30 Kasım 2012 Cuma

"Gerçek daima tektir" : 1Q84 - Haruki Murakami

Her şeyden önce Banu’ya teşekkür etmem gerekli sanırım kitap kulübümüzü Haruki Murakami ile tanıştırdığı için. Kendi halime bırakılsaydım bir gün sanırım tanışırdım ben de Murakami ile fakat bu kadar çabucak 1Q84’ü alır da okur muydum çok emin değilim. Japon edebiyatı bana çok uzaktı ve onun önerisiyle okuduğumuz Sahilde Kafka'dan sonra (gönlümün birincisi Rus edebiyatı merakımı geçememiş olsa da) gözümde ayrı bir yer kazanarak önceliklerimi değiştirdi.

1Q84, herkesin bildiği gibi, Murakami’nin en son romanı. 2009 ve 2010 yılları arasında 3 cilt olarak Japonya’da yayımlanmış ilk ve daha raflara çıktığı gün birinci baskısı tükenmiş. İlk bir ayda bir milyon kopya satış yapılmış. Ben yeni bir Murakami hayranı olduğum için o heyecanlı beklentiyi yaşayamadım tabii, baktım Türkçe çevirisi satışa sunulmuş, hemen aldım rafıma koydum ve 4-5 ay bekledim okumaya başlamadan önce.

Buraya ufak bir not düşmek istiyorum: bizde tek cilt olarak basmış Doğan Kitap 1Q84’ü. Kalın ciltli 1256 sayfalık kocaman ve ağır bir kitap alıyorsunuz elinize. Etkileyici görünüyor belki evet ama okuması pek zor. Hele ki benim gibi okumalarınızın büyük kısmını yollarda yapıyor ve okuduğunuz kitabı yanınızda taşıyorsanız durum iyice zorlaşıyor. Ben yanımda tabii ki taşıyamadım bu koca cildi, evde ve vakit buldukça okudum, bu nedenle de normalde bitireceğim süreden daha uzun sürdü benim 1Q84 maceram, istediğim kadar konsantre olup kaybolamadım içinde bu nedenle. Bundan sonra belki 3 cilt halinde de basılır da insanlar rahat rahat alır, yanlarında taşır ve gönüllerince okurlar.

Dört yılda yazmış Murakami bu romanı. Diğer eserlerinde yaptığı gibi, gerek klasik müziğin büyük isimlerine (kitabın teması bu sefer Leoš Janáček’in "Sinfonietta"sı) gerek günümüzün ünlü sanatçılarına bu kitabında da bolca yer vermiş. Murakami’nin bu huyu çok hoşuma gidiyor; bildiğiniz gibi büyülü gerçeklik akımının neferlerinden yazarımız ve de bir “rüya” içerisinde hem bildiğiniz hem de size çok yabancı bir arazide yürürken arada sırada karşınıza çıkan tanıdık isimler ve melodiler ayağınızı yere biraz daha sağlam basmanızı ve okuduklarınızla biraz daha özdeşleşmenizi sağlıyor.

Yıl 1984. Yer Tokyo.

İlk sayfada tanışıyoruz “esas kız” Aomame ile. Fazla bekletmeden yazar bize o anda takside bir yere gitmekte olan Aomame’nin bir kiralık katil olduğunu açıklıyor (hayır, merak etmeyin bunu yazarak kitaptan alacağınız tadı azaltmıyorum, konumuz bu değil çünkü). Aomame birini bir şey için öldürmeye gidiyor. Ama bir şeyler garip. Sinfonietta’yı dinlerken daha bunun farkına varıyor ama ne olduğunu anlayabilmiş değil. Garip olaylar olmaya başlıyor ve Aomame anlıyor ki taksiye binerken ardında bıraktığı dünya, taksiden indiğinde dahil olduğu dünya değil.

Ama aslında hala 1984 yılında. Yoksa değil mi?

