24 Ağustos 2014 Pazar

Şili'den Türkiye'ye, "Eve Dönmenin Yolları"

Kitap önerme sırası Erdem'e geldiğinde bilirim ki mutlaka bir yerden yakalayacak ve bir şekilde bir duvara çarpacak bir metin ya da hikaye çıkacak karşıma. Bugüne kadar okuttuğu hiçbir kitapta beni yanıltmadı ve tabii ki "Eve Dönmenin Yolları" da bu kuralın istisnası olmadı. Erdem'in seçimi bu sefer ağlatmadı belki ama yine de hem rahatlıkla içine girip orada kalabildiğim hem de kişisel deneyimlerimi de kullanarak rahatlıkla empati kurabildiğim (ve dolayısıyla da çok etkilendiğim) bir roman okumuş oldum sayesinde.



Latin Amerikan edebiyatına ve özellikle de Şili - Pinochet - cunta - darbe öykülerine meraklı olmama rağmen daha önce okumadığım bir yazardı Alejandro Zambra. Öncelikle, bu eksikliğimi gidermemi sağladığı için Erdem'e teşekkürler! :)

Bizlerin kafasına kazınan 12 Eylül hikayeleri gibi Şili'nin de elbette Pinochet travması var derinden ve yıllar içerisinde iyice kazınarak zihinlere yerleşen. Bazılarımızın kendi ana babalarımız ya da diğer büyüklerimiz kanalıyla kendi ülkemizdeki 80lerle hesaplaşmamız ve bazı şeylerin belki de yeni yeni farkına varmamız gibi Şili'deki akranlarımızın da bazı farkına varışları ve hesaplaşma güdüleri var. Ve gene bir kısmımızın geriye dönüp zaman zaman ne kadar steril yaşatıldığını ve şanslı (?) olduğunu fark ederek yaşananlardan utançla karışık bir sorumluluk hissetmesinin oralarda da bir karşılığı var (yanlış kelime seçimiyse kusuruma bakmayın).

Bu romanda bunlar var. Bunun yanı sıra bir de hem hayali hem de gerçek bir aşk var. Ayrıca bir tanıdık sima daha sayfalardan bize el sallıyor: "büyük deprem" deneyimi.

Yabancısı olduğumuz bir coğrafya ve kültür belki ama hiç de yabancısı olmadığımız doğal, toplumsal, kişisel yaralar. Okumayı hem kolaylaştırıyor hem de zorlaştırıyor eğer kendi deneyimlerinizi işin içine sokup da hatırlamalara ve sorgulamalara kalkarsanız.

Hangi derinlikte okuyacağınız size kalacak olsa da, okumaya değer bir güzellik getirmiş Notos Kitap bize. Çevirisi başarılı, düzelti sıkıntısız, kapak güzel, roman güzel, daha ne olsun!

Bitirirken, sizi de beraberimde 66.sayfanın tam ortasına atıyorum, buyurun:
"Ebeveynler çocuklarını terk eder. Çocuklar ebeveynlerini terk eder. Ebeveynler korur ya da yüzüstü bırakır ama hep yüzüstü bırakır. Çocuklar kalır ya da gider ama hep gider. Hepsi haksızlık, en çok da cümlelerin tınısı, çünkü dil hoşumuza gidiyor ve aklımızı çeliyor, çünkü aslında şarkı söylemeyi ya da en azından bir melodiyi ıslıkla çalmayı, sahnenin bir kenarında bir melodiyi ıslıkla çalarak yürümeyi isterdik. Sahneye çıkacakları anı sabırla bekleyen oyuncular olmak istiyoruz. Ama izleyiciler bir süre önce gitmiş."




ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Yalnız Kadınlar Arasında: "insan istediğini hep elde eder - iş işten geçtikten sonra"

Büyük şehir Roma'da kendini ispat ettikten sonra doğduğu taşra kenti Torino'ya dönen bir kadın ve geçmişten bugüne yaşadıklarıyla bir nevi hesaplaşması ekseninde okudum ben bu romanı ve olabildiğince hakkını vermeye çalıştım bu ilk Cesare Pavese deneyimimin.

Çok kolay olmadı.



Kült bir yazar olduğunu bildiğim ama intihar sınırında dolaşan bir depresyonla yazdığını sandığım Pavese bir süredir özenle uzak durduğum yazarlardandı. Ve bir kez daha bir tabu "ille de ROMAN olsun!" dediğimiz için yıkıldı. Kendim de melankoliye teşne olduğum ve depresyon sınırlarında sıklıkla dolanabildiğim için kendi seçimim olan kitap ve filmler konusunda özenli davranmaya ve psikolojimi bozacağını düşündüğüm eserlerden uzak durmaya çalışıyorum. Bu sebepten, bu romana da korkarak başladığımı saklayacak değilim. Kendi de hayata intihar yoluyla veda etmiş olan Pavese ile ilgili çok basmakalıp bir iki bilgiden öteye geçmeyen sınırlı birikimimle daldım okumaya. Korktuğum başıma gelmedi ve de depresyona falan girmedim. Çok güzel bir çeviri ve başarılı bir baskı okudum, bazı cümlelerin altını çizdim, bazı noktalarda durup düşündüm ve anlamaya çalıştım. Metin beni çok yormadı. Ama yine de, başlarken de dediğim gibi: "çok kolay olmadı".

Olmadı, çünkü belli ki yazarımız romanını bizler (okurlar) için yazmamış aslında. Kendi kendisiyle konuşmuş, kendisi için ve kendi bildiklerinin gene bir kısmını kendine saklayarak yazmış. Herkesin başına gelebileceğini bildiğimiz bir öyküyü İtalya'da bir kadının öyküsü olarak bize sunmuş fakat ne kadının ne de yan karakterlerinin içine girmemize izin var. İki boyutlu bir öyküye tamamen çemberin dışından şahitlik edebiliyoruz ancak. Ve bu sebeple de yer yer elimizden kayan ve "bunu niye okuduk biz şimdi" diye düşündüren bir metin söz konusu olmuş.

Okurken beni en çok zorlayan yazarın derinliğini bizimle paylaşmaması oldu. Kendi deneyimlerimden yola çıkarak altını doldurmaya çalıştığım öykü haliyle yazarın bana anlatmak istediğinden farklı olarak benim kendime anlatmaya çalıştığım bir öykü haline geldi ki ben yazarın bunu da çok umursamadığını - "beni" umursamadığını - hissettim okurken. Bu benim bir yandan hoşuma gitti, bir yandan da kendimle yüzleşmek istesem böyle mi yapardım diye düşündürerek beni kızdırdı. Ayrıca, kendi intiharının bilinçaltında yapılmış bir provasına şahit olmak da bana sanırım biraz ağır geldi.

Kime ve neden önereceğimi pek bilemiyorum. Yine de, benim için bir ilk olması açısından, okuduğuma asla pişman değilim.

Beğendiğim bir pasajı buraya almak istiyorum bitirirken:
"O yıllar boyunca kaç kez - daha sonraki yıllarda da bu konuyu düşündükçe - yaşamımın amacının başarıya ulaşmak, önemli biri olmak ve günün birinde çocukluğumun geçtiği bu daracık sokaklara dönüp bu tanıdık yüzlerin, bu sıradan insanların sıcaklığına, şaşkınlığına, övgülerine tanık olmak olduğunu söylemiştim kendime. Ve başarılı olmuştum, dönmüştüm; ve o yüzlerin, tanıdık insanların tümü yok olmuştu. Carlotta gitmişti, Lungo, Guilio, Pia, yaşlı kadınlar da. Guido da gitmişti. Gisella gibi kalanlar için ne bizim, ne de o yılların önemi vardı. Maurizio insanın istediğini hep elde ettiğini ama artık işin işten geçmiş olduğunu söyler."

 ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

3′ü 1 arada : Kolektif Kitap’tan leziz okumalar!

Bir süredir en şikayetçi olduğum konu gönlümce kitap okuyamamaktı, hem işler yoğun olduğu hem yapacak çok fazla iş peşinde koştuğum hem de kitap kulübü olarak okumak üzere seçtiğimiz romanlarımız çok vaktimi aldığı için kişisel keyfim için ayırdığım kitaplarım her zamankinden de çok yığıldı. Ve şimdi, hazır Ağustos - Eylül kitabımızı bitirmişken teker teker biriktirdiklerimden okumaya başladım. Çok mutluyum, tarifsiz derecede ÇOK hem de. :)

Bilen bilir, Kolektif Kitap'a karşı çok özel bir muhabbetim var. Kendileriyle organik ya da inorganik hiçbir bağım olmamasına (ve kitap fuarından kitap fuarına karşılaşmamıza) rağmen çıkarttıkları işleri o kadar çok beğeniyorum ki mümkün olduğunca kaçırmamaya çalışıyorum. Okuduklarımı da yapabildiğim ölçüde burada da paylaşmaya çalışıyorum ki iyi kitap okumak isteyenler mahrum kalmasın. Bazen gecikiyorum işte böyle ama artık bu kadar kusur kadı kızında da olur!

Bu uzun girişin sebebi, uzun zamandır okumak için merakla beklediğim üç kitabı dün arka arkaya bitirmiş olmamın heyecanıdır, kısaca aşağıda bulabilirsiniz (kısaca, çünkü alıp okuduğunuz zaman alacağınız tadı asla bozmak istemiyorum!)

***

GÜNLÜK RİTÜELLER (Büyük Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır?)


Gönlünde yaratıcı olma hevesi yaşatan fakat bordrolu ve mesai saatlerine bağımlı birçok insanın bunu okumak isteyebileceğini düşünüyorum, bakın bakalım Beckett ya da Tolstoy ya da Munro ya da Dickens ya da Hugo ya da aklınıza gelebilecek hemen hemen tüm hayranlık duyulan yaratıcı (yazar, şair, müzisyen, bilim insanı) nasıl çalışmış ve nasıl yaratmış! Birçok ismin mektuplarından, günlüklerinden ve röportajlarından faydalanılarak derlenmiş ilgi çekici bir "entelektüel magazin" söz konusu, hem çok rahat okunuyor hem de sizi 1 - 2 sayfalık metinlerle hayranlık duyduğunuz o büyük isimlerin günlük rutinlerine ortak ediyor. Meraklısının çok ilgisini çekeceğine eminim, ben çok severek okudum.

***

BAY JULES İLE BİR GÜN


Çok güzel... Yani gerçekten ve sadece ÇOK GÜZEL... Dün sabah 4'te uyanıp da önce elimdeki kitabı bitirdiğimde - bir öykü tutkunu olduğum için - heyecanla kahve yaparak elime aldım bu kitabı ve de (78 sayfalık bir uzun öykü olması sayesinde) bir oturuşta, bayılarak okudum. Hakkında çok uzun yazmak istemem ama okuyun isterim kesinlikle, özellikle öykü severler kaçırmasın. Sabah uyanan Alice'in her zamanki rutinine başlarken önce kocasının o uyanmadan hemen önce ölmüş olduğunu fark etmesi ve gün boyu sanki her şey normalmiş gibi davranmaya devam ederek 50 küsür yıllık evliliğinin hesaplaşmasını yapması başka nasıl anlatılabilirdi, çok emin değilim. Kendimi tekrarlayacağım biliyorum ama: çok güzel..!

***

YENİ BİR BAKIŞLA DELEUZE


Aslına bakarsanız en az hakkında yazmak istediğim kitap şu an için bu. Çünkü hem Kolektif'in yeni serisi "Yani bir bakışla..." hakkında hem de Deleuze hakkında iki ayrı yazı planlıyorum önümüzdeki ay için ve burada yazarsam orada tekrarlamak istemiyorum. Bu nedenle ufak bir not düşerek önereceğim sadece kitabı: felsefeyle, sanatla, sanat felsefesi ile ilgiliyseniz ama okumalara nereden başlayacağınızı bilemiyorsanız bu seriden çok faydalanabilirsiniz. Ya da, derinlemesine okumalar yapıyorsanız ve bunun günümüzdeki pratik yansımalarını güzelce derlenmiş ve herkesin anlayabileceği dilde aktarılmış bir hali de kütüphanenizde bulunsun istiyorsanız, asla kaçırmamalısınız. Deleuze yüzyılımızın önemli ve "moda" düşünürlerinden ve benim gibi son bir yıl içerisinde kendisine özel merak duymaya başlamış birisi için bu kitap biçilmiş bir kaftan oldu diyebilirim. Seveceğinize neredeyse eminim, kaçırmayın! Ufak bir kuple şurada:


***

Hangisini daha çok sevdiğimi yazmam mümkün değil, her damak tadına ve meraka göre bir şey var sanırım gerek bu post'ta gerekse de Kolektif Kitap'ta. Bir gözden geçirin, okuyun

21 Ağustos 2014 Perşembe

"Misafir Yazar"dan: Louis-Ferdinand Celine – Gecenin Sonuna Yolculuk

Bu yazı bana ait değil. Sevgili arkadaşım Enis Diker iRo! için o kadar güzel yazmıştı ki, burada da bulunmasının bir sakıncası olmayacağını düşünerek taşıdım gelirken. Enis'in yazısına hiç dokunmadım, burada yayımlamama ses çıkartmadığı için kendisine çok teşekkür ederim.



"Acımız o büyük olanı, böyledir işte, bir oyalanmadır" (403)

Bir romanı ya da bir filmi anlatmam gerektiğinde onu benden sonra okuyacakların(/izleyeceklerin) keyfini kaçırmamak ve onlara bir bakış açısı dikte etmemek için konusuna çok fazla girmemeye, hikayesinden uzak durmaya çalışırım. Gene yazının, bir alıntılar seçmesi haline gelmemesi için de mümkün olduğu kadar az alıntı yapmaya çalışırım. Fakat bu sefer, “Gecenin Sonuna Yolculuk”ta bunu yapmayı beceremedim; konuyu açık etmek ve bol bol alıntı yapmak zorunda kaldım. O yüzden kitabı hiç okumamış okuyucuyu baştan hem uyarayım hem de özür dileyeyim. Şöyle diyeyim; okunmaya değer bir kitap. İsterseniz yazıyı bekletin, kitabı okuduktan sonra okuyun. Belki de siz benim okuduğumdan bambaşka bir şey okuyacaksınız.

Romanda Ferdinand’ın hikayesi kendi ağzından anlatılır. Kitabın önsözünde bu konu hakkında etraflıca bir bilgi var. Onu ve onun tecrübe ettiği dünyayı kendi ağzından dinleriz. Ve Ferdinand’ın dünyaya nasıl yabancılaştığına birinci elden tanık oluruz. Ferdinand ve onun dışında var olan bu dünya sıradan, alelade bir dünya değildir. Bu dünya tekin olmayan, ne zaman ne yapacağı belli olmayan, güvensiz bir dünyadır ve Ferdinand bu dünyada zamanla yarışır. Ferdinand’ın ve arkadaşlarının yolcuğunu geceye çeviren bu tekinsizlik, güvensizlik ve belirsizliktir.

