30 Nisan 2011 Cumartesi

deniz kazası (a.k.a. virginia woolf'un deniz feneri)

virginia woolf'un deniz feneri açık sulara açılmış güzel güzel yüzerken (iyi okurum ben, hızım ve hevesim genelde fena değildir) denizin ortasında kafamı yararcasına tosladığım kaya oldu çıktı.




ömrümde ilk defa hepi topu 250 sayfa olan bir kitap tam 3 hafta boyunca elimde süründü, çantamda her gün benimle işe gidip geldi ve yine de bitmedi, bitemedi... toplantıya 1,5 gün kala nihayet (ve son bir gayretle) bitirdiğimde ise aklımdan geçen tek düşünce: "eeee? yani? höf!" oldu ve benim woolf aşkım başlamadan bitti.

ilk virginia woolf deneyimimdi, sanmıyorum bir daha (okunacak bunca kitap varken) elime bir v.w. kitabı daha alayım. bu kült yazarın hayranlarına saygısızlık yapmak amacıyla demiyorum bunu elbette. eminim üzerinde düşünmeye ve hissetmeye vakit bulabilenler için çok etkileyici bir romandır bu da. fakat benim çok yanlış bir zamanıma denk gelmiş olmalı ki (gerçekten de günde yarım saati okumaya zor ayırabildiğim ve bazen onu dahi ayıramadığım günler geçiriyorum ve daha bir süre böyle olacak) ben bu kitaptan tat alamadığım gibi konsantre olup derinine de inemedim.

belki bir başka zamanda, başka yerde...

kitapla ilgili teknik bilgileri ve detaylı yorumları internette bolca bulabiliriz. ben sadece (içimdeki şeytanın kulağıma tüm fısıldadıklarına rağmen) kitabı yine de bitirmiş olmanın sevinç ve rahatlamasını hissediyorum. ve saplantılı kişiliğimin ardına sığınarak sadece çevirideki "kellifelli" hatası ve "fenasına gitmek" uydurmasına hafiften laf dokundurarak bir sonraki kitabımıza yelken açıyorum.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

10 Nisan 2011 Pazar

Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna

yıllar önce okuduğum kürk mantolu madonna'yı geçenlerde tekrar elime aldım (yapı kredi yayınları'ndan 43.baskıyı satın alarak nihayet kitaplığıma da eklemiş oldum). 20li yaşlarımın başında beni çok etkileyen bu roman 30larımda ilerlemeye başlamışken bir kez daha avcunun içine aldı beni, sayfalar boyu nefes almadan okudum desem yeridir. sabahattin ali’nin bu harika romanını, belki de hakkı yenmiş bu başyapıtı okumayan kaldı mı bilmiyor olmakla birlikte, herkese kesinlikle öneriyorum.

daha da ileri gitmeden, bir uyarı: bu yazı yüksek miktarda “spoiler” içermektedir.



her şeyden önce, kitapta beni sonsuza dek tavlayan paragrafı buraya almak istiyorum:

"bir akşam eve dönerken mahallenin bakkalına uğramış, öteberi almıştım. tam kapıdan çıkacağım sırada, karşı evin bir odasında kira ile oturan bekarın radyosu weber’in oberon operası uvertürünü çalmaya başladı. az daha elimdeki paketleri yere düşürecektim. maria ile beraber gittiğimiz birkaç operadan biri de buydu ve onun weber’e hususi bir muhabbeti olduğunu biliyordum; yolda hep onun uvertürünü ıslıkla çalardı. kendisinden daha dün ayrılmış gibi taze bir hasret duydum. kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. bunun sebebi herhalde “bu öyle olmayabilirdi!” düşüncesi yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır."

özlem çok fena bir şey. hiç senin olmamış, hiç bilmediğin ve tanımadığın bir şeyi özlemek yeteri kadar kötü elbet. ya hayatının en güzel günlerinin geçtiğini düşünürken, senin diğer yarın olan “o” kişiyi fiziksel olarak canın yanacak kadar özlerken bir daha asla göremeyeceğini, onun yıllar öncesinde ve çok çok uzaklarda kaldığını biliyorsan nasıl yaşarsın? yaşamak mıdır bu? ölmeyi beklersin, “bitse de gitsek” diye her nefesini bir sonrakine bağlarken bir yandan da kalbinde hala “o”nu yaşatırsın. dışarıdan senin umursamaz, hiçbir şeye değer vermeyen sakin bir kişi olduğunu sanıyorken insanlar, sen aslında umarsızca hayatını biteceği günü bekleyerek yaşamaktasındır ve aslında isyanların en büyüğünü içinde yaşıyorsundur. bu nedenle de “gerçek” hayat hiçbir anlam ifade etmemektedir senin için. senin gerçekliğin geçmişte takılmış kalmıştır çünkü.

