12 Ağustos 2012 Pazar

"yeni roman" zor iş: locus solus

farklı romanları çok seviyorum. beni zorlayan metinler hep hoşuma gitmiştir. sabrın sonunun selamet olduğuna, hiçbir kitabı okumanın zaman kaybı olmadığına inanırım her zaman. ve öykü okumaya, masallara, eski zaman hikayelerine bayılırım.

tüm bunları göz önüne alırsak son derece düz bir mantıkla locus solus'u da sevmem gerektiğini çıkartabiliriz sonuç olarak.

ve, sevdim de. ama biraz (!) zorlanmadım değil.

evet, çok farklı bir romandan bahsediyoruz bu ay. roman olup olmadığının tartışmaya açık olduğu konusunda söyleyecek sözüm yok. alışık olduğumuz giriş - gelişme - sonuç, olay örgüsü, karakterlerin detaylandırılması ve birbirleriyle etkileşimleri yok. yazarın bir takım fantastik tasarımlarının son derece teknik ve çok uzun tasvirlerini okumak zorunda kalıyoruz. çoğu zaman da (en azından benim için kitabın ortalarına kadar tamamen) anlamakta büyük zorluk çekiyoruz. ama sonra elimize bir anahtar veriliyor ve yolumuzu bulabiliyoruz çünkü ilk 100 sayfayı atlattıktan sonra ne okuduğumuzu fark ediyoruz.

bu noktada yalan söylemeyeceğim elbette: başlarda çok zorlandım çünkü okuduğum her şeyi anlamaya çalıştım. internette bakacak vaktim pek olmadığı için tarif edilen mekanizmanın çizimlerini gaye toplantıya getirene ve enis de burada paylaşana kadar gözümün önünde canlandırmam mümkün olmadı. ve ben inatla ne anlatıldığını gözümde canlandırabilmeye çalıştım. olmadı tabii. çok bunaldım ve bir ara kitaba küsme noktasına geldim. fakat sonrasında bir aydınlanma anı yaşayarak aslında bu teknik tasvirlerin romanın merkezi olamayacağı ve başka bir şeyin anlatılıyor olması gerektiğini düşünerek bıraktım peşini ilk baştaki çabamın. ve aralardaki öykülerin, serpme masalların tadını çıkarttım. güzel bir "masallar derlemesi" okudum diyeyim. kitabı bitirdiğimde ise aydınlanma anımda bana malum olan o "başka bir şey olmalı" fikrinin tamamen zırva olduğunu gördüm: hiçbir şey hiçbir yere varmadı ve biz gerçekten de bir masallar derlemesi okumuş olduk.

yine de, masal severler için güzel mesajlar da barındıran hoş ve değişik bir kitap olduğunu düşünüyorum locus solus'un. sanayi devrimi sonrası dünyaya bir eleştiri barındırıyor olabilir belki "her şey çok fazla teknikleşti ve insana dair, insanla ilgili olan her şey ikinci planda kaldı" şeklinde. ama belki de bizim mirasyedi yazarımız bunu yapmayı hiç planlamamıştı dahi ve bir nevi mühendislik el kitabı hedeflemişti. sonuç olarak her iki çıkarımın da doğru olabileceğini kabul ederek aynen okurken yaptığım gibi hakkında yazarken de fazla irdelememeyi tercih ediyorum.

ama şunu söylemem lazım: keşke yazar derlediği masalları biraz daha hakkını vererek ve araları bunca detayla doldurmadan saf bir şekilde verebilseydi de tadından yenmez bir kitap olsaydı elimizdeki. anladığım kadarıyla raymond roussel enteresan biriymiş, fazlasıyla avantgarde olduğunu sanıyorum hakkında çok detaylı okuma yapmış olmasam da. onunla ilgili hoş bir bilgi derlemesi için şuraya bakabilir, bu sayfada ayrıca locus solus'un elyazmasının ve kendi tasarımı özel limuzininin fotoğraflarını inceleyebilirsiniz: http://acravan.blogspot.com/2011/02/big-finish-grande-fin-how-i-wrote.html