Louis Ferdinand Celine’in “Gecenin Sonuna Yolculuk” kitabı; durduk yerde, hiçbir sebep yokken Ferdinand Bardamu’nun bir iddia üzerine askere katılışını anlatmasıyla başlar. Kitabı kabaca iki bölüme ayırabiliriz, ki nerdeyse iki eşit parçadır: Savaşın gölgesinde geçen bölüm ile savaş sonrasında geçen bölüm. Savaşın gölgesinde geçen bölüm Bardamu’nun savaş karşısında yaşadığı dehşet ve hayatta kalmak için yaptıklarını anlatmasıyla geçer. Nerdeyse savaştan kaçmak için bütün dünyayı dolaşır ve okuyanını birbirinden renkli binbir maceraya sürükler. Bu arada ölüm korkusundan, Amerika’ya ayak basmasıyla yavaşça sıyrılır ve özgürleşir, bu, yani yelkenliden kaçıp Amerika’ya ayak basmak, onun ilk özgür tercihi olarak kendi sorumluluğunu ve kaderini sırtlamasını sağlayacaktır.

İkinci bölüm Ferdinand’ın Fransa’ya dönüp, tıbbı bitirmesiyle başlar. Fransa’ya dönmek için Molly’den ayrılışı, doktor olmaya karar verişi ise onun diğer özgür kararları olarak not edilmeli.

Bu bölümün ana teması sefalet ve onunla mücadele üzerinedir. Yazarın sefaleti anlatmak için seçtiği mekan olarak seçtiği Rancy’de yaşayan bir çok karakterde onu değişik şekillerde izleriz. Sefalete ya da ölüm korkusuna maruz kalanların hayalleri yoktur. Yoksunluk endişesi onların birer gelecek projelerinin olmasını engeller. Bu ise onları kabalaştırır . (?)

Üzerinden ölümün ezici ağırlığı kalkan Bardamu, “gece yolculuğu”nda yeni döneme girer, kendi deyimi ile daha aşağılara iner. Artık savaşın yaşamda kalma adına dayattığı dünya içinde değildir. Ama sefaletin hüküm sürdüğü bu dünyada tamamen de özgür değildir.*

Celine göre sinema ve dans (sanat) gösterileri bu boğucu ortamı ve onun yaratmış olduğu tek düzelikten kaçış, ortaya çıkan umutsuzluk karşısındaki tek avuntudur.

Ferdinand’ın bütün yolculuklarında yollarının sık sık kesiştiği, bazen beraber yol aldıkları bir arkadaşı vardır : Robinson. Neredeyse hemen her sıkıntıda, her kriz ortaya çıkar. Zeki, becerikli, her ortama kolay uyum sağlayan rasyonel bir insandır Robinson. Fakat adının çağrıştırdığı Cruseo gibi yalnız, hayatla tek başına başa çıkmak zorunda kalmış biridir . İlk bölümde her sıkıntılı anda ortaya çıkışı okuyanda onun hayali bir kahraman olup olamayacağını düşündürür, belki de bir iç sestir diye düşünülür. İkinci bölümde birçok karakterle zaaflarıyla birlikte ilişkiye girince, bir karakter kazandığında bu düşüncenin yanlışlığı ortaya çıkar.

Romanda Robinson’la her karşılaşmamızda onu, onca yeteneğine, uyumluluğuna rağmen hep bir önceki karşılaşmadan daha kötü bir halde buluruz. Sağlığı gittikçe daha kötüleşir, umudu azalır, geleceği hakkında daha kötümserleşir. Bu hâl Touluouse’a kadar böyle devam edecektir.

Hayatta kalmak, ölmemek için küçük hileler, entrikalar, düzenbazlıklar yapabilmesine rağmen hep biraz daha fazla köşeye sıkışır, yabancılaşır. Hayat onu en sonunda bir Raskolnikov’a çevirir. Yabancılaşmanın kısır döngüsünden akılla, çalışarak aşmaya, ayakta kalmaya çalışır, fakat bir türlü beceremez, medeniyetin yoksulları ezdiği bu dünyada. İddialı bir ifade ile söylemek gerekirse, Robinson rasyonel (/ama fakir) insanın (temsili) çıkmazıdır.

Çıkmazının nedeni parasızlık olarak kabul eder. Savaşta da sonrasında da fakirlikten dolayı ayrımcılık gördüğün düşünür. Fakirleri dışılayan onları içine almayan, görmezden gelen bir dünyanın (/medeniyetin?) içindedir. Öyle bir görmezden geliştir ki bu, savaşta ölmelerini umursamaz, bunun böyle olmasını gerektiğini düşünür, fakirlerin hayatı üzerinde hakları olduğuna inanır. Bu umarsızlık muhtemelen bu uğursuz gece yolculuğunun müsebbibidir.

Robinson, Ferdinand’ı bir nevi inzivaya çekildiği Rancy’de de bulur ve peşinden sürükler. Birbirlerinin aynasıdırlar.

“Dolayısıyla onunla, yani Robinson’la yeniden karşılaşmak, beni bayağı sarsmıştı ve sanki nükseden bir türlü hastalık etkisi yaratmıştı. Her tarafına acı bulanmış suratıyla, sanki bana tatsız bir düşü geri getirmişti, uzun yıllardır bir türlü kurtulamadığım bir düş. Sırf bu yüzden iki lafı bir araya getiremez haldeydim.”sh.302 

Celine’in “gece yolculuğu”ndan kastı nedir? Celine, bizi Robinson ve Ferdinand ile nasıl bir yolculuğa çıkarmıştır?

Gece yolculuğunun ilk çağrışımı karamsarlıktır. Kitabın yayınladığı 1932 de Birinci Dünya savaşının izleri henüz tazedir. Dünya 1929 ekonomik buhranının içindedir. Bütün bu sıkıntılar Varoluşçu felsefenin (1) imkanlarını zorlanmasını sağlar, ona zemin hazırlamaktadır. Sartre 1938 de Bulantı’sını, 1942 de Sisifos ve Yabancı’sını yazacaktır, yani işin teorisinin dile gelmesi için bir on yıla ihtiyaç vardır. Celin’in gece yolculuğunun bir çok teması, bizi , sanki 1932 de erken bir varoloşçu edebiyatla karşı karşya bırakmış gibidir. Monotonluk, yabancılaşma, gelecekten ümitli olamama, ölüm, saçma ve tiksinti/bulantı. Celin’in romanı Camus’un Sisifos efsanesinde izlediği rota ile birbir aynı gibidir, bir farkla (2):

“Birden, tam aklımdan çıkmışken, kızların şarkısı yaşamdan bile daha güçlü hale geldi, hatta kaderin yönünü tümüyle uğursuzluktan yana döndürdü. Öyle olunca onlar bir yandan şarkı söylerken, ben de şu zavallı dünyanın tüm sefaletini ve de özellikle kendiminkini düşünmeden edemedim, üstelik, tıpkı tonbalığı yemişim gibi, midemi bulandırıyordu kaltaklar, o şarkılarıyla. Oysa en zor kısmını unuttum, hazmettim sanıyordum!”(402)
“…öyle bir hüzün kaplıyordu ki içinizi şarkıyı dinledikçe, doğruydu üstelik hiçbir şeyin hiçbir yere vardığı yoktu, ne gençlik ne de ötesi, öyle olunca da sözler uçup gittikten ve şarkı bittikten epeyi sonra, o melodi adamakıllı uzaklaşmışken iyice çöküyordu insan, kendi döşeğinin üzerine, yalnızca kendine ait olan gerçeğin ta kendisi, nihayet iki seksen uzanabileceğin o güzelim çukurun içine”(404)
“Dünyanın sonuna varmıştık, bu giderek daha da belirginleşiyordu. Daha öteye de gidilemezdi, çünkü daha ötede yalnızca ölüler vardı”(406)
ve arkasından hortlakların resmi geçidi başlar. Bu gösterinin sonunda, gün ışırken söylenen şu cümle de dikkat çekicidir “ Artık istersen gel de bul onları, çok zor. Bunun için Zaman’ın dışına çıkabilmek gerek” (408)

Sisifos efsanesinde de bir gün Sisifos dağın zirvesinde yuvarlanan taşın arkasından bakarken insanın kaderi ve trajedisi olan saçma ile yüz yüze gelir. (2) Bu tarihten sonra Sisifos başkaldırır ve iyimser bir yoruma doğru ilerler.