Değil. Aomame’nin bildiği 1984 gitmiş ve artık yıl 1Q84.

(Kitaba adını da veren 1Q84 Japon dilinde bir kelime oyunu aslında: Japon dilindeki 9 (kyū ) İngiliz dilinde “soru” anlamına gelen “Question”ın Q’su ile eşsesli. Yani evet, 1?84’teyiz bir anlamda: paralel bir dünyaya mı geçtik henüz bilmiyoruz ama farklı bir gerçeklikte olduğumuz kesin.)



Aomame’yi kafa karışıklığı ile başbaşa bırakarak Tengo ile tanışıyoruz bu sefer. Kitabın “esas oğlan”ı. Tengo bir dershanede matematik dersleri veriyor, aynı zamanda da bir yayınevi için çalışıyor. Nihai amacı iyi bir yazar olmak. Yayınevinin editörü Komatsu bir yarışma için gönderilmiş sürükleyici ancak çok da iyi yazılmamış bir metni Tengo’ya baştan yazması için veriyor . Gölge yazarlığı kabul eden Tengo’nun tek şartı öykünün esas yazarı ile tanışmak. Ve tanışıyorlar: Fukaeri adlı lise öğrencisi disleksik bir kız çocuğu. Öyküsü de son derece enteresan: “little people” adı verilen bir takım varlıklar ve bir köyde geçen olaylar. Fukaeri’yi tanıdıkça Tengo fark ediyor ki aslında bu öyküyü bu kız yazmış olamaz. Zaten Fukaeri’nin de böyle bir iddiası yok, o sadece ilgi çekmeye çalışıyor.

Peki ne için?

Anlıyoruz ki “Şişeyle tıpa birbirine uymuyor. Sorun ya şişede ya da tıpada” (s.267)

Dünya dönmeye devam ederken Aomame ve Tengo’nun hikayeleri birbirlerine yaklaşmaya başlıyor. İlkokulda iki yıl aynı sınıfta okuduklarını ve sonrasında yollarının ayrıldığını, bir daha hiç görüşmediklerini öğreniyoruz. İkisi de birbirlerinden başka kimseyi sevmemiş. Aradan 20 yıl geçtikten sonra dahi hala yolda yürürken bir gün acaba diğeri karşısına birden çıkıverir mi diye yanlarından geçen herkesin yüzüne dikkatle bakmaktalar ve diğerinin kendisini bulmasını beklemekte, ummaktalar.

Aşk gerçekten her şeyin üstesinden gelebilecek mi?

Bunu size anlatmayı hedefleyen 1256 sayfa var önünüzde, eğer merak ediyorsanız.

Belki okuduğum en iyi Murakami romanı değil ama yine de bu bir Murakami romanı.

İnsanı, kendine rağmen, içine çeken ve (benim Japon edebiyatında kanıksadığım ve hatta çok da sevdiğim) bol tekrarlarla, geriye dönüşlerle ve karakterlerin naif tarifleriyle anlatmak istediğini gözünüzün önünde tamamiyle somutlaştıran bir öykü söz konusu. Ayrıca yazarımızın dünyaya bakışını ve sakin espri anlayışını da fark ediyorsunuz aşağıdakine benzer cümleciklerle aralarda rastlaşınca:
"Dünya Nazileri, atom bombasını ve pop müziği gördü, buna rağmen bir şekilde bugüne ulaştı." (S.1201)
Birbirini aramakta olan bir kadının ve bir erkeğin öyküleri arasında gidip gelerek birbirlerine nasıl yaklaştıklarını sayfalar boyunca takip ediyoruz ve satırların arasından Murakami bize diyor ki:
"Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter, hayatın kurtulmuş demektir." (S.260)
Aşk romanı bu, evet. Aşk belki de en büyülü gerçeklik. Ya da belki değil ve hayat sadece tesadüflerden, cinayetlerden, çatışmalardan, dini okült oluşumlardan, takiplerden ve tecavüz gibi insanın insana zulmünden oluşuyor. Ya da belki her şeyin bir amacı var. Hiçbir şey göründüğü gibi değil. Belki de hiçbiri değil ve her şey tamamen yazıldığı gibi. Bilmiyorsunuz. Bilmiyoruz.