benim dilim ancak bu kadar dönüyor raif’in iç dünyasındaki çalkantıları aktarmaya. kendisine acı veren hayatından defterine sığınarak kaçan ve kendine her şeye rağmen aşkını yaşamaya devam ettiği bir dünya yaratan raif efendi. ve büyük aşkı maria puder. gösterdiği o kendine güvenli ve sert tavırlarına rağmen aslında son derece kırılgan, çekingen, birine güvenmeye can atan, kendini verebileceği bir adam için her şeyi göze alabilecek olan güzel maria puder. tesadüfler, güzellikler, güven, özlem, imkansızlıklar, isyan ve fedakarlıklar.

kaybettiğine inandığın bir insanı gerçekten kaybettiğini yıllar sonra öğrensen, ne yaparsın? ne hissedersin? nasıl bir acı çekersin? nasıl teselli bulursun?

bana dostoyevski’yi ve yarattığı karakterler ile olay örgülerini düşündürdü kürk mantolu madonna. bir kez daha bayıldım. bayıldım!

aralıklarla, tekrar tekrar okuyacağıma eminim.

Paul Auster - Sunset Park : çevirmen mahareti!

çok genç yaşında, anlık bir öfkeyle hayatının "hata"sını yapan ve bunun kefaretini ödemek için sahip olduğu her şey ve herkesten vazgeçerek daha yaşarken kendini öldüren fakat "aşk" nedeniyle tekrar kendine gelen bir adam. çevresindeki insanların öyküleri. ve tabii brooklyn.

gene vicdani bir yükün altında eziliyor, kaybedenlerin arasında dolaşıyor ve bir çok uç arasında gidip gelen insanların duygu, düşünce, sorgulamalarının tam ortasına düşüyoruz.



ben paul auster'la geçen yıl, gaye'nin (ki bu kitabı da bize o okuttu sonuçta) ödünç verdiği görünmeyen ile tanıştım ve o kadar beğendim ki hemen akabinde elime geçen başka bir kaç kitabını da okudum (sırasıyla, brooklyn çılgınlıkları, new york üçlemesi, leviathan ve son olarak da kısa zaman önce kırmızı defter). derin bir analiz yapmaya yetecek kadar bir auster stoğum olmasa da, kişisel olarak sunset park hakkında şunu diyebilirim:

rahat okudum ve okurken sıkılmayarak hoşça vakit geçirdim. yine de, sunset park'ın paul auster'ın en parlak kitabı olmadığını söylemeliyim kısıtlı "auster" bilgimle. tamam, gene kaybedenler resmigeçidi, gene bir şeylerden kaçan insanlar, gene tesadüfler, karakterlerin kendileriyle ve kaçtıkları şeylerle yüzleşmeleri ve tam her şey yoluna girmişken tekrar tepetaklak olması. klasik auster çatışmalarından ve alt metin bombardımanından gene muaf değiliz. ama işte o "auster" tadı yok, bir şey eksik, ama ne?

suçun büyükçe bir kısmı bence kitabın kötünün de ötesindeki çevirisinde. can yayınları bir faciaya imza atmış bu çeviriyle. çevirmen olarak ismini kitabın kapağına bastıkları seçkin selvi maalesef ya vakitsizlikten ya da dalgınlık nedeniyle başarısız bir iş çıkarmış. düzelti de olmayınca (bunun yapıldığına dair hiçbir işaret ya da bir isim yok iç sayfalarda) tamamiyle evlere şenlik ve şaka gibi bir şey olmuş sunset park. takip eden baskılarda düzelteceklerini umarak sayfa 125'e bakmalarını ve "christmas break"i noel'deki ders kesimi olarak çevirirken ne düşündüklerini iletmelerini rica ediyorum. ya da sayfa 170'deki her tarafı ayrı bir telden çalan o uzun cümlenin anlamını bana iletmelerini. ya da neden sayfa 110'da "superior" kelimesini eşsiz olarak kullandıklarını. vs vs vs... daha bir çok bu gibi rahatsız edici şey çarptı gözüme kitap boyunca ve ben bezdim bir kez daha çeviri roman okumaktan. yazıktır bu okura! bu kadar da çantada keklik bilmeseniz ve biraz özen gösterseniz ne olur? profesyonel bir çevirmen olmadığım halde ben dahi auster'ın dilini ve kelime oyunlarını bozmadan bir çok farklı alternatif kelime ve cümle kurabilirdim bu kitapta. neyse, artık, olan olmuş ve gene olan kaliteli kitap okumak isteyen okurlara olmuş...

daha fazla uzatmadan ve orijinal dilinde paul auster'ın sunset park okumasından bir mini parça:





ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

5 Nisan 2011 Salı

Anna Karenina: Tolstoy'un "ilk roman"ı (!)