Romandaki farkı bu iyimser sonuca doğru ilerlememesidir.

Ferdinand için Amerika bir umuttur. Savaşın yıkıcılığında bu umut, ölümden kaçış ile onu (ve Robinson’u) tutkulu bir gezgine çevirir. Fakat Amerika’nın yaratacağı hayal kırıklığı ile savaşın bitmesine rağmen hayatın değişmemesi, fakirlerin durumunda bir değişme olmaması bir ümitsizliğin doğmasına yola açacaktır. Umutlar teker teker buhar olur uçar. Savaş, her türlü kötülüğü peçeleyen bir sebep, mazerettir – savaşın varlığı bir umudun yaşamasını sağlamıştır. Savaşın bitmesine rağmen hiçbir şeyin değişmemesi insanları yeni bir kavrayışa yöneltecektir- gecede bir aşama daha geçilmiştir. Saçmanın idrakı (Camus’un ve varoluşçuların terminolojisine sadık kalırsak) gecenin içinde aşılması gereken bir merhale daha vardır: Ölümün tecrübesi. Bardamu, doktorluğunun da verdiği şansla(?) ölümle, savaş sonrası hayatta da içli dışlı olacaktır - ölüm çevresinde görmezden gelemeyeceği bir şekilde dolanmaktadır. Fakat onu idrak etmesi için Tania ile tanışması, onun hayal kırıklığını görmesi, kendi kendini kapatmış olduğu aşkının kafesinin demirlerine vura vura öldürüşünü öngörmesi ile hortlaklar gecesini yaşaması gerekecektir. Bu gece onun Sisifos’un aşağı yuvavarlan taş karşısında olan biten her şeyi idrak ettiği, saçmayla karşı karşıya kalıp başkaldırdığı, kaderini eline aldığı an gibidir. Bence romanın en kritik dönemeci burasıdır. Burası Celine’in başından beri bizi getirmek istediği yerdir.

Ferdinand’ın gecenin içine yaptığı bu yolculukta yalnız değildir, neredeyse romanın tüm kahramanları benzer tecrübeleri yaşar ve her biri farklı sonuçlar çıkarırlar. Henrouil ana, Robinson birer ölüm tecrübesi geçirir, Henrouillerin gelini ve Parapine’in ise ayağının altından dünya kayar. En son klinik sahibi Baryton işi gücü bırakıp bir gezgine dönüşür. Gecenin içinde, romanın tüm kahramanları nefesleri yettiği kadar aşağılara inerler. İçlerinden bir tek (sanırım) Henrouil ana saçmaya başkaldırır ve olumlu bir sonuç çıkarır. Ve ne gariptir ki, bu tecrübe ona ölüler arasında şen şakrak bir yaşamın şansını verir, kendi kaderini eline almasını sağlar.

Hayata biraz tutunanların hep bir korkuları/endişeleri vardır; öldürülme korkusu, borcunu ödeyeme, başkasının ne diyeceği/ küçük düşme. Bu korkularının arkasına saklanırlar ve yolda geri kalırlar.

Roman Robinson’un tiradı ile biter. Madelon’un aşkı üzerinden hayata bakışını açıklamak zorunda kalır. Ve böylece aşkı tartışmaya açarlar. Aslında tartışılan aşk mıdır yoksa aşk olarak isimlendirilmiş tutku mudur? Eğer aşk tartışılmaya açılacaksa Molly’nin aşkını nereye koyacağız? Burada bence Madelon’un aşkının aslında aşk değil de bir tutku, hırs olduğunu söylemek romanın bütünlüğü açısından bir çözüm olabilir; içinde iktidarı ve sahiplenmeyi de taşıyan. Hayalindeki aşkını ve umutlarını zorla da olsa gerçekleştirmeye çalışmak bir yerde. Hastalıklı bir aşka sahip olan Madelon, neredeyse Molly’nin tam zıddıdır. Madelon ne kadar aşkını elde etmek için baskı yaparsa, Molly de bir o kadar sessiz kalmakta- ufak sitemlerle yetinip, daha öteye gitmemektedir.

Madelon’a göre Robinson ve Ferdinand yılgın, tutunamayan insanlardır. Ümitleri ve gelecek planları olan bir insan için bu yorum doğrudur. Ümidin ötesinde bir umarsızlığa, atalete sahip oldukları da doğrudur. Ama bu, ölüm korkusunu ile ümidin bir aradalığını, yani saçmayı aşanın hâlidir. Robinson’un Madelon’un aşkından (onu gösteriş biçiminden?) tiksinmesi bundan dolayı olmalı.

Peki iyilik? Alcide’in bir dünya savaşından uzakta, bir tropik ormanın ıssızında inzavaya çekilmesi, yeğeninin okuması için ömrünü tüketmesi Molly’nin fedakarlığına çok benzer. Romanın bütününlüğü içinde, yani bir gece yolcuğunda ifade ettiği anlam karşısında çözülmesi zor iki karakterdir Molly ve Alcide. Daha iyi bir yorum için belki biraz daha işgüzar bir okumaya, satırların altına biraz daha bakmaya gerek vardır.. . Muhtemelen Celin, karşılıksız sevgide ve adanmışlıkta gece yolcuğuna istisnai olarak bir ışık görmüş, bu iki aydınlık karakteri hikayesine katarak iki küçük parantez açmıştır.

Son olarak, bu macerada Robinson’u Ferdinand’ın önüne geçiren şey nedir? Hayata meydan okuyabilmesi, umarsızlığı? “Robinson’un başardığını başarabildiğimi düşünmek, yani kafamı tek bir fikirle, ama ölümden bile daha güçlü sapasağlam, muhteşem bir düşünceyle doldurmam ve o zaman da sırf bu fikir sayesinde her tarafımdan zevk, gamsızlık ve cesaret fışkırtmam olacak iş değildi hani. Fışkırtıcı bir kahraman.”551

Benim görebildiğim Robinson’un yaşadıklarından hayata bir itiraz, meydan okuma hali çıkarmış olması. Son meydan okuması ona pahalıya mal olur. Ferdinand ise alışkanlıklarının içinde kendini bir atalete bırakmıştır. Ferdinad, Robinson’un yolculuklarından bir “fikir” çıkararak öne geçtiğini ifade ettiğinde, bence itirazın ve meydan okumalarının (gamsızlığından ve cesaretinden beslenen) bir fikri temeli olduğunu ima etmektedir.