Kafası karışanları kendi halinde boğulmaya bırakmayan Murakami ufak bir not düşmüş sayfa 1142’ye, özel dedektif Uşikava’nın ağzından:
"Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Açıklaması yoktu. Fakat şu an için bu derinlemesine düşünülecek bir sorun değildi. Esas mesele, bu duruma ne şekilde ayak uydurulacağıydı. Öncelikle bu görüntüyü olduğu gibi, mantıklı olup olmamasına bakmaksızın kabul etmekten başka yol yoktu. Mesele ondan sonra başlıyordu."
Siz de, 1Q84’ü olduğu gibi, mantıklı olup olmamasına bakmaksızın kabul edin. Ve bırakın mesele başlasın. Kaybolmak da güzeldir bazen.


Not: Ben kitabın 1.baskısını almıştım Nisan ayında ve ancak Ekim 14’te okumaya başlayabilmiştim. Tam hızımı almış giderken önemli bir baskı hatasıyla karşılaşarak yayınevine durumu bildirdim ve bir kaç hafta sonra elime geçen yeni baskısından (şu anda bana gönderilmiş olan baskı 7.baskı – demek ki bizde de iyi okunmakta bu roman) bitirebildim. Anlayacağınız, araya giren 3 haftadan biraz uzun süre ve benim bu arada okumayı bitirmem gereken diğer iRo! romanları nedeniyle ilk başta kendimi kaptırdığım kadar içinde kalarak bitiremedim Aomame ile Tengo’nun öyküsünü. Siz benim gibi yapmayın, araya başka şeyler sokmadan bitirin bu güzel romanı gitsin.

11 Kasım 2012 Pazar

"kontra kültür": vonnegut'un gece ana'sı

israil'de bir hücrede yargılanmayı bekleyen nazi savaş suçlusu ve amerikan vatandaşı howard w. campbell, jr. bir kitap yazar ve bu kitabını çeşitli "yetkili merciler"e gönderir.

önsözde bize söylenen bu hikayenin "gerçek" olduğudur: campbell'in ikinci dünya savaşı öncesinde, sırasında ve sonrasında başından geçenleri okuruz. günlük gibi, sayfa sayfa, adım adım onunla birlikte o dönemin her bir gününün içinden geçeriz.



11 yaşından bu yana almanya'da yaşamakta olan campbell tanınır bir oyun yazarı olmuştur. nazi hareketinin yükselişe geçmesiyle birlikte, aslında politik olarak herhangi bir görüşü / sempatisi olmasa da, nazi propaganda bakanlığının önemli araçlarından biri olarak amerikan vatandaşlarına yönelik radyo programları yapmaya başlar. karizmatiktir, dinleyenleri genelde etkilemeyi başarır. bu aslında çok ironiktir: campbell programlarında anlattığı şeylerin hiçbirine inanmaz, hiçbiri umurunda değildir. onun umursadığı tek şey sanatı (oyunyazarlığı) ve karısıdır. helga'sına delicesine aşıktır ve karısının savaş sırasında ölümünden sonra dahi aşkına büyük bir tutkuyla sadık kalır.

savaşın sonunda amerikan kuvvetlerinin eline düşer campbell ve biz o zaman öğreniriz ki aslında nazi saflarında propaganda yapmasının sebebi amerikan gizli servisi hesabına çalışıyor olmasıdır. onlara haber uçurmaktadır yayınlarında. ama tabii yakalanması durumunda kendisini tanımayacaktır amerika. yine de, kaçmasına yardım ederler ve amerika'ya yerleşir campbell. amerika hesabına çalışmaktan da nazi propagandası yapmış olmaktan da pişman değildir çünkü ikisi de umurunda değildir. helga'sının anılarıyla yaşamaya devam eder. ta ki yakalanana kadar.

