5 Nisan 2011 Salı

Anna Karenina: Tolstoy'un "ilk roman"ı (!)



Çarlık dönemi Rus sosyetesi, kocasına ihanet eden “düşmüş” Anna, sosyetenin kesif ikiyüzlülüğü, narin ve masum Kitty, ona aşık idealist ve “doğru” karakter Levin, Kitty’nin ölümden dönmesine ve Anna’nın ölümüne sebep olan Vronski… Karakterden karaktere, fikirden fikire, ilişkiden ilişkiye koşturmaya doyuyoruz yaklaşık 700 sayfa boyunca. Romanı okumamış olanların alacakları tadı çok da bozmadan kısaca – ama gerçekten kısaca – konuya değinelim önce:


Hisleri ve istekleri ne olursa olsun, toplum tarafından “doğru” kabul edileni yaparak kendinden yaşça büyük ve çok farklı olan bir adamla evlenen genç Anna, yıllar sonra (ve sevmediği bir erkekle evli olmaya alışmışken) genç ve yakışıklı subay Vronski ile tanışır. Başlarda karşı koymasına rağmen, sonunda uzun yıllar bastırdığı duygularına daha fazla hakim olamayarak kendisinden vazgeçmeyen Vronski’nin ilgisine kayıtsız kalamaz. Zamanla “yoldan çıkar”, kocasını ve çocuğunu bırakır, sevgilisiyle kaçar. Bu arada koca kendi kendine kalır ve hesaplaşmalarıyla boğuşur, yeni bir bebek doğar, kendi hayatlarında gizli kapaklı birçok şeyi hoş gören insanlar açık açık yaşanan bu yasak ilişkiyi iştahla dillerine dolar… Olaylar gelişir ve bir noktadan sonra artık Anna’nın “frenleri boşalır”… Sevgilisini elinde tutabilmek için yapmayacağı yoktur. İntiharın eşiğine gelir ancak bu dahi kendine acıdığından değildir aslında, her şey Vronski’nin onu tekrar sevmesi içindir! Hayatı o kadar boştur ki tek amacı/isteği/ihtiyacı Vronski tarafından sevilmektir artık ve tam da bu nedenden ötürü Vronski onu artık sev(e)mez. Çok beğendiğim bir “mum” benzetmesi yapan Tolstoy Anna’ya cinnet getirterek ona hem kendini hem de akıl gücünü kaybettirir ve hikaye burada biter…

…diyebilseydim keşke! Son 50 sayfa boyunca uzun uzun Balkan savaşlarına dair fikirlerini ve Levin’in felsefi debelenmelerini okumak maalesef romanın ağzımda beklediğim tadı bırakmasına engel oldu. Her ne kadar kitap kulübümüzün takipçilerinden ve fahri illederomancılardan sevgili Kenan Hızır ŞAKRAK bu son 50 sayfanın tansiyonu düşürmek adına faydalı olduğunu söylese de ben pek kendisine katılamayacağım. Bu noktada, Kenan Hızır ŞAKRAK’ın güzel ve faydalı yorumunu kendi kaleminden aşağıya kopyalamak istiyorum:

“Bitti… Arka arkaya klasik, özellikle Rus klasiği okumanın bir iyi bir de kötü yönü var. İyi yönü, Edebiyat sanatının doruklarında dolaşıyorsunuz. Kötü yönü ise, güncel kitaplara dönüldüğünde insanda “ne kadar basit, istesem bunun gibi on… tane yazarım ben de…” duygusunu uyandırıyor. :) Karenina’da, olaylar, Savaş ve Barış’takinin aksine daha dar kapsamlı olduğundan, başta Anna olmak üzere diğer kişilerin düşüncelerine daha fazla ve ayrıntılı şekilde yer verilmiş. Anna’nın tüm roman boyunca dışa dönük ve sosyal bir kişilikten adım adım bir psikopat’a dönüşmesi, abartısız ve detaylı bir şekilde işlenmiş. Her bir kişinin karakteri ayrı ayrı oluşturulmuş, çevre ile ilişkileri tutarlı bir şekilde kaleme alınmış. Öncelikle koşulların tüm olumsuzluğuna karşın, dolu dizgin bir aşk… Ardından canlı bir organizma gibi aşk’ın mikrop kapması, iltihaplanması, ateş yükselmeleri, sanrılar, isyanlar… Sonuçta, salt sevdiğine azap çektirme düşüncesinin güzelliği ( ! ). Aslında roman burada bitebilirdi. Ama Tolstoy, özellikle tansiyonu düşürmek, belki de kendi düşüncesini de yansıtmak amacıyla birkaç sayfa daha ilâve etmiş. Burada son olarak söylenen, nedeni bilinmeyen ve gerekliliği da anlaşılamayan bir “iyilik” duygusunun insanlarda egemen olduğu…
(Ardından hızla Dostoyevski’nin Budala’sına başladım… :) )
Sağlıcakla kalın…”