Dipnot :

1-ALBERT CAMUS VE JEAN-PAUL SARTRE'DA 'SAÇMA'NIN KARŞILAŞTIRILMASI - YÜKSEK LİSANS TEZİ - HAZIRLAYAN Yasemin Akış

“Hayatın herhangi bir aşamasında, bir köşe başında ya da bir lokanta kapısında birden bire insanı yakalayıveren saçma duygusu, kişiyi hayatını yaşayabilmesi için gerekli olan uyku ve dinginlikten yoksun bırakır. İnsan içinde sürekli olarak bir kaygı taşımaya başlar. Bundan sonra kişi, huzursuzluk, tedirginlik ve korku içinde kalır. İnsanın saçma duygusuyla tanışmasında toplumun bir etkisi yoktur. Saçma tamamıyla kişisel bir duygudur. Camus'nün deyişiyle " kurt, insanın yüreğindedir; onu yürekte aramak gerekir." 81

Camus saçma üzerindeki ilk düşüncelerini akılla varılmış bir fikirden çok duygusal bir deney olarak işler. Kendisinin ilk olarak Cezayir'deki gençlik yıllarında duyumsadığı bu duygunun, fizik varlığın zenginliği ile ölümün zorunluluğu arasındaki karşıtlığı derinden derine hisseden insanda ortaya çıktığını ve geliştiğini söyler. 82 Saçmanın ilk belirtileri kişisel deneylere bağlıdır. Hayatın monotonluğu ve mekanikliği saçmanın ilk habercisidir. İnsanlar yaşamın mekanikliği ve öldürücü monotonluğu içinde varlıklarının değerini ve amacını sorgulamaya başlarlar. Günümüz modern toplum insanının yaşantısı buna güzel bir örnek oluşturur. Yaşamımızın durmadan tekrarlanması çoğu zaman bizi rahatsız etmez. Hatta bunun bilincine bile varmamız zordur. "Sabahleyin kalkmak, tramvaya binmek, büroda ya da fabrikada dört saat çalışmak, yemek, dört saat iş, tramvay, yemek, uyku..." 83 Bu aynı ritmi haftalar, aylar hatta yıllarca tekrarlarız. Ama bir gün "dekorlar yıkılır". İnsanlar birdenbire varlıklarının nedenini sormaya başlarlar. "Neden? Sorusu yükselir ve her şey bu şaşkınlık kokan bıkkınlık içinde başlar. Bıkkınlık, makinemsi bir yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin devinimini başlatır. Onu uyandırır." 84

Artık günlük davranış biçimindeki bir halka tamir edilemez şekilde kopmuştur. Saçma'nın belirtileri arttıkça insan artık nihilizmin kenarına, hatta uçurumuna sürüklenir. Bundan sonra saçmanın ikinci belirtisi ortaya çıkar. Bu belirti zamanın geçmekte olduğunun korku verici bir şekilde duyumsanmasıdır. Kişi bütün umutlarını geleceğe bağlar ve onun gelmesini bekleyerek yaşar. Geleceğe dair planlar, ümitler, hayaller ona güç verir. Fakat kişi, insan hayatındaki tek gerçek olan ölümün geleceğin ta kendisi olduğunun farkındadır. Camus'nün değişiyle "bu tutarsızlığa hayran kalmamak mümkün değildir." Kişi bir gün gelir bu tutarsızlıkla daha da fazla yüzleşmeye başlar.

Kişi "yine bir gün otuz yaşında olduğunu görür ya da söyler. Gençliğini belirtir böylece. Ama aynı anda, zamana göre yerini de belirtir. Zamanın içinde yerini alır. Geçmesini beklediğini söylediği bir eğrinin belirli bir anındadır. Zamanın malıdır, içinin ürpertiyle dolması üzerine, en kötü düşmanı olarak görür onu. Yarını istiyordu hep, bütün benliğinin bundan kaçması gerekirken, yarının gelmesini diliyordu. Etin bu başkaldırısı, saçma budur işte. "

Bir başka neden olarak ise 'yabancılık' çıkar karşımıza. Bu durum Pascal ve Kierkegaard'dan beri varoluşçuların biricik çıkış noktası olmuştur. Saçma birçok insanın çeşitli derecelerde duyumsadığı, yabancı bir dünyada tek başına bırakılmış olma duygusundan da kaynaklanır. Bu tek başına kalma duygusunu varlığımızın rastgele ve gelişigüzel olduğu duygusu da doğurabilir. Saçma kavramı, birey ve dış dünya arasındaki kapatılması olanaksız uçurumu belirler. Bilinmeyen bir gücün dünyaya fırlattığı insanlar, bu duruma karşın o dünyanın parçası değildirler. Yerleşmek istediklerinde yurt diye nitelendirebilecekleri bir yer bulamazlar. Yaşamlarını anlamlı bir biçimde sürdürmek, güvenlik altında olmak isterlerken, varoluşun türlü rastlantılarının elinde oyuncak olduklarını algılarlar. Özgür olmak isterlerken doğanın nedenselliğinden kurtulamadıklarını görürler. Sonsuza dek mutlu yaşamak isterlerken, kendilerini her şeye son veren ölümün karşısında bulurlar. Yaşam sevgisinin karşısına, yaşam karşısındaki çaresizlik dikilir. Yaşamını türlü çekişmeler içinde geçiren insanoğlu ne denli uzun yaşarsa, kendini dünyaya o denli yabancı bulur. 86 Camus bu yabancılığı şu şekilde açıklar;

"Birdenbire düşlerden, ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada kendisini yabancı bulur insan. Yitirilmiş bir yurdun anısından ya da adanmış bir toprağın umudundan yoksun olduğu için, bu sürgünlük çaresizdir. İnsanla hayatı, oyuncuyla dekoru arasındaki kopma, saçmalık duygusunun ta kendisidir. " 87 sh.36,37,38

https://archive.org/stream/AlbertCamusVeJeanPaulSartreDaSamaninKarilatirilmasiComparisonOfAbsurdInAlbertCamusAndJenPaulSartre/Albert-camus-ve-jean-paul-sartre-da-samanin-karilatirilmasi-comparison-of-absurd-in-albert-camus-and-jen-paul-sartre_djvu.txt

2- “Camus’nün Sisifos’u taşı tepeye doğru bin bir güçlükle yuvarlaya yuvarlaya çıkarır ve taş her seferinde kendi ağırlığıyla aşağıya yuvarlanır. Yüzlerce defa tekrarlanan bu sahnelerin birinde, Sisifos düşen kayanın ardından tepeden aşağıya inerken insanlık durumunun trajik bilincini bütün çıplaklığıyla yaşar ve düşünür.

Sisifos saçmanın duvarlarını yıkamayacağının bilincine varır. Sisifos ölümlüdür ve yazgısı olan ölüme karşı koymaya gücü yoktur. Bu durumda yazgısından kaçmak yerine- zaten istese de kaçamaz, onu, sınırları içinde kalarak kabullenir. İnsanlık durumunun bu trajik bilinci, onu yaptığı işten zevk almaya, ona bağlanmaya götürür. Çünkü artık tanrıların olmadığı bir dünyada yazgısının tek efendisi kendisidir.

Tanrıların sürekli boşa çıkacak umutsuz bir iş yapmakla cezalandırdığı Sisifos’un en önemli özelliği, cezasını bilinçli olarak kabul etmesidir. Bütün yaşamını ‘evet’lemiş olmakla kendi kaderine egemen olur. Çünkü “taş, kendi taşıdır.”109 “İşte Sisifos’un bütün gizli mutluluğu bundan ibarettir. Kaderi ona aittir. Onun kayası onun meselesidir.”110 Sisifos'daki asıl değişim, aitlik zamiriyle dile getirilir. Daha önce, tanrıların cezası bağlamında dayanılmaz, insanı aşağılayan bir zorlama olarak görünen şeyi, Sisifos şimdi kendi malı haline getirir. Sisifos taşı kabul ederek “evet” demiştir. Bu “evet”, pes etmenin bir ifadesi olarak yorumlanmamalıdır. Sisifos “evet” dediğinde, hayatını mutlak ve yok edilemez kılar. Bu edim, bir bakıma onun özgürlüğünü kanıtlamasıdır.