deviantart'ta gördüğüm ve "locus solus" adını taşıyan şu görsel de ayrıca hoşuma gitti:



kendi başıma olsaydım bu kitabı alır mıydım? bir "şaheser" olduğunu söyleyen enis batur'a ve dali'ye kanabilir ve belki de alırdım. peki kimseye tavsiye eder miyim? hayır, etmem çünkü kimsenin böyle zor bir deneyim sırasında benim zaman zaman gaye'nin kulaklarını çınlattığım gibi çınlatmasını istemem! :) peki sevdim mi? evet yahu, sevdim ve zaman kaybı olarak görmedim, iyi ki okumuşum


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır..

Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan: "hakikatleri görmekten kaçmak ihtiyadı"

"hayatta hiçbir şey, uğrunda ölmek için istenmez..."

sabahattin ali dendiğinde aklıma "kürk mantolu madonna" gelmiştir hep ilk olarak, sonrasında da "kuyucaklı yusuf". "içimizdeki şeytan" bir şekilde gözümden kaçmış olsa gerek ki adını bir iki kez duymuş olmakla birlikte hiç elime alıp da okuma fırsatım olmamıştı. kendi adıma, ne büyük ayıp! bu nedenle ilknur bize haziran'da bu şahane romanı okuyacağımızı söylediğinde ayrıca sevindiğimi söylemem lazım başlamadan önce. ve bir de not düşmeliyim: sabahattin ali bu ülkenin harcarken gözünü kırpmadığı önemli değerlerden. yıllar öncesinde çektiği sıkıntıları da göz önünde bulundurarak, geçen 50 yıldan fazla sürede durumun çok daha kötüye de gittiğini unutmadan, mutlaka okunmalı. sadece edebi hazzı için değil, ülkenin bugüne nasıl vardığını da net bir şekilde görebilmek için.

ilknur yazısında o kadar güzel işlemiş ki sabahattin ali'yi, öyle güzel noktalara dokunmuş ki, ben şimdi ne yazarsam yazayım, ne dersem diyeyim onun üstüne çıkamayacağım. çıkmak da istemem zaten, okumamış olanlar varsa mutlaka okumalı o güzel yazıyı.

sadece bir iki ufak not ve yorumumu eklemek istiyorum buraya:

insan, her zaman "insan". şeytan her daim içinde. en kolayı suçu şeytana atmak ve ters giden her şeyin, tüm eksikliklerin vebalini onun boynuna sarmak. toplumların içindeki şeytan da aynen böyle işte. sabahattin ali'yi okudukça ve kitabın sayfalarında ilerledikçe görüyoruz ki bizim toplumumuzun genel şeytanı da tembellik, umursamazlık ve kendini her daim haklı, kendinden başka herkesi de mütemadiyen hakir görmek. bu şeytanımızı çıkartamamış olmamız nedeniyle de içimizdeki şeytan'ın ilk basım yılı olan 1940'dan bu yana fotoğraftaki teknik / teknolojik gelişmeler haricinde hiçbir değişiklik olmamış (ve hatta durum daha bile kötüye gitmiş eğer bu mümkünse!). maalesef bedri'nin ağzından o döneme dair dinlediğimiz tarif hala çoğumuz için geçerli (sayfa 259) :

"bu adamların hepsi büyük bir tezat ve ikilik içinde çırpınıyorlar. hiçbiri sırtında taşıdığı ve muhafazaya mecbur olduğu mevki veya paye ile ahenk halinde yaşamıyor. kafaları, zeka itibariyle olsun, yarım yamalak bilgileri itibariyle olsun, merhamete muhtaç halde. şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi. her şeyleri iğreti, her vasıfları, her kanaatleri iğreti. (......) bu belkemiksiz malumat ve kanaatler mütemadiyen kopar, birbirinden ayrılır, sahibiyle münasebetlerini mütemadiyen değiştirir. çünkü hiçbirinde fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. hiçbiri ukalalık etmek için malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. hiçbiri insanı insan yapan şeyin şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin yalnız bunu temine yaradığını anlamamıştır." 

