşağıdaki yöntemlerden biriyle seçerim:

1 - eş dost önerisi

2 - yazarı önceki okumalarımdan tanımam

3 - dergi ya da internette yazar ya da kitap hakkında bir öneri / eleştiri görmem

yani, daha önce okumadığım bir yazarın adını ilk kez duyduğum / gördüğüm kitabını birisi önermemişse satın alma ihtimalim çok düşüktür. fısıltılar bir istisna. kitapçıda oyalanırken ve bu arada ne var ne yok diye bakarken tamamen tesadüfen elime geçen kitabın arka kapağındaki tanıtımı beni tavladı:

romalı apuleius'un çok kadınlı bir öyküsü. öyküyü yeniden yazmaya girişen ve bunu yaparken kadınlara sövüp sayan bir erkek kahraman. arada yazıya karışmayı, anlatıcıyı kışkırtmayı iş edinen bir başka erkek. kadınlarla, fısıltılarla örülü bir diyalog. yazdıkça kızan, kızdıkça yazan, konu dışına taşmaya meraklı anlatıcı, kendisine mutlak gibi görünen katı saptamalarıyla, kendini bir düğümün içinde, koca bir kabusun orta yerinde buluyor. münir göle, çok katmanlı, farklı türlere kapı aralayan yeni romanı fısıltılar'da sinsi sinsi, biraz haince damarımıza basıyor.



aldım ve okudum. hislerim karışık. sevdim ama bir yandan da neden sevdiğim konusunda biraz kararsızım.

öncelikle, bu bir roman değil. ya da en azından okullarda öğretildiği şekliyle "roman" tanımına pek uymuyor. bir diyalog var baştan sona. yazar (kendiyle mi benimle mi bilemiyorum) konuşuyor, anlatıyor, tartışıyor. ve bunu yapmak için de benim bir numaralı merakım olan mitolojiden faydalanıyor. üstelik de en sevdiğim iki öyküyü aktarıyor bize derdini anlatabilmek için: eros ve psykhe'nin öyküsü ekseninde persephone'un da hikayesine değiniyor, hem de taa kore olduğu zamanları unutmadan. böylesine bir metin söz konusuyken benim beğenmemem zaten mümkün olamazdı! iki mitolojik öyküyü satır satır anlatırken (yeniden yazarken) alt metinleri de ayrıca döşemiş ve kadınlar hakkında aklının almadığı her ne varsa önümüzde sıralayarak acımasızca psikolojik bir analiz yapmış yazar. dalga geçtiğinin erkekler tarafından anlatılan kadınlar mı yoksa sadece kadınlar mı olduğundan emin olamamış olsam da sivri bir kalem ve keskin bir dille aktarmış aktaracağını.

göle'nin çıkış noktası kadınların kendi aralarındaki çekişmeleri, kavgaları, kıskançlık ve merak ile bu hislerin sebep olduğu yıkımlar. haksız mı? pek değil. abartmış mı? bence hayır. ama tokat üstü tokat yemek her zaman zevkli olmayabiliyor. kadın okurlarının damarına bunca basarken bir yandan da anlatıcıya müdahele ederek onu da hizaya getiren göle ara sıra gönül almayı da ihmal etmemiş.

ben severek okudum evet. ama başlarken de dediğim gibi, en çok neyi sevdiğimden emin değilim, özellikle çevremdeki bir sürü kadında gördüğüm sakat yanları öldüresiye eleştiren sivri dilini mi yoksa mitolojik temelini mi? bunu anladığım zaman kime tavsiye edip kime uzak durmasını söyleyeceğimi de kestirebileceğim. o zamana kadar, kendi riskinizdir alıp okuma kararı vermeniz ya da vermemeniz :)

bir mini kuple ile bırakıyorum sizi, sayfa 103'ten:

erkeksiz olmak, yalnız kalmak, dişiliği yaşayamamak, psykhe gibi, ablalarının da kabusu olmuştur bir zaman. kim olursa olsun, yeter ki bir erkek olsun düşüncesiyle inlemişlerdir. evde kalmak her kadının en korkulu rüyasıdır. erkek olsun, nasıl olursa olsun, diye çılgınlar gibi aranıp durur kadınlar. kadınlığın sağlaması, normalliğidir erkek. kadın, kendi kadınlığına inanabilmek için, kim olursa olsun sevmeyi öğrenir, sevmeyi öğrenmeyi bir şey sanır. ablalarda olduğu gibi, bu saplantılı arayış, harcanan zaman geçtiğinde hüsranla sonuçlanmaya yazgılıdır. erkeği elde etmenin yeterli olmadığı gerçeği çıkıverir saklandığı yerden. kadın, içinde büyüyen ekşimeyle yaşamayı kabullenmekle, yeni bir hüsranın peşine düşmek arası ikilemle karşı karşıya kalır.