Sisifos kendisini sonu gelmez bir çabanın uygulayıcısı olarak görmez. İniş ve çıkışını birbirine zıt iki unsur olarak görmektense, döngüsel bir hareket olarak kabul eder. Sisifos, çabasını düz olarak ve bir yolun sonundaki hedefe doğru yapılan bir ilerleyiş olarak gördüğü sürece mutlu olamaz. Tepeden aşağı inişine hayatına dahil olmayan bir edim olarak baktığında, bu edimi mümkün olduğu kadar çabuk tamamlayıp asıl yaşayışına dönmek ister. Oysa bu edim de onun yaşayışının bir parçasıdır. Şimdi, düz değil de dairesel olan yolun her noktası, aynı zamanda başlangıç ve sondur. Artık, taşın günün birinde yukarıda kalacağını ve zahmetinin son bulacağını ummaz. Böyle bir umudu olduğu sürece, taşın aşağı yuvarlanmasını bir felaket olarak görür. Ancak taşın yuvarlanmasını değiştiremeyeceği bir gerçek olarak kabul ettiği zaman, taş kendi içinde bir anlam kazanır.111 Onu kendi amacı için bir araç gibi kullanır.

Camus’ye göre Sisifos, yazgıyı insanlar arasında sonuçlandırılacak bir işe dönüştürür. Onun keşfettiği bu yolda tanrılar da onu engelleyemez. Çünkü yazgısı kendisinindir ve kayası kendi nesnesidir. Aynı şekilde saçma duygusunu içinde hisseden insan da, sıkıntısı üzerinde gözlem yapmaya başladığı zaman, bütün putları yıkar. Camus’ye göre kişisel bir alın yazısı varsa, yalnızca tek bir alın yazısından söz edilebilir; ölüm. Ancak, insan bunu kaçınılmaz bulduğunda küçümseyebilir. İnsanın kendi yaşamına yönelmesini simgeleyen Sisifos, insansal olan her şeyin tümüyle insan kaynaklı olduğunu gösterir. Çünkü tanrıları yadsıyan Sisifos için, efendisiz olan bu evren ne anlamsız ne de değersiz görünür.112” sh. 45,46,47

12 Ağustos 2014 Salı

Middlesex - Jeffrey Eugenides

Middlesex beni zorlayan kitaplardan oldu. Heyecanla başladım okumaya, daha önceden okuyan iki arkadaşımdan sadece güzel şeyler duymuştum hakkında ve de uzunca bir kitaptı, kendimi kaptırdım mı içinde kaybolur akar giderim diye düşünmüştüm. Maalesef ilk birkaç bölüm sonrasında durumun pek de öyle olamayacağını kavradım.

Pulitzer ödüllü, Türkçe çevirisi İnkilap'tan yayımlanmış, enteresan olduğu belli bir konu, güzel işlendiği takdirde insanı bir duvardan diğerine savurması ve birçok farklı açıdan geliştirmesi mümkün bir temel. Bir saga olmaya aday. Peki, olabilmiş mi? Bence, hayır. Üstelik berbat bir çeviri olduğunu düşündüğümü de eklemem şart bu noktada.

Bursa'dan yola çıkarak Detroit'e göçüyoruz genç bir Yunan çiftle. Bu arada bir hatalı gen onlarla birlikte (?) göçüyor. Derken önce bu çiftin bir oğlu oluyor, sonra da onun oğlan olması beklenen kızı doğuyor. Biz bu arada İzmir yangınına, Ford'un Amerikanlılaştırma projesine, Detroit'teki ayaklanmaya ve daha birçok şeye şahit olarak sağa sola bakınmaya ve "e şimdi bu iyiydi niye burada kesti oraya geçti?" "e iyi de bu nasıl da lezizdi bunu niye kesti ki şunu anlatmak için" vb düşünceler içerisinde aval aval dolanmaya başlıyoruz kitapta. Ya da ben öyle yapıyorum, bilemedim. :)

Yoruldunuz mu? Evet, ben de yoruldum, bir o kadar da sıkıldım.

Çok güzel üç ayrı konu akıyor roman boyunca ama maalesef üçünün de hakkı tam olarak verilmiyor. Üstelik de tam vaat edilen enteresan konunun başladığını düşünürken siz birden sanki hızlıca ileri sararak şak diye bitiriyor romanı yazar. Ve ben hala - üzerinden 2 ay geçmiş olmasına rağmen - düşünüyorum: bu adam bunu neden yazdı ki? Bize esas aktarmak istediği neydi? Niye başladı ve neden bitirdi?

Sonuç itibariyle, pek memnun kalmadığım bir okuma oldu. Tavsiye edeceğimi pek sanmıyorum, belki ancak çok geniş vaktiniz varsa ve yapacak işiniz yoksa, olabilir...

Bunca olumsuzluk içinde, kitaba ait en güzel anım sevgili Banu'muzun toplantı için hazırlığı oldu:



Banu'cuk her birimiz için birer kitap ayracı yapmış (bayılarak kullanıyorum!) ve de her birimize ayrı ayrı birer pasaj not ederek kişiye özel sorular sormuş. Benim sorum "Nesne"ye aitti ve onun anlatımının bana Lolita'yı hatırlatıp hatırlatmadığıydı. Yanıt maalesef pek basit oldu: "hayır". Fakat alıntım o kadar güzeldi ki burada sizinle de paylaşmak istiyorum:


"Kırmızı kafalıyı görür görmez hissettiklerimi düşününce bunun tamamen doğal güzelliğe duyulan bir hayranlık olduğuna karar veriyorum. Tıpkı kırlarda kızarmış yapraklarla dolu akçaağaçlara bakıp da kendinden geçmek gibi bir şey. Ondaki renk karışımında müthiş bir zenginlik vardı; süt beyazı tene yayılmış tarçın rengi fiskeler, çilek rengi saçından yayılan altınımsı ışıklar... Sonbahar gibiydi, ona bakınca sonbaharı görüyordum."

ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Günlerin Köpüğü'yle Boris Vian'a yaklaşmak...

Boris Vian, Vernon Sullivan, Bison Ravi…

39 yıllık kısa hayatına edebiyattan müziğe, sinemadan resme birçok sanat dalında başarılı ürünleri sığdırabilmiş bu önemli ismi ne zamandır kulübümüze tanıtmayı planlıyordum, beşinci yılımızda sıranın bana gelmesiyle bu isteğimi de gerçekleştirmiş oldum. Benim Vian’la tanışmam üniversite yıllarımda ilk olarak Günlerin Köpüğü’nü okumamla oldu. Akabinde külliyatını edinerek sırasıyla tüm eserlerini okudum, okudukça “adam”ın kendisini tanıma isteğim arttı, müziğini ve şiirlerini de dağarcığıma kattım. Tanıdıkça hayranlığım arttı.


Kişisel olarak, edebiyatta olağandışını seviyorum. Ütopik/distopik eserlerin yanı sıra gerçeküstücülük ve büyülü gerçeklik bu nedenle en sevdiğim akımlar arasında yer almıştır hep. Bunun yanında, edebiyatı müzikle harmanlamak hoşuma gidiyor, okuduğum hemen her kitabın kafamda dönen bir fon müziği, bir teması mutlaka oluyor. Kendinden müzikli romanlar ise her zaman bende çok büyük saygı uyandırıyor çünkü bunun çok da kolay bir şey olmadığı gibi bir fikrim var.