uzunca bir monolog var bu bölümde, ben enerjimin yettiğince yazabileceğim için ufak bir kısmını buraya taşıdım. özellikle bu kısım bana yılmaz güney'in çok sevdiğim "vestiyer kafalılar" yakıştırmasını hatırlattı ve her ne kadar sabahattin ali'nin eleştirilerini sıralarken toplumun bazı sınıflarına elitist bir yaklaşımda bulunduğunu hissetmiş ve az da olsa bundan rahatsız olmuş olsam da, üzerinde düşünülmesi, fark edilmesi ve artık bir şekilde giderilmesi gereken bir sıkıntımız olduğunu düşünüyorum bu durumun.

sabahattin ali, amiyane tabiriyle, herkese geçirmiş bu romanında. çok da iyi etmiş! ne "okumuş" burjuvalar kurtulabilmiş elinden ne de siyasi erki elinde tutanlar. türkçülük ile ilgili eleştirileri oldukça yerinde ve hatta az bile (nihal atsız'ın bu kitabıyla ilgili yazdığı eleştiri yazısının neden o kadar ağır olduğunu anlamak hiç zor değil bu nedenle. mutlaka google'da aratınız ve okuyunuz, ben okurken çok eğlendim).

bu noktada ufak bir alıntı yapmak istiyorum, çok kişiye tanıdık geleceğini düşünüyorum:

"görüyorsun ki hepsi hayata bir miktar kin borçlu. hepsi çocukluklarından beri mahrum oldukları kuvvete hasret çekerek ve kendilerini yiyerek bu hale gelmişler. hakikaten kuvvet sahibi olanlara haset ve imkansızlıkla baka baka nihayet kuvveti en büyük, en tapılmaya layık bir mevcudiyet olarak kabul etmişler... şimdi öyle bir nazariye yapıyorlar ki, anası aciz ve mahrumiyet... bu gibi fikirleri doğuranlar, daima, ezilmeye, yok olmaya mahkum olduklarını hisseden zümrelerdir. bağırırlar, çağırırlar, ellerine fırsat geçerse suni olarak sahip oldukları bu iktidarı en vahşi bir şekilde kullanmaya kalkarlar, fakat nihayet hayatın ebedi kanunlarının pençesi altında çiğnenir ve mahvolurlar..."

iyi ki bedri(ler) var bu ülkede!

son bir not olarak, okuyan hemen herkesin ömer'in nasıl da bir oblomov olduğu yakaladığını sanıyorum. evet, gerçekten de, "bu hayatın bir manası olmak icap ederdi". ah işte o mana neydi acaba???



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

10 Ağustos 2012 Cuma

T.S.Spivet'in Seçme Eserleri - Reif Larsen

enteresan bir kitap t.s.spivet'in seçme eserleri.

enteresan çünkü çok sevdim ama hiç beğenmedim. ve şimdi de nasıl anlatsam, nereden başlasam diye kıvranmaktayım. en kolayını seçerek maddelendirme yoluna gidiyorum, hiçbir şekilde objektif yorum içermeyen, tamamen kendi zevkime dair fikirlerim aşağıda bilgilerinize sunulmaktadır efendim:



ben bu kitabı sevdim, çünkü:

- acıklı olmadığı sürece (?) çocukların gözünden dünyayı görmeyi, onların ağzından aktarılan hikayeleri okumayı seviyorum. burada tabii yazara çok büyük iş düşüyor: yazarın bir yetişkin olduğunu düşünürsek, çocuk gözüyle bakmayı hatırlayabilmek ve fazlasıyla büyümüş de küçülmüş tonuna dalmadan olayları aktarabilmek pek kolay bir iş değil. bunu layığıyla yapabildiğinde yazar, bir çocuğun naif ve insanı gülümseten (bazen de yüreğini sızlatan) heyecanıyla yazabildiğinde çok zevk alıyorum okuduğumdan. romanımızın kahramanı da bir çocuk. güzel bir çocuk: hem zeki hem de çok yetenekli. başına buyruk diye de yorumlanabilecek kadar kararlı. ama çocuk. hayalleri, hayal kırıklıkları, üzüntüleri, beklentileri çocuk beklentileri. sırf bu dahi hikayesini merakla takip etmeme yetti diyebilirim.