Psyche at the Throne of Venus, (Matthew Edward Hale)

Güvercine Ağıt - Gürsel Korat (konu önemlidir, kurgu ise her şeydir!)

açık söylemek gerekirse, müge bize 'güvercine ağıt'ı önerdiğinde mutlu oldum çünkü:

1 - şimdiye kadar hiç okumadığım bir yazarla tanışacaktım
2 - bir yol hikayesi okuyacaktım, üstelik 13.yüzyılda anadolu nasıl bir yermiş görecektim
3 - ironiye doyacaktım

ya da ben öyle sanıyordum. hayallerim yıkıldı çünkü:

gürsel korat sanırım anadolu'nun 13.yüzyıldaki toplumsal halini iyi araştırmış, ya da zaten uzmanlık alanı olabilir o dönem. benim tarih bilgim o kadar derin olmadığı için işin bu kısmına yorum yapamıyorum. fakat rahatlıkla (benim uzmanlığım olmamasına rağmen) korat'ın edebi konsantrasyonunun çok kuvvetli olmadığını söyleyebilirim. sürükleyici bir romana dönüştürülebilecek çok güzel bir malzemeyi ele almış yazarımız fakat maalesef kurgudaki eksikliklerle kopuk ve altı boş bir metin koymuş ortaya.



karakterlerin aktarılan zaman dilimindeki hallerini tanıyoruz: adları nedir, nereden gelirler ve nereye giderler. fakat bizim için hikayeyi anlamlandıracak, hikayeyi yazacak olan o asıl sorunun yanıtı hiçbir yerde yok 261 sayfa boyunca: neden? ne oldu da bu insanlar bu ruh halindeler? ne yaşadılar ve bu onlara ne hissettirdi ki romanda yaptıklarını okuduğumuz o şeyleri yaptılar? bunların yanıtları yok.

bir noktada durdum ve düşündüm: başa dönüp tekrar okursam acaba atladığım bazı noktaları satır aralarında bulabilir miyim diye tekrar karıştırdım kitabı fakat hayır, sorun okurun konsantrasyonunda değil, sorun romanın 2 boyutlu olmasında. ona asıl derinliğini, anlamını kazandıracak olan 3.boyut yok bu deneyimde.

bir çok karakterle tanışıyoruz, biri bir kapıdan girerken diğeri öteki kapıdan çıkıp gidiyor. ama neden girdi sahneye, ne kattı hikayeye bunu göremiyoruz. başka bir karakterle ilgili bir ipucu mu verdi ya da bir olayın içyüzüne dair bir noktayı mı aydınlattı diye baktığımızda elimiz boş kalıyoruz ortada tekrar. sadece bir isim çorbası olup kalıyor kafamızda.

sanırım çok nahif yaklaşmış duruma gürsel korat. niyeti ve çıkış noktası çok iyi fakat maalesef uygulamada attığı teğelleri sağlamlaştıramaması nedeniyle kitabın parçaları elimizde kalır olmuş. karakterler ayrı ayrı geliştirilmiş, aradaki bağ kurulmadığı için hikayenin içine yedirilememiş. 5 kişi apayrı yollar almış, bir noktada yolları kesiştirilmek istenmiş ama çok da birbirinin içine geçirilememiş. bunu derken bir kez daha durdum düşündüm: acaba amaç bir anın fotoğrafını çekip onu mu okura göstermek, hayatta başa gelen felaketlerin aslında nedensizliğinden mi dem vurmak? öyle dahi olsa, karakterlerin iç dünyalarını ve geçmişlerinin onlarda bıraktığı izleri tanımadan ve bilmeden şahit olduklarımız da sadece şöyle bir bakıp (anlamlandıramadığımız için) bir kenara attığımız fotoğraf karesinden öteye gidemiyor his dünyamızda. his dünyamıza etki etmiyor bu roman.

ya da benim his dünyama etki etmedi. yol boyunca gidiyoruz bir patikada, bir kreşendoya vardığımızı sanıyoruz, patika çıkmaz sonlu, bir duvar karşılıyor bizi ve kreşendo olabilecek o yükseliş birden elimizde toz olup kalıyor. ben şahsen kendimi son cümledeki balık gibi hissettim. yazarla yapılmış şu (tıklayınız lütfen) söyleşiyi okumak da kafamdaki soruları pek yanıtlayamadı.