Müzik demişken, gerek Boris Vian’ın favorileri gerekse kitapta geçen eserleri kendi sevdiğim parçalarla birleştirerek oluşturduğum bir playlist var artık, tıklayarak ulaşabilir, bu yazıyı ya da kitabı okurken beraberinde isterseniz dinleyebilirsiniz.

Müzikten felsefeye geçecek olursak, iki küçük cümlem var bu konuda da: İlk gençliğimden bu yana gerçekten üzerinde okumalar yapmaya en meraklı olduğum dalların başında geliyor. Nihilizm ve varoluşçuluk başta olmak üzere severek ve üzerinde düşünerek okuduğum birçok kitap oldu yetişkin hayatıma geçişimde ve sonrasında. Seviyorum!

Hal böyle olunca, Günlerin Köpüğü gibi melodisini beraberinde getiren, eleştirilerinde vahşi ama akışta rengarenk, birden fazla katmanlı bir romanı benim beğenmemem (hadi hadi, bayılmamam!) mümkün olamazdı.

Yazımın bundan sonraki kısmı spoiler içerebilir, kitabı merakla okumak isteyebilecekleri uyarmam gerekli.


Hayatı boyunca çalışmak zorunda kalmamış mirasyedi Colin bir yandan hayatının kadınıyla tanışmak için heveslenirken bir yandan da vaktini fantastik icadı olan piyanokteyl, becerikli ve çok yönlü aşçısı Nicolas ve yakın arkadaş çevresi ile refah içerisinde geçirmektedir. Bir partide güzel Chloe ile tanışır ve yıldırım hızıyla evlenirler. Arkadaşı Chick ünlü düşünür yazar Jean-Sol Partre’ın en büyük hayranıdır ve hayatıyla birlikte tüm servetini onun eserleri ve hatıra sayılabilecek eşyalarını toparlamaya adamıştır. Böylece biz bir yandan Colin ve Chloe arasında şekillenen, sürekli yükselişteki aşkı okurken bir yandan da Chick ve Alise arasındaki bağımlılık nedeniyle düşüşe geçmiş ve fena bir sona doğru gitmekte olduğu belli bir ilişkiye tanık oluruz. Her iki ilişki de kendi doğrusunda ilerlerken Chloe hastalanır. Ciğerinde açmakta olan bir nilüfer tespit edilir. Çiçek şahlandıkça Chloe solmaktadır. Başka çiçekler ve Duke Ellington’un müziği bu seyri durdurabiliyor olsa da süreç maalesef geri döndürülemez. Dünya değişir, aşk ölmekteyken beraberinde hayatı da söndürmeye başlar, her şey içine doğru çöker.


***Spoiler sonu***

Daha çok küçük yaşlarından itibaren hasta olan Boris Vian uzun yaşayamayacağını içten içe biliyor olmalıydı ki tüm öfkesini, anlatmak isteyebileceği her şeyi, düzene ait tüm eleştiri ve saldırganlığını satırlar boyunca bize aktarıyor. “Gerçek manadan yoksun bir evrende başıboş absürd varlıklar” olduğumuz her sayfada ayrı bir köşeden suratımıza çarpılıyor ve sonunda bir kedinin ağzına bilinçli olarak kafasını uzatmış birer fareden başka bir şey olmadığımız gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyoruz.

Farklı bir kitap elimizdeki, burası kesin. Gerçek objeler (bir oda ve duvarları) karakterlerin duygu durumlarına tepki vererek gelişim / değişim gösterebiliyor. Çaldığımız notalar bize duruma uygun kokteyller hazırlayabiliyor (piyanokteyl). İnsanların vücudunu tarla olarak kullanarak, insan vücudunun ısısıyla silah yetiştirilebiliyor ve kapitalist düzen her birimizi tek tek sömürmeden asla peşimizi bırakmıyor. Acı bir dünya ve çiçekler de renkler de müzik de bizi kurtaramıyor. Asla da kurtaramayacak, aşk bile dünyanın gerçekliğiyle başa çıkamıyor nihayetinde!

Ufacık, minicik bir alıntıyla sizi bu kitabı okumaya davet ediyorum:


Son olarak: kitabı üçüncü kez okumuş oldum kulüple birlikte ve hemen sonrasında daha önceden izlemeye fırsat bulamadığım filmini de izledim. Hoş bir film olmuş, kitaba oldukça sadık kalınmış. Kişisel olarak yönetmenin belki de Vian’dan ilham alarak kendi hayalgücünü daha fazla kullanmasını tercih edebilirdim ancak bir ilk olarak hoş bir çalışma olduğunu söylemekte sakınca görmüyorum. Tavsiye ederim.

Boris Vian’ı farklı yönleri ve hayatıyla biraz daha tanımak isteyebilecekler için ise aşağıdaki üç linki önermek isterim, güzel bir başlangıç olabileceğini düşünüyorum:

Boris Vian hakkında kısa ama çok kapsamlı bir blog yazısı.
Boris Vian, Asker Kaçağı şiiri.
Boris Vian’ın müziği.


 ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

19 Nisan 2014 Cumartesi

Uzunharmanlar'da Bir Davetsiz Misafir - Sezgin Kaymaz

Konu olarak bana pek yakın. Fikir çok güzel. Merak da uyandırıyor. O zaman eksik olan ne?

(“ı-ıh yok olmamış” tadında bir yazıya hazırlandığımı da baştan peşin peşin belirtmem lazım korkarım).

Genç bir adam Ankara’nın uzak mahallelerinden birine yanında sandık sandık kitaptan başka hiçbir şey olmaksızın taşınır. Çok şanslıdır, taşındığı ev onun için onarılmış ve temizlenmiştir. Bununla da kalınmamış, buzdolabında en sevdiği yemekler dizilidir ve gardolapta da sanki üzerine özel olarak dikilmiş kıyafetler bulunmaktadır. Komşuları görünürde çok ilgili ve cana yakın olmakla birlikte birşeyler çevirmektedirler ve de evin içerisinde yeni kiracıyı korkutan sesler ışıklar gürültüler ve benzeri birçok doğaüstü olay daha ilk geceden dikkat çeker.

Derken kiracımız (görünürde hiçbir iş yapmamaktadır) birden deniz kenarına iner ve kalamarları mideye indiriverir. Bir dakika!! Romanımız Ankara’da geçmiyor muydu? Bunu kenara yazıyoruz, yazarımız hata mı yapmış kurguda da düzeltide dahi gözden kaçmış yoksa başka bir şeyler mi söz konusu?

Meraklanmaya devam ederek okuruz fakat bir şeyler ters gidiyor gibi de bir his yapışır yakamıza. (ya da benim gibi fazlasıyla müşkülpesent okurlara, bilemiyorum ki…) Her şeyden önce, sadece diyaloglarla bezeli sayfalar beni kaybediyor sanırım. Bunun yanı sıra argo kullanımında bir özentilik gözümü tırmalamaya başlıyor sayfalar ilerledikçe (ki, ben argoya karşı olmadığım gibi argo severim de! Ama nasıl söylesem… Yazar kullanmak istemiş ve bunları araya bonkörce serpiştirmiş ama kendisi de bu fikirden yana çok rahat olmadığı için midir nedir, biraz eğreti durmuş bazı bazı bütün bu argo söylemler). Bu arada kurguda da kafama yatmayan iki üç nokta olunca… Ne bayılarak okuduğumu söyleyebileceğim ne de yerden yere vurmaya kıyabileceğim bir okuma deneyimi yaşamış oluyorum böyle.