yakalanarak israil'e götürülür yargılanmak üzere ve çember tamamlanır, romanın en başına dönerek son sözleri okuruz:
elveda, acımasız dünya!
auf wiedersehen?
olanların değil de ardındakilerin önemli olduğu, pek sürpriz içermeyen ama çok etkileyici bir roman 'gece ana'. iyi dediğin iyi değil, kötü dediğinde ise hangi açıdan baktığına göre sonsuz iyilik olabiliyor. okumak lazım. ;)

kurt vonnegut kitabının ön sözünde bu öyküsünün bir ahlak içeren (en azından kendisinin farkında olduğu bir ahlak içeren) tek öyküsü olduğunu söyler: "biz, 'o'ymuş gibi yaptığımız şeyiz, yani 'ne'ymiş gibi yaptığımıza dikkat etmeliyiz" ("we are what we pretend to be, so we must be careful about what we pretend to be.")

kitaptan yapılacak diğer iki çıkarım da şöyle olmalı diyor yazar:

- öldüysen, ölmüşsündür.
- yapabildiğinde aşk yap. sana iyi gelir.


dipnot: palm sunday'in 18.bölümünde vonnegut kendi kitaplarını birbirine nazaran değerlendirerek 'gece ana'ya not olarak A vermiştir (diğer kitaplarına verdiği notları görmek için tıklamak yeterli).

Koleksiyoncu - John Fowles

dünyanın garipliklerine belki de bir örnek benim john fowles'la tanışma tarihimdir. yurtdışında yaşayan, kitap okumayı çok sevdiğimi ve çevirilerle başımın da ne kadar belada olduğunu bilen bir arkadaşım bundan yıllar önce bir doğumgünümde bana "the magus" (büyücü) adlı kitabı hediye etmişti. bir süre kütüphanemde bekleyen kitabımı elime almam ve uzuuun sayfaları devirip de bitirmem yanlış hatırlamıyorsam 1 hafta kadar sürmüştü, o derece sevmiştim yani. o dönemde ne iRo! mevcuttu ne de ben bir blog tutuyordum, bu nedenle sadece kendi merakımı gidermek için yazarına dair ufak bir araştırma yapmak istemiş ve benim çok beğendiğim yazarın benim kitabının son cümlesini okuyup da kapağını kapattığım bir önceki günde (5 kasım 2005) öldüğünü öğrenmiştim. işin enteresan yanı, okuduğum kitabın son sayfasına (son cümleden sonra) "die, fowles die! i need a concrete ending to this story" (öl, fowles öl! bu hikayenin somut bir sonu olmasına ihtiyacım var)  yazmıştım ve muhtemelen ben o cümleleri yazarken yazar da isteğim üzerine ölmekle meşguldü...!

fowles öldü, ben de ölümündeki payımı (!) zaman içerisinde unuttum. bu arada çok sevdiğim kitabımı ödünç verdiğim bir tanıdığımla artık görüşmemeye başladık ve kitabım da böylece (bizim dönemimizin tabiriyle) hacılanarak kayıplara karıştı. aradan 3-5 yıl geçti ve bir gün karşı konulamaz bir istekle girdiğim kitapçıdan bir adet 'büyücü' (ayrıntı yayınları, üçüncü basım, 2010) ve bir adet de 'koleksiyoncu' (ayrıntı yayınları, üçüncü basım, 2009) alarak çıktım. kendime yılbaşı hediyesi hesabı... ertesi gün geleneksel iRo! yılbaşı çekilişi doğrultusunda herkes birbirine kitap hediyesini verirken, benim gizli noel babam bana 'koleksiyoncu'yu hediye ediverdi! tesadüf işte... :) hediye gelen kopyayı kendime saklayıp kendi aldığım kitabı ise tabii ki başka bir kitapla takas ettim ilk çarşı pazar imkanımda.