Özellikle romanın sonlarına doğru “manipülatif kadın” stereotipini doya doya okuyoruz: Tolstoy da tüm çağdaşları (ve hatta günümüzde de kadınları yazdığını söyleyen birçok erkek yazar) gibi bir erkek bakış açısından kadın düşünce ve hislerini anlatmaya kalkışıyor. Fena da etmiyor aslında, her ne kadar günümüz algısıyla yazdığı bazı şeyler bize ters gelse de birçok akranına göre çok daha güzel işliyor kadın karakterlerin detaylarını. Belki eksik, belki yanlış ama en azından tek taraflı değil… Zaten işliyor olması dahi bir fark kendi adına!

Gelelim bazı “tarihsel” gerçeklere (kaynak: ağırlıkla vikipedi olmak üzere çeşitli internet siteleri) :

İlk olarak 1873 – 1877 yılları arasında bir gazetede dizi olarak yayımlanan hikayenin temel karakteri Anna Karenina’ya ilham kaynağının Puşkin’in büyük kızı Maria Gartung olduğu rivayet edilmektedir. Roman ilk yayımlandığında Rus kritikler “önemsiz sosyetik romans” olarak görerek burun kıvırmış olsalar da Dostoyevski’nin “hatasız bir sanat eseri” olarak görmesi ve Nabukov ile Faulkner’ın eseri övgüye boğması nedeniyle zaman içerisinde hak ettiği yeri bulmuş Anna Karenina (bence, Hollywood’un el atmasının da bunda çok büyük payı olmuş!). Tolstoy ise Savaş ve Barış’ı “roman”dan çok öte bulduğu için Anna Karenina’nın ilk romanı olduğunu söylemiştir. Romanın bir önemli özelliği de, ilerleyen yıllarda Virginia Woolf, James Joyce ve William Faulkner tarafından çok kullanılacak olan bilinç akışlarının bir anlatım metodu olarak ilk kez Anna Karenina’da kullanılmış olmasıdır. Levin’in otobiyografik bir karakter olduğu ise çok bilinen bir gerçek olduğu için daha fazla detaya girmeden ufak tefek notlarım ve kişisel fikrimle bitirmek istiyorum:

1 – Çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim Anna Karenina’yı maalesef. Rus edebiyatı hayranlığım beni tanıyan herkesin hakkımda bildiği bir şeydir. Ama her ne kadar yazan Tolstoy olsa da, araya bir takım felsefi molalar (din, sosyete, toplum, tarım vb konularda yazarın görüşleri) girse de, hikayeyi klişeliğinden kurtaramadığı ve hatta Levin haricinde gözüme giren tek bir karakter dahi barındırmadığı için beni benden almadı bu hikaye açıkçası. Ama tabii yüzyıllara dayanan bir klasikten bahsediyoruz, “beğenmedim” diyerek geçmek pek kolay değil ki ben de diyemiyorum zaten! Bayılmamış olabilirim evet ama asla beğenmemiş de değilim. Bu noktada, en az romanın kendisi kadar iyi bilinen ve her seferinde beni benden alan giriş cümlesini şuraya almadan olmaz tabii : “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” – sadece bu cümle için bile bu romanı okumaya değer!

2 – 20.yüzyıl öncesine ait hemen her kitap bana geçen 100’ün çok az üstünde yıl içerisinde nasıl bir duygusal evrim geçirdiğimizi düşündürüyor, Kitty’nin hikayesi de bunu tamamen pekiştirdi: en ufak bir sarsıntı ya da minicik bir sıkıntıda hastalanıyor insanlar! Daha doğrusu, günümüzün hızlı temposunda ve iş hayatı & politika ve benzeri yoğun stresi içerisinde bize “küçücük” gelen şeyler onlar için dünyanın en önemli derdi ve kederi oluveriyor. Sanırım bizler, günümüzde hayatta kalabilmek için derimizi epeyce kalınlaştırmak zorunda kalmışız…

3 – Yıllar önce, 1997’de okumuştum Anna Karenina’yı (Wordsworth Classics serisinin öğrenci işi “paperback” baskı). 14 yıl sonra romanı tekrar elime aldığımda şaşırarak hiçbir şey hatırlamadığımı fark ettim! Hatta daha önceden okuyup okumadığımdan bile emin olamadım, imzamı kapağın arkasında görmeseydim şüphe etmeye devam ederdim sanırım. Bu arada, çantada taşına taşına zaten "eski" olan kitabım artık tamamen paramparça oldu, çok üzgünüm :(

4 – Eklemeden geçemeyeceğim, “saçı uzun aklı kısa” atasözümüzün aslında bir Rus atasözü olduğunu öğrenmek de hoş bir sürpriz oldu, hiç sevmem bu atasözünü, vebali Ruslara kalsın! :)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder