29 Eylül 2012 Cumartesi

Hayali Söyleşiler Serisi : Freud & Picasso

Geçtiğimiz günlerde yeni bir yayıneviyle tanıştım: KOLEKTİF KİTAP. Sloganları: "DAHA ÇOK KİTAP!" Gerek yayınevlerine seçtikleri isim, gerek logoları (bir fil - ben fillere bayılırım!) ve gerekse de sloganları sayesinde beni hemen etki alanlarına alıverdiler. Derken, iki adet kitapları geçti elime: Hayali Söyleşiler Serisi(*)nden PICASSO : Hayatı ve Düşünceleri ve FREUD : Hayatı ve Düşünceleri. İki kitabı toplamda üç günden kısa bir sürede bitiriverdim, tadı damağımda kaldı. Hal böyle olunca, yazıp duyurmak ve bilmeyenlere de anlatmak boynumun borcudur dedim.

Hayali Söyleşiler serisinde ünlü isimlerle sohbetler var. Adından da anlaşılacağı üzere tamamen hayal ürünü. Ya da şöyle diyelim: söyleşiler gerçek değil ama biyografik gerçeklere dayanıyor. Ciddi bir birikim ve araştırma gerektiren bir durum aslında bu. Her iki isimle de ilgili bir çok farklı kaynaktan, söyleşiden, makaleden ve tarihsel gerçeklerin farklı ağızlardan aktarılmasından faydalanılmış belli ki ve hepsi birbirine çok güzel bir şekilde bağlanarak hem akıcı hem de çok eğlenceli bir "sohbet" sunulmuş okura.


Ben, kişisel olarak, en çok rahat okunuyor olmasını ve de gerçekten ilgimi çeken iki ünlü ismin iç dünyasına ışık tutmasını sevdim bu kitapların. Eğlendim ve bilmediğim bir iki şeyi de bu şekilde öğrenmiş oldum. Her iki ismi de adlarından (ya da herkesin bildiği çok bilindik bazı özellik ya da eserlerinden) öte tanımayanlar için ise harika başlangıç noktası olacağını düşünüyorum bu serinin. Hem derli toplu bir çok bilgiyi kısa kısa ediniyorsunuz hem de eğleniyorsunuz: daha ne olsun? Gençlere okutulması taraftarıyım, ebeveyn sınıfı duyun sesimi! Kısa bilgileri bu kitapla edindikten sonra en ilgilerini çeken noktalarda detaya dalmak günümüzün internet dünyasında hiç de zor olmayacaktır. Bu isimleri fildişi kulelerinden indirip "sen-ben gibi" insan yüzleriyle tanıtan ve sempatik göstererek dediklerini daha rahat anlamamızı sağlayan bu seriyi mutlaka öneriyorum herkese. Ha, eğer siz "bilim tarihi" ve "sanat tarihi"ni gereğinden çok daha fazla ciddiye alan ve derin akademik araştırmalar haricinde her şeye burun kıvıranlardansanız, uzak durmak isteyebilirsiniz, onu bilemem.

Unutmadan, yabancı dilden (İngilizce) çevrilerek piyasaya sürülen bu kitaplarla ilgili ayrıca dikkatimi çeken bir noktaya değinmek istiyorum: çeviriler çok başarılı. Freud için Gonca Gülbey'i, Picasso için de Gülsüm Kara'yı tebrik ederim.

Yeni bir yayınevi bulmanın heyecanıyla sayfalarını incelerken yayına hazırlanmakta olan diğer kitapları da gördüm ve sanırım Kolektif Kitap'ın en yakın takipçilerinden biri ben olacağım. Hangi birini yazsam bilemedim ancak özellikle üç cilt olarak hazırlanan ve 'dünya edebiyatının başyapıtlarının kronolojik bir düzende özetlendiği' "Grafik Kanon" (The Graphic Canon) ve çocuklar için hazırlanmakta olan "Alfred & Agatha" serisi (evet, mesela Agatha Christie ve Alfred Hitchcock çocukluklarında arkadaş olmuşlar ve maceralar yaşamışlar) raflarda yerlerini alır almaz direkt olarak kitaplığıma girecekler. Bunların dışında Resimli Başyapıtlar serisi (Kafka'nın Dönüşüm'ü, Poe'nun Kara Kedi'si, Gogol'un Palto'su), Yeni Bakış Serisi ve Popüler Bilim ile İnceleme-Araştırma serileri de sanırım elimden kurtulamayacaklar. Yayına hazırlananları yayınevinin sayfasından incelersiniz artık, ben hepsini almak istediğim için aralarında kayboldum ve sanırım abonelik talep edeceğim yayınevinden :)

Bitirirken bir not eklemek isterim (yazarken birden aklıma geldi) : yayınevini ya da sahiplerini tanıyor değilim, reklam yapmak için bir çıkar da sağlamadım kendilerinden. Ancak incelediğim kadarıyla öyle heyecanlandım ve hoşuma gitti ki herkes mutlaka bir denesin istedim. Gönül ister ki yayınevlerimizin sayısı artsın - ama ayakta da kalabilsinler! - ve biz okurlar da daha kaliteli ve de uygun fiyatlı yayınlara erişebilelim.

Kitaplıklarımıza hoş geldin Kolektif Kitap! Kalıcı olabilmeni dilerim. :)  


(*) Şu an için piyasada sadece Freud ve Picasso olsa da, kuşların söylediğine göre Shakespeare ve Einstein da yayına hazırlanmakta, yakında elimizde olabilecek kıvama gelirler eminim. Benden söylemesi. ;)

Döjira'ya kavuşma vakti: Yedinci Gün - İhsan Oktay Anar

Türkiye sınırları içerisinde yetişen en önemli romancılardan olduğunu düşünüyorum İhsan Oktay Anar'ın. Sadece dili ustaca kullanabilmesi ve amiyane tabiriyle aşmış ironi yeteneği sebebiyle değil, tarih ve felsefeyi de kurgusuna bayıldığım bir şekilde yedirebilmesi nedeniyle Anar'ın yeri bende bambaşka. Bundan iki yıl kadar önce yaptığımız bir anketimizde kimin romanı çıkarsa işi gücü bırakıp gider ve derhal satın alıp hemen okumaya başlarız diye sormuş ve ezici çoğunlukla İhsan Oktay Anar yanıtını almıştık (ki, ben de elbette İ.O.Anar oyu kullananlar arasındaydım).  Bu nedenle, bir gün twitter'da Anar'ın yeni romanının çıkmak üzere olduğunu gördüğümde ve ufak bir pasajını da okuduğumda yaşadığım heyecanı, kitabı ele aldığımdaki sevincimi tarif etmem neredeyse imkansız. Kitap okumak bir tutku ve favori yazarlarla tekrar buluşmak bir kavuşma anı olunca böyle oluyor: yaşayan bilir. :)  



Tarzı benzer olmakla birlikte her romanında seçtiği konu ve yoğunlaştığı hikaye farklıdır İhsan Oktay Anar'ın (benim favori Anar romanım Suskunlar'dır, bir gün onunla ilgili de bir yazı yazabilmeyi umuyorum). Usta bir romancı olmanın yanı sıra eşsiz bir masalcıdır Anar, gerçeği masallarla aktarırken masallarına gerçeği çok az kişinin yapabileceği şekilde yedirir. Düz bir hatta gitmez hiçbir zaman anlattıkları, geometrik değildir ve bu da bir Anar romanını diğerlerinden her zaman farklı kılar. Kısaca, canınızı yakarken dahi şefkatle yapar bunu Anar. Bu nedenle de bir kez tadına vardınız mı vazgeçmeniz pek kolay olmaz.

Yedinci Gün'ün vaadi şuydu: "İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak. <...> Çizgilerde değil kürelerde gezinecek, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk edeceksiniz." (arka kapaktan). Okuyup bitirdikten ve üzerinden 1 hafta geçtikten sonra diyebilirim ki Anar vaadini yerine getirmiş. Asla düz bir çizgide ilerlemeyen, tarih ve masalı, felsefe ve bilimi birbirine yediren, insanı en iyi ve en kötü yüzüyle ortaya seren bir metin çıkmış ortaya. Konsantrasyon gerektiren ve biraz ipin ucunu gevşettiniz mi rahatça kaybolabileceğiniz bir roman Yedinci Gün. Okuması çok zevkli olsa da hiç kolay değil. Yazara borcunuzu ödemeniz ve kendinizi biraz zorlayarak iyi bir okur olmanız gerekli bu romanın tadına varabilmeniz için. Neden ve nasıl okuduğunuz sorusunun yanıtı bu romanı ne derece beğendiğiniz ya da beğenmediğiniz konusunda önemli bir gösterge olacaktır.

Ben çok da istediğim şartlarda okuyamadım Yedinci Gün'ü. Konsantrasyonum çok zayıftı, parçalanıp bölünerek ve sık sık kaybolarak (bu nedenle de başa dönüp karakterleri tekrar tekrar yakalayarak) okumak zorunda kaldım. Bu nedenle olsa gerek, daha önceki Anar okumalarım kadar fazla içine dalıp kendimi kaptıramadım hikayeye. Havada kalan noktaların bir kısmı yazarın bile isteye bıraktığı kusurlarsa bir kısmı da benim üstünkörü okumak zorunda kalışımın sonucu oldu, buna eminim. Buna rağmen büyük keyif aldığımı söylemezsem hem kendime hem de yazara büyük (ÇOK büyük) haksızlık yapmış olurum. Eğlenerek okudum, düşünerek okudum, hatırlayarak okudum, anlayarak okudum. Bunların hepsi Anar'ın yeteneği sayesinde oldu çünkü ben biliyorum ki kendim okur olarak üzerime almam gereken sorumluluğu alamadan takip ettim sayfaları (bu da benim kusurum olsun bu seferlik). Bir gün, emekli olup da kendimi kitaplara bütünüyle verebildiğimde ve maddi ya da manevi sıkıntıları bertaraf edebildiğimde ben de koşturmadan ya da paçalarımı tutuşturmadan kitap okumanın tadına varabileceğim elbet. Sadece, şimdi değil...

Romanı sindirebilmek, anlayabilmek ve okurken (muhtemelen) atlanan bir çok özel noktayı yakalayabilmek için "Türk" tarihini (hem resmi hem de gerçek tarihi, ayrı ayrı) ve "Türkçülük" denen kavramın nasıl geliştiğini bilmek ya da en azından açıkfikirli olup da bilmek istemek gerekiyor. Osmanlı'daki istibdat dönemini, 1.Dünya Savaşını, Cumhuriyetin ilk yıllarını bilmeden (ya da bilsek dahi resmi olarak okullarda öğretilenlerin önüne geçmeden) romanın hakkını vermek pek kolay değil. Anlatılanların çoğu masal tadı verse de nihayetinde İhsan Oktay Anar bizi kainatın yaratılmasından Türklerin Ergenekon'dan çıkması öyküsüne taşıyor, oradan Osmanlı'ya ve derken Cumhuriyet Dönemi'ne geçiyoruz. Ve bunu sırasıyla yapmıyor, kronolojik bir çizgi yerine çemberler arası geçişler yaşıyoruz. Masalın içindeki nokta gerçeklerden yola çıkarak gerçeklerden kurgulanan bir masalda buluyoruz kendimizi.

Bizim toprakların "doğulu duruş / batılıya öykünüş" ikilemi roman boyunca çok kereler çıkıyor karşımıza, çoğunlukla güldürse de aynı zamanda acıklı tarihimizi seriyor gözler önüne. İkisiyle de barışamayan, ikisini de içine sindiremeyen, sürekli olarak olduğunu yadsıyıp ne çaydan ne serden geçebilen insanımızın geçit törenine şahit oluyor ve bunu hiç yadırgamıyoruz. Kelime oyunları ve Anar'ın ironi yeteneği güldürse de bildiklerimiz (yaşadıklarımız) can yakıyor. Ama bir yandan da eğleniyoruz. İşte bu İhsan Oktay Anar'ın heyecan yaratan bir romancı olmasının sebebi olsa gerek.

Anar'ın bana hissettirdikleri ve onu neden bu kadar sevdiğimle ilgili sanırım daha sayfalarca yazabilirim ama bunu yapmayarak sizi Yedinci Gün'ü okumaya davet etmekle yetineceğim. Her ne kadar bazı yerlerde aceleye geldiği ve biraz daha zaman olsaymış daha sağlam geçişler yapılabilecekmiş izlenimi verse de o bir İhsan Oktay Anar romanı ve öncekilerinden çok farklı.

Son söz:

Doğu ve Batı zamanın sonuna kadar kapışmaya devam edecek ve biz de (aslında özünde aynı olan) bu iki kutup arasında gidip gelmeye devam edeceğiz.  

"Eflatun nâm bir feylesof, 'Bu dünya Fikirler âleminin bir taklididir' dediğinde, Fars kralı Dârâ, 'Nah! Asıl fikirler, bu Dünya'nın bir taklididir' demiştir."

(Sayfa 192)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

23 Eylül 2012 Pazar

Lady Chatterley'in Sevgilisi: "iki lira kaybedip de yirmibeş kuruş bulmuş bir adam durumuna düşmek"

Yüksek beklenti olmaksızın başladığım romanları seviyorum. "Lady Chatterley'in Sevgilisi" de daha önceden adını duymuş olmama rağmen bugüne kadar pek ilgimi çekmemiş bir kitap olduğu için Banu önerdiğinde fikrim hür vicdanım hür bir şekilde, rahat bir okuma deneyimi bekleyerek aldım elime romanı. Önyargısız ve beklentisiz bir şekilde arkama yaslandım, kitabı açtım ve daha ilk paragrafta tavlandım:

Yaşamamız gerek; yer gök yıkılmış olsa bile.