- farklı bir kitap almış oldum elime. baskı kalitesi yüksek ve alışılmış kitap formatının dışında. illüstrasyonlarla, çizelgelerle, taslak çizimlerle, haritalarla bezeli. sayfa kenarlarında bir çok açıklayıcı not içeriyor ve "roman"ın kendisi kadar o notlar da kendi başına anlam taşıyabiliyor. inceleyerek okumayı ve okudukları detayları görsel olarak da görmeyi sevebilecekler için değişik ve güzel bir deneyim olabilir.

- spivet biraderlerin hikayesi çok içime dokundu. hüzün okumayı sevmemekle birlikte etkileniyorum ve sanırım kolay kolay unutamıyorum. büyükanne spivet'in bilimkadını olma yolundaki hikayesi de hoşuma gitti, ah bir de yarım kalmasaydı..!

gelelim madalyonun diğer yüzüne...  

ben bu kitabı beğenmedim, çünkü:

- roman okuyor olduğum fikrinden sıyrılamadım. bir romandaki olay örgüsünü gönlüme göre bulamadığım ve karmakarışık bir anlatının ortasına düştüğüm için de bocaladım. roman değil de bir başka bir şey okuduğumu düşünebilecek kadar rahatlayabilseydim, sanırım o zaman gerçekten tadını çıkartabilirdim kitabımızın ama olmadı, olamadı maalesef. bunun suçu aslında kitapta değil pek. benim fazla yoğun olduğum bir dönemde, işle ev arasında gidip gelirken okuma imkanım oldu sadece, bir de geceyarılarından sonraki saatlerde elime alabildim kitabımı ve bu nedenle de çok "keyifli" bir okuma deneyimi olamadı. aceleyle okuduğum kitaplardan zevk almam maalesef mümkün değil.

- yukarıda dediğim gibi, sabah ve akşamları yolda okuduğum için kitabı sürekli yanımda taşımam gerekti ki boyutları nedeniyle bu benim için zor oldu. kitabı sevmeme sebep olan farklılığı bu sefer büyük bir dezavantaj oldu ve böylesine "büyük" bir kitabı seçtiği için (hele bir de yanımda bilgisayar, dosyalar ve el çantası vs taşırken) erdem'in kulağını bolca çınlattım. belki de kitabı sabit bir yerde bırakıp da rahat rahat ve zamanla yarışmadan okusaydım çok daha farklı düşünürdüm, kim bilir? :)

- her ne kadar "fantastik öğeler içeren" bir kitap okuyor olduğumu aklımda tutsam da, hiçbir şekilde kafama yatmayan ve benim "aman işte oku gitsin, adam yazmış" diyerek üzerinde durmadığım kadar yazarın da "aman işte yaz gitsin, okuyan okur" diye düşünerek üzerinde durmadığını düşündüğüm kısımlar sonunda canımı sıktı. hani sanki yazarın asıl amacı bize eskiz yeteneğini göstermekmiş de yazdıkları ikinci planda, sadece bu fikri basabilmek için bir araçmış gibi geldi ve ben bir okur olarak bundan hafif çaplı bir rahatsızlık duydum. ama, dediğim gibi, adam yazmış ve biz de okumuş olduk.

- son olarak: emma'nın yarım kalan hikayesinin devamını okumak isterdim, ne güzel okuyorduk, pat diye kesiliverdi her şey! tamamıyla şımarıkça söyleyeceğim ki cidden gıcık oldum! :)

bu kitabı herhangi bir başkasına tavsiye eder miyim? emin değilim.
sevdim mi? evet.
beğenerek okudum mu? hayır.

hayat bazen çok karmaşık...



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.