yine de, yazarın hakkını teslim etmem gereken bir kaç nokta var:

1 - seçtiği konu tamamiyle hoşuma giden bir alan. "13.yüzyıl anadolusu da nasılmış bakalım" diye meraklanarak okudum sıkılmadan.
2 - ironik bir anlatımdan bahsedildiğini hatırlıyorum. olayların kendisi bir bütün olarak ironik, burası kesin. bu nedenle de ironiseverler bu kitabı denemek isteyebilir, her şeye rağmen ve büyük bir beklenti oluşturmadan.
3 - yer yer kullanılan dönem dili (maalesef bu konuda bir uzmanlığım olmaması nedeniyle elbette doğru kullanımından emin olamam) ve günümüz yerleşim yerlerinin o dönemki isimleri (aklımda kaldığı kadarıyla erziron, trapezon, vb) ilgimi çekti ve hoşuma gitti.

son olarak, eklemek istediğim bir nokta da, kitabı okurken aklıma sık sık bir "ortadünya haritası"nın ne kadar da işe yarayabileceği geldi. belki sonraki baskılar için yazar / yayınevi bunu değerlendirebilir. :)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

ONCA YOKSULLUK VARKEN ha Emile Ajar ha Romain Gary ne fark eder?


insana çok koyar yalnız bir çocuğun hali. hele benim gibi uçlarda bir yufka yürekli ve sulugöz iseniz size daha da fena koyar! sert olmaya çalışan ama yalnız bir çocuk, korkan ve bunu kendine dahi ifade etmekten çekinen... sözün özü: momo beni yerle yeksan eyledi. dağıldım onun peşinden şehrin sokaklarında, dükkanlarda, seslendirme stüdyolarında dolanırken, parça parça ayırdı beni bacaksız. sanırım biraz da bu nedenle üzerinden 2 ay kadar süre geçmiş olmasına rağmen pek de yazmaya yanaşmadım romanla ilgili. çok dokunaklı çünkü ve çekiniyorum yazdığım herhangi bir cümle ile henüz okumamış bir insanın romandan alacağı tadı bozmaktan. bu nedenle de detaya girmeden (ki zaten şu anda kalkıp da toparlayamıyorum anlamlı cümleler halinde düşüncelerimi) bir iki madde olarak şuraya notlarımı düşmek istiyorum:

- fahişelerin gayrımeşru çocukları için bir pansiyon işleten madam rosa ve hem azınlık hem de fahişe çocukları olan misafirlerinin öyküsü ilk satırından sonuna kadar beni esir aldı, kaptı götürdü.

- toplumsal adaletsizlik ve "ezilen" psikolojisini okuruna mizahla yoğurarak veren yazara saygı duydum.

- 10 yaşındaki bir çocuğun samimiyetini böylesine yansıtabilmek büyük başarı, bu arada dokunaklılıkta sınır tanımadığı ve yer yer beni perişan ettiği için yazara buradan teessüflerimi gönderiyorum! beni ağlatmayacak romanlar okumak istiyorum biraz da! önümüzdeki moderatörler, duyun şu sesimi!

bir alıntı yapmak istiyorum şuraya, sayfa 70'den:

yasalar, başkalarına karşı korunacak şeyleri olan kişileri korumak için yapılmıştır. mösyö hamil, yaşamın kutsal kitabında, insanlığın sadece bir virgül olduğunu söyler, yaşlı bir adam bu denli hıyarca bir söz ettiği zaman da benim buna ekleyecek hiçbir şeyim kalmaz. insanlık bir virgül değildir, çünkü madam rosa yahudi gözleriyle bana baktığı zaman bir virgül değildi, kutsal kitabın tümüydü belki, ben de artık bu kitabı görmek istemiyordum. madam rosa için iki kez camiye gittim, hiçbir şey fark etmedi, yahudiler için geçerli değildi çünkü. işte bu yüzden belleville'e dönemiyor, madam rosa ile göz göze gelemiyordum. madam rosa durmadan "oeil! oeil!" derdi, yahudilerin acı çığlığıdır bu, araplarda çok farklıdır, biz "hay hay" deriz, fransızlar da mutlu olmadıkları zaman "oh oh" derler, ne sanıyorsunuz, onların da başına gelir böyle şeyler. on yaşıma basacaktım, çünkü madam rosa öyle karar vermişti: kendimi bir doğum tarihine alıştırmalıydım, o da bugüne düşüyordu. madam rosa normal bir biçimde gelişmem için bunun önemli olduğunu söylüyordu, gerisi, anne adı, baba adı, hep züppelikti.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.