Doğruyu söylemek gerekirse, çok kötülemek istemiyorum ve sert yazmaktan çekiniyorum çünkü nihayetinde beklentisini yüksek tutmayan bir okur için tatlı bir yaz tatili okuması olabilir diye düşünüyorum. Konuyu sevdim, rahatlıkla okunabilmesini, fazla düşünmeden ve merakla sürüklemesini sevdim.

Ama işte…

Ağzımda bıraktığı tattan çok da emin olamadığım için birilerine önerir miyim, pek bilemiyorum. Ya da başka bir romanını okur muyum yazarımızın? Sanmıyorum.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

2 Şubat 2014 Pazar

İki Şehrin Hikayesi bu kadar harcanabilir miydi?

Uyarı: bu bir günah çıkartma yazısı ve bir kişisel günlük sayfasıdır…

Sanırım bir kez daha en sonda söylemem gerekeni en başta söyleyerek yazının canına okuyacağım fakat (çok üzgünüm ama) hayatımın en büyük işkencesi oldu korkarım İki Şehrin Hikayesi! Aralık 2013 ve Ocak 2014 için bu kitabı seçmek üzere oylama yaparken bir Dickens okuma fikri ve klasik zamanının gelmiş olması nedeniyle hem heyecanlı hem de çok hevesliydim fakat o zaman tabii ki hayatımın belki de en zorlayıcı iki ayının önümde beni beklediğini bilmiyordum. Daha kötü günler görmemek dileğiyle diyeyim öncelikle…

Sonuç itibariyle, deli gibi çıkışların ve de yerin dibinin de altını gördüğüm inişlerin olduğu iki aylık bir sürede bir yandan da kitabı okumaya çalıştım. Haliyle konsantre olamadım, haliyle daraldım, haliyle bunaldım. Hayatımdaki sıkıntıları sayfalarda boğabilecekken sayfaların üzerime üzerime gelerek beni daha da boğmasına izin verdim. Ve itiraf ediyorum ki toplantı zamanına kitabı yetiştiremedim (yetiştirebilirdim evet fakat öyle bir zaman geldi ki elime kitabı dahi alamadım günlerce). Üstelik kurulduğumuz tarih olan Mart 2009′dan beri ilk kez bir iRo toplantısına da katılamadım bu sefer (hayır, okumadığım için değil, katılabilecek olsaydım mutlaka bir şekilde yetiştirebilirdim).

Biraz geriden gelerek de olsa, geçtiğimiz hafta sonunda nihayet ben de İki Şehrin Hikayesi’ni bitirmişler kervanına katıldım ve bunu (benimle birlikte kitabı bir salyangoz hızında okumama eşlik eden, beni yüreklendiren ve “bitecek ha gayret” tezahüratlarıyla bana destek olan sevgili arkadaşlarımla) kutladım!

Aslında Fransız İhtilali ve özellikle de Jakobenlik olgusu (ve tabii tarihi) bu kadar ilgimi çekerken bu kitabı beğenmemiş olmamı bir talihsizlik ve tamamen kişisel bir şuursuzluk olarak görüyorum. Kişisel algı ve sabır eşiğimizin ve ruhsal dalgalanmalarımızın beğenilerimizi ne kadar da yakından etkileyebileceğinin en güzel örneği olmuş olabilir benim İki Şehrin Hikayesi deneyimim. Üzgünüm, ama öyle.

Charles Dickens’ın her bir kelime başına ücret aldığını öğrendiğim gün zaten o “güzel” tasvirler birden “yuh amma uzatmış iki kuruş daha para kazanmak için, ne gereksiz şey!” yargısına dönüşmüştü bende ve bu sefer de farklı bir şey hissedip düşünemedim. Tek aklımdan geçen “e bunu daha iki sayfa önce yazmıştı” ya da “kısa kes bu ne böyle brezilya dizisi gibi be adam!” oldu evet. Bunun haricinde de diyecek söz bulmakta zorlandım açıkçası.

Kitap kulübüne ait olmak çok güzel bir şey, bunun aksini söyleyemem. Normalde alıp okumayacağınız kitapları okumak da hiç şikayet edilecek bir şey değil. Ama işte bazen olmuyor, yürümüyor, tıkanıyor insan. Sanırım bu aralar ben bir “reader’s block” (okur engeli?) yaşıyorum, ama geçecek biliyorum.

Klasikler arasında bunca önemli yeri olan bir romanı böyle yerlerde sürümek de harcım mı bilmiyorum elbette ama yaptım bir kere, oldu bitti.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Aşk ve Öbür Cinler - Gabriel Garcia Marquez

Normalde yazılarını fazla biriktirmeyen ve bekletmeyen bir insan olarak uzun zamandır ilk kez başıma gelen bir şeyle karşı karşıya kalıyor ve okuduktan aylar sonra bir kitapla ilgili yorum yapmaya çalışıyorum. Bir yandan da enteresan gelen, heyecan verici bir şey de olabilir bu tabii, bakalım tortular oturup ilk yargılar yatıştıktan sonra kitaptan bana ne kalmış, içimde ne oluşmuş bunu görme imkanı olacak.

Kısaca: tamamıyla kişisel düşünce ve hislerimden oluşan fena halde subjektif bir yazı sizi bekliyor…

İzninizle, G.G.Marquez ile ilgili hiçbir yorumda bulunmayacağım (zira gerek aşığı olduğum Yüzyıllık Yalnızlık gerekse de Kolera Günlerinde Aşk başta olmak üzere diğer romanları benim lehte ya da aleyhte konuşmamı bir tokatla engelleyecek kadar üstün gördüğüm eserler). Büyülü gerçeklik ve gerçeküstücülük ise en çok sevdiğim akımlar olarak zaten gönlümde o kadar ayrı bir yer tutmakta ki benim bu tarzda gelen herhangi bir metni sevmeme imkanım asla yok!

Fakat… her şeyi karıştıran ve tüm hayal kırıklıklarımızın en büyük sebebi BEKLENTİLER bir kez daha görev başında bu deneyimimde de… Çok güzel roman, çok güzel konu, çok güzel her şey ama bir şey eksik. Bir şey benim bir Marquez romanına aşık olmamı engelliyor bu sefer. Seviyorum evet, ama öyle büyük haksızlık yapıyorum ki yazarına, o kadar çok “yeni bir Yüzyıllık Yalnızlık” olmasını istiyorum ki okuduklarımın, doğal olarak farklı bir şeyle karşılaştığımda bünyem reddediveriyor. Bir okurun asla yapmaması gereken hata, her şart altında uzak durması gereken o kibirli şımarıklık yakamı bırakmıyor okuma sürem boyunca.

Ve evet şimdi fark ediyorum ki geçen süre benim hayal kırıklığımı maalesef giderememiş. Üstelik bu kırgınlıkta kendi sorumluluğumu (tamamı bende bu sefer) kabul etmekten başkaca bir çarem de yok.

Sözün özü, bu kitapla ben bir roman okumanın tadından çok kendi roman okurluğumun detaylı sorgulamasını yapıp durdum ve bu nedenle de ne okuduğumdan bir tat alabildim ne de kendimi kaybedip ayıla bayıla bir Marquez deneyimi yaşayabildim. Sanıyorum elimdeki stoğu erittiğim anda bir sonraki Marquez okumama geçmeden önce bir kez daha okuyacak ve bu sefer kaçırdığım her şeyi yakalayabileceğim.

Siz bana bakmayın, beni dinlemeyin ve okuyun lütfen. Ben kendi kendimle hesaplaşıyorum burada nihayetinde!


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.