3 Ağustos 2013 Cumartesi

Sakın Kımıldama - Margaret Mazzantini: Acaba hiç şansımız olmuş muydu ki?

Çok “roman” bir roman Sakın Kımıldama. Rahat okunan, insanı zorlamayan, yormayan, akıp giden bir metin söz konusu. Çeviri güzel (ilk 100 sayfayı Can Yayınları’ndan, kalan kısmı ise Doğan Kitap’tan okudum – ikisi de güzel) düzelti iyi yapılmış, sıkıntısız. Karakterler kendi içlerinde tutarlı, olay örgüsü beklendiği gibi yapılmış. Sürpriz ya da şaşırtmaca yok, sıradan insanların sıradan yaşamları anlatılıyor bize. Ve dürüstçe, ahkam kesmeden, ahlakçılık yapmadan sakin sakin yazıyor Mazzantini. Yer İtalya olmayabilir, İstanbul’da yan komşumun hayatını okuyor olabilirim, o derece “her gün ve herkesin başından geçebilecek bir olay” bu.

Stereotipler resmigeçidiyle başlıyoruz hikayeye… Başarılı cerrah Timoteo, güzel ve “prenses” karısı Elsa, havai genç kızları 15lik Angela. Hayat onlara güzel derken tam, Angela bir trafik kazası nedeniyle hastaneye yoğun bakıma kaldırılıyor. Kızının ameliyattan çıkmasını ve karısının da yurtdışı seyahatinden dönmesini bekleyen Timoteo yıllar yıllar öncesine dönerek hem evliliğiyle, hem babalığıyla, hem aşkla hem de dünyayla hesaplaşmaya başlıyor. Bu noktada Italia ile tanışıyor ve Timoteo’nun kendince büyük bir aşk dediği bu ilişkiyi ve pişmanlıklar resitalini okuyoruz.

Hazin desek, hazin değil. Öfke desen yok, tutku desen tutkunun ne olduğunu iyi tanımlamak lazım. Seçimlerimizin bizi nerelere götürebileceği ve son pişmanlığın nasıl da kar etmeyeceğine dair bir hatırlatma sadece. Yanlış bir anda yanlış bir insanın karşımıza çıkması sonucu hayatımızın nasıl da değişeceğini görünce düşünüyoruz biraz da : “sonunun yıkıntı olacağını bile bile yaşanan mutluluk, hiç mutlu olmamaktan iyi midir?” ya da, “sadece yalnız kalmamak için, sadece biraz sıcaklık hissetmek için, bizi yanlış sebeplerden ötürü isteyen bir insanın kollarına kendimizi bırakmalı mıyız?” ya da, “kendi yarasından kaçan bir zavallı bizim yaramızı sarmamıza yardım edebilir mi ki?“. Sıklıkla bunları düşündüm ben. Ve sonunda karar verdim ki tüm o sorulara yanıtım koskocaman bir hayır. Yaşamak yeterince sıkıntı verici. Bir de başkalarının yaralarının yükünü sırtımızda taşımak her şeyi iyice zorlaştıran bir şey.

"Bırak beni" diye fısıldıyor. Sesi tel gibi ince ve soğuk. "Ne diyorsun…" Ona yaklaşıyorum, yalnız sırtını okşuyorum. "Ben bunu artık yapamam, artık yapamam…" ve başını iki yana sallıyor. "Şimdi olması daha iyi, şimdi daha iyi."Yüzümü ellerinin arasına aldı. "Beni azıcık seviyorsan bırak beni."Ona sımsıkı sarılıyorum, dirsekleri tenimin üzerinde."Seni asla bırakmayacağım."Ve bu dediğimden o kadar eminim ki bedenim sertleşiyor, ona sarıldığım sırada her bir parçam sertleşiyor, sanki bir güç kalkanı gelmiş de beni sarmış. Ve öylece kalıyoruz, ikimiz de çenemizi birbirimizin omzuna yaslıyoruz ve ikimiz de önümüzdeki boşluğa bakıyoruz. Sevmek ne demektir, kızım? Biliyor musun? Sevmek bana göre Italia’nın nefesini kollarımda tutmak ve geri kalan her sesin sustuğunu duymak demek. Ben bir doktorum, kalp atışlarımı istemediğim zamanlarda bile duyarım. Ve sana yemin ederim, Angela, içimde atan kalp Italia’nın kalbiydi. 