ve koleksiyoncu yıllar süren rafta tozlanma macerasının ardından geçen hafta içerisinde bir gün elime düştü. okundu nihayet, beğenildi, buraya kadar geldi.

en kısa (ve tabii ki hiçbir şekilde romanın hakkını vermeyecek) bir şekilde, olayların yirmili yaşlarının sonundaki C ile yirmili yaşlarının başındaki M arasında geçtiğini söyleyelim önce.

toplumsal farklılıklar çarpışır roman boyunca. yukarıdakiler ile aşağıdakiler arasındaki keskin uçurum olanca sertliğiyle belli eder kendini bu iki genç insanın karşılaşma öyküsünde. "aşk"ından ötürü bayıltarak kaçırdığı ve özel olarak hazırladığı mahzene kapattığı M'yi tanırız önce C'nin gözünden. derken M hasta düşer ve birinci bölüm sona erer. ikinci bölümde ise kaçırıldığı andan itibaren yaşananları M'nin gözünden okuruz ve bu sefer de C'yi tanırız yakından. madalyonun iki tarafını da görür, tanır, biliriz. ve üçüncü bölümde de şaşırtıcı olmayacak olan sona ulaşırız.

ulaşır mıyız? acaba...?

C bir koleksiyoncudur, kelebek peşinde geçen yalnız bir hayatı vardır. aileden yana talihsiz, sosyal statüsünün sıkıntılarını derinden yaşayan ve bu ezikliğin üstesinden gelmek için kendisine kalın bir duvar örmüş, M'ye delicesine saplantılı. peri masalı "M'yi seviyor olması"dır onun için. ama sevdiğini söylerken dahi ifadesi kansere yakalandığını açıklayan bir insanınkine benzer (s.176). her açıdan umutsuzdur.

M bir öğrencidir, çok güzeldir, hayat doludur. ailesiyle ilişkileri açısından belki çok iyi değildir durumu ama maddi olarak sıkıntı yaşamaz ve "ortaüst tabaka"nın tüm konforlarının tadını çıkartır. sosyalisttir bir de! daha doğrusu, sosyalist olmak ister çok değer verdiği G.P.'nin etkisiyle. akıllıdır ve yaşından beklenenin üzerinde farkındadır neler olup bittiğinin. evet, önce belki cinsel tacize uğrayacağını sanır, ama çok kısa sürede fark eder ki C'nin derdi başkadır. günlüğüne bunu çok net ve vurucu cümlelerle aktarır:
"nedeni benim. ben onun deliliğiyim. yıllar boyu deliliğine bir özne arıyordu. sonunda beni buldu."
okudukça fark ederiz ki kimin efendi kimin tutsak olduğu çok da belli değildir. maddi ile manevi arasında ciddi bir fark vardır ve aslında bu ikisi sürekli olarak birbirini etkiler.

tahliller ve saptamalar açısından çok başarılı buldum ben 'koleksiyoncu'yu. toplumsal ve psikolojik açıdan net ve lafını esirgemeyen sağlam bir metin. ayrıca iyi bir gerilim söz konusu. filmi de varmış, izlememiştim, izleyeceğim en kısa sürede.



bir alıntıyla bitirelim, M'nin günlüğünden (s.153) :
"bir zindanda yaşamayan hiç kimse, buradaki mutlak sessizliği anlayamaz. ben yapmazsam çıt çıkmıyor. kendimi ne kadar da ölüme yakın hissediyorum. gömülmüş. yaşamama yardımcı olacak dışarıdan gelen en ufak bir ses bile yok. sık sık plak çalıyorum. müzik dinlemek için değil, bir şey duymak için. oldukça sık garip bir yanılsamaya kapılıyorum. sağır olduğumu düşünmeye başlıyorum. olmadığımı kanıtlamak için hafif bir gürültü yapmam gerekiyor. her şeyin yolunda olduğunu kendime göstermek için öksürür gibi yapıyorum. hiroşima'nın yıkıntıları arasında buldukları küçük japon kız gibi. her şey ölmüştü; o ise oyuncak bebeğine şarkı söylüyordu." 
not: yazılacaklar listemde 'büyücü' de var, evet. belki bir gün ona da sıra gelecek! :-)