Çarlık dönemi Rus sosyetesi, kocasına ihanet eden “düşmüş” Anna, sosyetenin kesif ikiyüzlülüğü, narin ve masum Kitty, ona aşık idealist ve “doğru” karakter Levin, Kitty’nin ölümden dönmesine ve Anna’nın ölümüne sebep olan Vronski… Karakterden karaktere, fikirden fikire, ilişkiden ilişkiye koşturmaya doyuyoruz yaklaşık 700 sayfa boyunca. Romanı okumamış olanların alacakları tadı çok da bozmadan kısaca – ama gerçekten kısaca – konuya değinelim önce:


Hisleri ve istekleri ne olursa olsun, toplum tarafından “doğru” kabul edileni yaparak kendinden yaşça büyük ve çok farklı olan bir adamla evlenen genç Anna, yıllar sonra (ve sevmediği bir erkekle evli olmaya alışmışken) genç ve yakışıklı subay Vronski ile tanışır. Başlarda karşı koymasına rağmen, sonunda uzun yıllar bastırdığı duygularına daha fazla hakim olamayarak kendisinden vazgeçmeyen Vronski’nin ilgisine kayıtsız kalamaz. Zamanla “yoldan çıkar”, kocasını ve çocuğunu bırakır, sevgilisiyle kaçar. Bu arada koca kendi kendine kalır ve hesaplaşmalarıyla boğuşur, yeni bir bebek doğar, kendi hayatlarında gizli kapaklı birçok şeyi hoş gören insanlar açık açık yaşanan bu yasak ilişkiyi iştahla dillerine dolar… Olaylar gelişir ve bir noktadan sonra artık Anna’nın “frenleri boşalır”… Sevgilisini elinde tutabilmek için yapmayacağı yoktur. İntiharın eşiğine gelir ancak bu dahi kendine acıdığından değildir aslında, her şey Vronski’nin onu tekrar sevmesi içindir! Hayatı o kadar boştur ki tek amacı/isteği/ihtiyacı Vronski tarafından sevilmektir artık ve tam da bu nedenden ötürü Vronski onu artık sev(e)mez. Çok beğendiğim bir “mum” benzetmesi yapan Tolstoy Anna’ya cinnet getirterek ona hem kendini hem de akıl gücünü kaybettirir ve hikaye burada biter…

…diyebilseydim keşke! Son 50 sayfa boyunca uzun uzun Balkan savaşlarına dair fikirlerini ve Levin’in felsefi debelenmelerini okumak maalesef romanın ağzımda beklediğim tadı bırakmasına engel oldu. Her ne kadar kitap kulübümüzün takipçilerinden ve fahri illederomancılardan sevgili Kenan Hızır ŞAKRAK bu son 50 sayfanın tansiyonu düşürmek adına faydalı olduğunu söylese de ben pek kendisine katılamayacağım. Bu noktada, Kenan Hızır ŞAKRAK’ın güzel ve faydalı yorumunu kendi kaleminden aşağıya kopyalamak istiyorum:

“Bitti… Arka arkaya klasik, özellikle Rus klasiği okumanın bir iyi bir de kötü yönü var. İyi yönü, Edebiyat sanatının doruklarında dolaşıyorsunuz. Kötü yönü ise, güncel kitaplara dönüldüğünde insanda “ne kadar basit, istesem bunun gibi on… tane yazarım ben de…” duygusunu uyandırıyor. :) Karenina’da, olaylar, Savaş ve Barış’takinin aksine daha dar kapsamlı olduğundan, başta Anna olmak üzere diğer kişilerin düşüncelerine daha fazla ve ayrıntılı şekilde yer verilmiş. Anna’nın tüm roman boyunca dışa dönük ve sosyal bir kişilikten adım adım bir psikopat’a dönüşmesi, abartısız ve detaylı bir şekilde işlenmiş. Her bir kişinin karakteri ayrı ayrı oluşturulmuş, çevre ile ilişkileri tutarlı bir şekilde kaleme alınmış. Öncelikle koşulların tüm olumsuzluğuna karşın, dolu dizgin bir aşk… Ardından canlı bir organizma gibi aşk’ın mikrop kapması, iltihaplanması, ateş yükselmeleri, sanrılar, isyanlar… Sonuçta, salt sevdiğine azap çektirme düşüncesinin güzelliği ( ! ). Aslında roman burada bitebilirdi. Ama Tolstoy, özellikle tansiyonu düşürmek, belki de kendi düşüncesini de yansıtmak amacıyla birkaç sayfa daha ilâve etmiş. Burada son olarak söylenen, nedeni bilinmeyen ve gerekliliği da anlaşılamayan bir “iyilik” duygusunun insanlarda egemen olduğu…
(Ardından hızla Dostoyevski’nin Budala’sına başladım… :) )
Sağlıcakla kalın…”


Özellikle romanın sonlarına doğru “manipülatif kadın” stereotipini doya doya okuyoruz: Tolstoy da tüm çağdaşları (ve hatta günümüzde de kadınları yazdığını söyleyen birçok erkek yazar) gibi bir erkek bakış açısından kadın düşünce ve hislerini anlatmaya kalkışıyor. Fena da etmiyor aslında, her ne kadar günümüz algısıyla yazdığı bazı şeyler bize ters gelse de birçok akranına göre çok daha güzel işliyor kadın karakterlerin detaylarını. Belki eksik, belki yanlış ama en azından tek taraflı değil… Zaten işliyor olması dahi bir fark kendi adına!