Özetlemeye kalkacak olursak:

Ben bu romanı sevdim mi sevmedim mi gerçekten çok emin değilim. Sevilmeyecek bir yanı yok aslında, güzel bir kurgu öykü işte rahatlıkla okunan ve insana “bir şeyler” de hissettirebilen. Fakat yavan da bir yanı var bir yandan bence. Bana yavan gelen bir yanı daha doğrusu. Benlik bir roman değil, toplumsal – tarihi - sosyolojik bir bilgi ya da düşünce katmıyor çünkü insana. Üç kişinin hayatına bir röntgenci gibi uzaktan bakıp, içine de dahil olamadan geçip gidiyoruz öykünün içinden. Bu da bana yetmiyor. Çok iyi bir roman okuru değilim korkarım ben, beklenti yüksek ve başkalarının duygusallığı bana çok işlemiyor (işlese de ters tepiyor). Çok da anormal değil aslında bu; nihayetinde kişisel zevkler ve deneyimlerin bıraktığı tortular devreye giriyor roman okumak gibi sübjektif bir durum söz konusu olunca.

Tüm bu dediklerime rağmen, hiç pişman değilim okuduğuma. Tartışmasından da büyük zevk aldığımı söylemeliyim, teşekkürler Banucum ve lehte aleyhte fikirleriyle beni besleyen arkadaşlarım. :)

Odadan çıkarken ve parmağım ışığı söndürmekte gecikirken, Italia ardımızda kapanmakta olan o karanlık çukura son bir kez bakmak için arkasını dönüyor. Aklımızdan aynı şeyi geçiriyoruz: Ne yazık, şansımızı kaybettik!


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Karahindiba: "Hepimiz biliyoruz değil mi: 21.yüzyılda en fazla beş dakika sürer başkalarının ölüm acısı"

1 – Öykü okumayı çok seviyorum.
2 – Daha önce hiç okumadığım yazarlarla (hele ki genç bir yazarsa bu yazar) tanışmayı çok seviyorum.
3 – Duygusal açıdan sıkıntılı karakterleri seviyorum – bir nevi kendi acıyan yanlarımla yüzleşip hesaplaşıyorum ve kendimi iyileştiriyorum böyle hikayeler sayesinde.

Karahindiba, bu manada, bir üçübirarada oldu benim için. Çok severek okudum, daha bitirmeden tavsiye etmeye başladım. Size de, daha yazımın başında peşin peşin tavsiye ediyorum. :)



Üç öyküden oluşuyor kitap: Aralık, Mavi Pelikan ve Karahindiba. Her birinde ayrı bir kaybedenle tanışıp ayrı yaraları iyileştirmeye merhem buluyoruz. Her biri ayrı bir tat bırakıyor damakta, bunu size kesin bilgi olarak söyleyebilirim.

Aralık'ta karşılaştığım Edip Cansever sürpriziyle vuruldum (ki bu vesileyle aslında Bir Meyhane Garsonu‘nu hatırlamakta fayda var).

Mavi Pelikan'da büyülü gerçekçilik ve gerçeküstücülük merakım beni hikayeye bağladı.

Karahindiba'da ise kendimi kaptırıp gittim Adnan’ın kayboluşunda.


Çok detaya girmek istemem, öykülerden alacağınız lezzeti bozmayacağım. Yine de, Karahindiba öyküsünden ufacık minicik bir pasaj vermekten kendimi alamıyorum:
Belki de bu yüzdendi, ne zaman birileri "Adnan aklından bir sayı tut" dese hep sıfırı tutmam. Bu benim kaderimdi. Ben sıfırdım. İnsanların birbirlerini çarparak yaşadığı bu dünyada istenmeyen rakamdım. 
Tanrı benden bir ısırık almış, tadımı beğenmemiş, bir kenara fırlatıvermişti. 
Git gide kararıyor ve çürüyordum.   
Adnan(lar) güzeldi(ler). Bakmayın kaybeden olduğuna... Hem zaten eğer ve keşke silinseydi dünyadan, ne öykü olurdu ne de roman.


Taaa geçtiğimiz yılın kitap fuarında almıştım Karahindiba'yı ben. Çok uzun aylar boyunca rafta sabırla sırasını bekledi. Elime geçen ilk fırsatta da direkt olarak elimi ona attım. İyi ki de öyle yapmışım! Sinan Sülün, biliyorum sen bir süredir varsın artık ama maalesef ben ancak tanışabildim, kitaplığıma hoş geldin! :)