Çelik Bilye - Jerzy Kosinski (bir çeviri faciası: halbuki bakışlarından hiç anlaşılmıyordu!)

jerzy kosiński ile tanışıklığım çok eski yıllara gitmiyor maalesef. bundan birkaç yıl önce okuduğum 'boyalı kuş' haricinde başka bir kitabını okumuşluğum da yoktu pelin bize "çelik bilye okunacak" diyene kadar. ne yalan söyleyeyim, konusu (rock yaşam tarzı ağırlıklı olacağını sandığım için olsa gerek) beni birinci dakikadan itibaren cezbetti ve kitabı alıp da başlamak için daha toplantı akşamımızda sabırsızlanmaya başladım. okudum, bitirdim, toplantı yaptık ve fikirlerimi söyledim. sonrasında araya biraz vakit girdi ben yazabilene kadar ve şimdi önümde bilgisayar, kitap ve notlarımla oturmuş bu cümlelerle zaman kazanırken görüyorum ki yazabileceğim çok az şey birikmiş bende kitaba dair.

öncelikle, söylemeliyim ki (çevirideki kabuslara değinmeyecek olursak) hiç sıkılmadan okudum çünkü rahat okunan ve pek de derinliği olmayan bir kitap. yormadı, üzmedi, bir iki yerde eğlendirdi, karmaşıklaşmadı ve oturup düşünmemi / merak etmemi gerektirmedi. doğru, aradıklarımın büyük çoğunluğunu bulabilmiş değilim kitapta ama bu belki de boyalı kuş kadar beni etkileyecek bir kitapla buluşacağımı sanmamdan ötürüdür. sex-drugs-rock&roll üçgeninde oradan oraya savrulmayı ve kendini bütünüyle gizlemeyi başarmış bir müzik ilahının beyninin içine girerek iz takip edebilmeyi beklediğimi saklamayacağım. bunu bulamadım. ama çok güzel bir sürpriz olarak büyük hayranı olduğum chopin'i buldum sayfalar arasında, bu çok hoşuma gitti.

öncelikle, ne goddard ne de domostroy (kitabımızın iki müzisyeni, ki bu nedenle de aslında bir çılgın bohem rock ilahı hikayesi bekliyoruz galiba) bir rock ilahı. hatta rock müzisyeni de değiller. goddard rock müziğin felsefesine çekim hisseden ve ilgilenen (ama babasıyla da ilişkilerinin hastalıklı yapısı nedeniyle gerçek kimliğinde son derece ezik bir tip olan) bir modern zaman müzik dahisi, domostroy ise rock yaşam tarzını benimsemiş nerede akşam orada sabah takılan ve kendini harcayan bir klasik müzik sanatçısı. ya da ben öyle anladım (!) kişisel fikrim, kitaptaki müzisyenler arasında (müziği açısından) rock müziğe gerçekten en yakın olan tek isim chopin. şaka olsun diye yazmadım bunu, bence beethoven ile birlikte chopin zamanlarının rock starlarıdır. şuraya aldığım besteyi bir dinlerseniz sanırım demek istediğimi anlayacaksınız. elbette bir hard & heavy müzik kastetmiyorum. ama yaklaşım (müziği algılama ve yansıtma) söz konusu olduğunda rock'ın temelini, özünü bulabiliyoruz chopin'de. dinleyecek olursanız, özel favorim olan "ocean / okyanus", etude no:12 (dk.28:55'te başlıyor) şahane dökülmüş bu parmaklardan, bilginize:


şaşırtmayacak bir sistem eleştirisi okuyoruz sayfalar boyunca, "rock'ın felsefesi" ile harmanlanmış bir şekilde. sağlam bir diyalektik oturtuyor yazar iki kadın karakteri yoluyla: donna ve andrea'da tüm karşıtlıkları görüyoruz. kitabı bizim piyasamıza sunanların konuyu saptırarak daha ilgi çekici bir hale getirmek istediklerini sanıyorum. bence okuduğumuz bir "entrika dolu, öngörülmez, alengirli bir oyun" değil (tırnak içi arka kapaktandır). en basit haliyle beyaz ile siyahın, saf ile kirlenmişin, samimi ile yalancınıni iyi ile kötünün bir çekişmesi var çelik bilye'de.

ve gerçekten de: "başarı yabancılaştırır. çok büyük başarı sürgün eder." (sayfa 151) ama sadece kişinin kendi korkuları ve tercihleri nedeniyle...

kitabı okumak isteyebilecekler için konuyu çok da ortalıklara sermeden bu kadar yazmam yeterli diye düşünüyorum. gelelim benim için en önemli olan noktaya: kitabın çevirisi.

diyecek pek söz bulamayacağım korkarım: "kötü çeviriler nasıl olur" ya da "bir çeviri nasıl olmamalı" konulu dersler varsa üniversitelerde, mutlaka bu kitap örnek gösterilmeli. kitabın bir çok özel noktasının çeviride kaybolduğuna neredeyse eminim. iki tane örnek vermek istiyorum, sanırım demek istediğim anlaşılacaktır çevirinin kalitesine dair:

sayfa 114: (kadının hem zenci hem de ÇOK güzel olmasına dair bolca vurgudan sonra insanları şaşırtacak / hayran bırakacak kadar güzel bir şekilde piyanoda chopin çalmasından sonra karakterlerden birinin sözleri) : "çok yetenekli bir chopin yorumcusu. bakışlarından hiç anlaşılmıyor değil mi?" (pardon ama nasıl bakıyormuş da anlaşılamıyormuş yetenekli olabileceği? sabit mi bakıyormuş yoksa gözleri fıldır fıldır dönüyor muymuş? yoksa acaba belki de ingilizce metinde burası "you can't tell it by her looks, can you?" mu acaba? tabii ingilizce metni görmediğim için bu cümleyi birebir tutturamamış olabilirim ama her şeye bahse girerim ki orijinalde "dış görünüş" veya benzeri bir anlama gelen "the looks" kullanılmıştır. kontrol edebilecek olan olursa haber versin.)

sayfa 132 : "bu sebepledir ki, fransa'ya demir atmış polonyalı chopin bir yüzyıl kadar sonra, büyük olasılıkla şehrin fransızca konuşulan bölümünde duydukları müziği new orleanslı zenci ragtime piyanistleri arasında rağbet görmüştü." (cümledeki anlam düşüklüğünü kaçırmak mümkün değil, eksik kelime(ler) tamamlansa bir şey ifade edecek elbet ama ne? bu sıkıntıyı gidermek için ciddi bir redaktöre dahi gerek yok, gözden geçiren her kim olursa olsun bu saçmalığı ıskalaması mümkün değil aslında! e peki o zaman bu cümle neden böyle?)

dahası da var elbette ama buraya o kadarını da taşıyacak halim yok. kalitesiz çeviriler okuduğum zaman yayınevine ve de o kitaba saygım o kadar azalıyor ki okumaya devam etmek dahi ek çaba gerektiriyor benim için. yazık olmuş diyelim ve öyle kalıversin.