Ah keşke böyle devam etseydi!

Kitabın o çok beğendiğim girişinin hatrına, karakterlere mümkün olduğunca açık fikirle yaklaşmaya çalıştım. Hepsine ayrı ayrı ve bir bütün olarak şans verdim ve bana anlatmaya çalıştıklarını anlamak için çaba gösterdim. Maalesef hiçbiri ile empati kuramadım, hikayeye kendimi kaptıramadım, hiçbir olay ya da söz ya da düşünce sempatimi kazanamadı. Müdahil olmadan dışarıdan izlememizi istemiş zaten yazarımız, bunu tarzıyla o kadar belli ediyor ki, isteseniz de kendinizi kaptırıp gidemiyorsunuz leydimizle koru bakıcımızın "aşk"ına. İngilizlerin tepkilerinin enteresanlığı ve hisleriyle yaptıkları arasındaki çelişki de cabası elbette. Bizim gibi sıcak kanlı olduğunu iddia eden ve Akdenizliliğin getirdiği "biz koca bir aileyiz laylalay" samimiyetine sahip insanlar için zor olabiliyor tabii bazı kültürleri anlamak ya da tepkileri hangi etkilerin ateşlediğini kavramak.

Sanırım fazlasıyla belli ettiğim üzere, ben bu romanı beğenmedim. Beni zorlamamasını, rahat okunmasını, yazarın romanı yazdığı dönemdeki anlayışa karşı çıkan cesaretini, sanayi devrimi sonrasındaki gelişmeler ile aristokrasiyi birbirine çarpıp durarak ortaya koyduğu (bazısı son derece yerinde) karşılaştırmaları / sonuçları sevdim evet. Altını çizecek ya da bir bütün olarak sayfayı işaretleyecek kadar hoşuma giden pasajlar da buldum (mesela sayfa 84'e bir bütün olarak bayıldım) ama buna rağmen bir roman olarak çok severek ve "bitmesin hep sürsün" hissiyle okuyamadım. Sanırım biraz da bu yüzden yazısını yazmak için beklemeyi tercih ettim, geçen süre içerisinde kendi tortularım dinsin de gerçekten ne düşünmüşüm Lady Chatterley'in Sevgilisi hakkında göreyim ve tekrar okumak, yeniden değerlendirmek ister miyim anlayayım diye.

Bekledim ve gördüm ki pek iz bırakmadan geçen bir okuma deneyimi olmuş benim için bu. Üzerinde düşününce fark ettim: kadınların iç dünyasını bildiğini iddia eden ve bunu tamamen eril bir bakış açısından bize yutturmaya çalışan yazarlarla aram hoş değil. Sanırım bu nedenle D.H.Lawrence'a antipati duydum, kitabını ve yazdıklarını da (herkese ve her şeye rağmen) bünyem hoşnutlukla kabul edemedi. Aynı şekilde, bağlılık yerine bağımlılık gördüğüm tüm ilişkilerin içimi bulandırması ve bu romandaki ilişkilerin tamamının da bağımlılık / muhtaçlık üzerine kurulu olması nedeniyle çok yumuşak davranamadım yorumlamakta.

Son bir nokta olarak da çeviriye değinmek isterim. Türk diline çevirilmiş kitapların çoğu ile ilgili dikkatli / detaycı okurların ortak sıkıntısı çevirideki hataların yanı sıra redaksiyondaki aksamalardır. Bu nedenle, kitabın çevirisini Akşit Göktürk'ün yaptığını gördüğümde sevinmiştim. Fakat bazı açılardan büyük hayalkırıklığı yaşadığımı söylemem lazım. Belki de YKY bir sonraki baskıya hazırlanırken kitabı tekrar dikkatli bir düzeltiye tabi tutar ve diğer bazı hatalar / tutarsızlıklar böylece ortadan kalkar.

Unutmadan... Bir de sorum var:

Neden Lady Chatterley'in Sevgilisi? "Aşığı" demek çok mu ahlaksızca geldi acaba gözümüze kulağımıza, uzak mı düştü bizim o eşsiz ahlak anlayışımıza acaba? Kalıbımı basarım ki eğer kitabın başlığını Lady Chatterley'in Aşığı olarak alıverseler (olması gerektiği gibi!) bir çok kavramsal kargaşa kalkar ortadan.



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.