Gelelim bazı “tarihsel” gerçeklere (kaynak: ağırlıkla vikipedi olmak üzere çeşitli internet siteleri) :

İlk olarak 1873 – 1877 yılları arasında bir gazetede dizi olarak yayımlanan hikayenin temel karakteri Anna Karenina’ya ilham kaynağının Puşkin’in büyük kızı Maria Gartung olduğu rivayet edilmektedir. Roman ilk yayımlandığında Rus kritikler “önemsiz sosyetik romans” olarak görerek burun kıvırmış olsalar da Dostoyevski’nin “hatasız bir sanat eseri” olarak görmesi ve Nabukov ile Faulkner’ın eseri övgüye boğması nedeniyle zaman içerisinde hak ettiği yeri bulmuş Anna Karenina (bence, Hollywood’un el atmasının da bunda çok büyük payı olmuş!). Tolstoy ise Savaş ve Barış’ı “roman”dan çok öte bulduğu için Anna Karenina’nın ilk romanı olduğunu söylemiştir. Romanın bir önemli özelliği de, ilerleyen yıllarda Virginia Woolf, James Joyce ve William Faulkner tarafından çok kullanılacak olan bilinç akışlarının bir anlatım metodu olarak ilk kez Anna Karenina’da kullanılmış olmasıdır. Levin’in otobiyografik bir karakter olduğu ise çok bilinen bir gerçek olduğu için daha fazla detaya girmeden ufak tefek notlarım ve kişisel fikrimle bitirmek istiyorum:

1 – Çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim Anna Karenina’yı maalesef. Rus edebiyatı hayranlığım beni tanıyan herkesin hakkımda bildiği bir şeydir. Ama her ne kadar yazan Tolstoy olsa da, araya bir takım felsefi molalar (din, sosyete, toplum, tarım vb konularda yazarın görüşleri) girse de, hikayeyi klişeliğinden kurtaramadığı ve hatta Levin haricinde gözüme giren tek bir karakter dahi barındırmadığı için beni benden almadı bu hikaye açıkçası. Ama tabii yüzyıllara dayanan bir klasikten bahsediyoruz, “beğenmedim” diyerek geçmek pek kolay değil ki ben de diyemiyorum zaten! Bayılmamış olabilirim evet ama asla beğenmemiş de değilim. Bu noktada, en az romanın kendisi kadar iyi bilinen ve her seferinde beni benden alan giriş cümlesini şuraya almadan olmaz tabii : “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” – sadece bu cümle için bile bu romanı okumaya değer!

2 – 20.yüzyıl öncesine ait hemen her kitap bana geçen 100’ün çok az üstünde yıl içerisinde nasıl bir duygusal evrim geçirdiğimizi düşündürüyor, Kitty’nin hikayesi de bunu tamamen pekiştirdi: en ufak bir sarsıntı ya da minicik bir sıkıntıda hastalanıyor insanlar! Daha doğrusu, günümüzün hızlı temposunda ve iş hayatı & politika ve benzeri yoğun stresi içerisinde bize “küçücük” gelen şeyler onlar için dünyanın en önemli derdi ve kederi oluveriyor. Sanırım bizler, günümüzde hayatta kalabilmek için derimizi epeyce kalınlaştırmak zorunda kalmışız…

3 – Yıllar önce, 1997’de okumuştum Anna Karenina’yı (Wordsworth Classics serisinin öğrenci işi “paperback” baskı). 14 yıl sonra romanı tekrar elime aldığımda şaşırarak hiçbir şey hatırlamadığımı fark ettim! Hatta daha önceden okuyup okumadığımdan bile emin olamadım, imzamı kapağın arkasında görmeseydim şüphe etmeye devam ederdim sanırım. Bu arada, çantada taşına taşına zaten "eski" olan kitabım artık tamamen paramparça oldu, çok üzgünüm :(

4 – Eklemeden geçemeyeceğim, “saçı uzun aklı kısa” atasözümüzün aslında bir Rus atasözü olduğunu öğrenmek de hoş bir sürpriz oldu, hiç sevmem bu atasözünü, vebali Ruslara kalsın! :)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.