not: kosiński'nin "boyalı kuş"unu ileriki bir tarihte kafamı toparlayarak yazmayı umduğum için burada çok değinmedim. ayrıca "being there" (bir yerde) toplantıda herkesten o kadar yüksek tavsiyeler aldı ki onu da en kısa sürede edinip okumak konusunda çok kararlıyım, bir gün o da olacak elbet. :-)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

9 Kasım 2012 Cuma

Küçük Kara Balık - Samed Behrengi

çocukken de (bugün olduğu gibi) en sevdiğim şey kitap okumaktı. genelde çocuklar (en azından benim tanıdıklarım) oyuncak hediye almayı sever, kitaplara burun kıvırırlardı. ben ise tam tersiydim: ne kadar çok kitap, o kadar "çok" iyi!

yetişkinlik hayatımda dahi o kadar üzerinde düşünmeme rağmen karar veremediğim bir şey var: kitap okumayı sevmek doğuştan gelen bir şey midir yoksa edinilen bir alışkanlık mıdır? bana kimse kitap okumayı sevdirmeye çalışmadı eğer yanlış ya da eksik hatırlamıyorsam. çevremde elinden kitap düşürmeyen kimse de olmadı. ama ben kitaplara, kitapların dünyasına aşık büyüdüm (hala da öyleyim!). bunun tam tersi, kitaplara aşık olduğunu bildiğim ailelerin çocuklarında hiç kitap merakı olmadığını da görmüşlüğüm var. sözün özü: kim neden ve nasıl sever kitapları, düşünmeye devam edeceğim sanırım daha uzun bir süre!

geçtiğimiz günlerde kitap okumayı da seven can bir kardeşimle konuşurken (kendisine kardeş diyişim yaştan değil histen tamamen) bana en sevdiği çocuk kitabından bahsetti ve sonrasında da kitabı bana okumam için verdi:



bayıldım. bayılmak ne kelime, aşık oldum kitaba! çocukken es geçmişim bunu, nasıl olduğunu anlayamadım ama olmuş işte. 25-30 yıl gecikmeli de okumuş olsam, eksiğimi giderdiğim ve küçük kara balık'la tanıştığım için çok çok mutluyum. kendisine buradan kalpten teşekkür ediyorum ve bu kitabı yetişkin ya da çocuk herkese mutlaka tavsiye ediyorum.

"sürünün dışında olsun benim çocuğum: sorgulasın, merak etsin, maceralara açık olsun" diyorsanız, onca görece beyaz içerisinde siyah olmasını teşvik ediyorsanız lütfen okutun çocuklarınıza. küçücük bir derenin yeknesak hayatına mahkum kalmayı reddederek büyük denizin peşine düşen küçük kara balıkla tanıştırın onları. siz de tanışın ve düşünün: tüm çocuklar bu küçük kara balıkla tanışmış olsaydı zamanında daha güzel olmaz mıydı bugün hayatımız?

okurken bir yandan da yazarı samed behrengi'yi düşündüm: gencecik yaşında öğretmenlik yapabilmek için dağ tepe köy kasaba gezen iranlı genç. anlattıklarının tehlikesi nedeniyle şah rejimi tarafından ortadan kaldırılan binlerin içinde bir kişi. bugün dahi bölge köylerinde behrengi dendiğinde, insanların kendilerine atılan yalanı yemediklerini gösterircesine "bir kaşık suda boğuldu behrengi!" dedikleri ödüllü öykü yazarı. 28 yaşında ölmüş, doğruyu anlatmak için çabalayan birçokları gibi.

"on bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık iyi geceler diledikten sonra yuvalarına gidip uzandılar, hemen de uykuya daldılar. balık nine de uyudu. ama küçük bir kırmızı balığın gözüne uyku girmedi. bütün gece boyunca hep denizleri düşündü, düşündü..." 

not: ben cem yayınevi'nin 1989 baskısını okudum, ama görebildiğim kadarıyla bir çok yayınevi basmış sonrasında bu güzel öyküyü. anlayacağınız, seçenek çok: dikkatli seçin. ;)