16 Aralık 2009 Çarşamba

Karamazov Kardeşler üzerine tamamen duygusal…



yaklaşık 3 haftadır okumakta olduğum bu büyük romanı bitirmemin üzerinden bir 10 dakika kadar ya geçti ya geçmedi, sıcağı sıcağına ve kirpiklerim hala nemli bir şekilde burnumu çekerek oturup yazmaya başladım. romanın konusu ya da yazarın becerisi hakkında bir şey yazmaya kalkışmayacağım, sonuç itibariyle böyle bir romanı kısa sürede (ve hele henüz bu kadar etkisindeyken) analiz etmek ve de yazarını eleştirmek bana gerçekten düşmeyecektir.

rus edebiyatının belki de en bilinen eserleri arasında bulunan karamazov kardeşler'i ve dostoyevski'yi daha yakından tanımak istemeniz durumunda zaten vikipedi'den faydalanabileceğiniz ve muhtemelen benim aktaracaklarımdan çok daha doyurucu bilgiler okuyabileceğiniz için ben, tamamıyla duygusal yaklaşıyor ve de anladıklarımdan / düşündüklerimden ziyade hissettiklerimden bahsetmeyi tercih ediyorum.



her şeyden önce söylemeliyim ki, sonu beni tamamen dağıttı! son 5 sayfayı aralıksız ağlayarak ve içli içli burnumu çekerek okudum. benim için - kişisel olarak - çok da iyi oldu ve son dönemin stresini atmama yardım etti.

fakat... dostoyevski! bu nasıl bir finaldir?? bu - romanın kalan kısımlarının aksine - ne kadar sade, ne kadar dolaysız ve ne kadar gerçek bir anlatımdır! kelime oyunu ve duygu sömürüsü olmaksızın, kalbimi sızlatarak okuduğum bir son yazmışsın karamazov'ların tüm "serserilik"lerinin karşısına masum ilyoşa'yı ufacık ve tek başına dikerek.

bir babanın ve 3.5 oğlunun ne kadar birbirinden farklı ama aslında ne kadar da benzer olduklarını 1008 sayfa boyunca okudum. ve dostoyevski'ye, karakterlerine, psikolojinin bu kadar başarı ile kullanılmış olmasına (lütfen yazıldığı dönemi unutmayalım) bir kez daha hayran oldum. zaten meraklısı olduğum rus edebiyatı, o sert coğrafyasının içine işlediği ve şekillendirdiği zorlu karakterleriyle beni bir kez daha hem şaşırttı hem de büyüledi. sadece rus öykülerinde bulduğum samimiyet ve "bana çok uzak" toplumsal ve bireysel davranışlar / kararlar / eylemler sayesinde bir an dahi sıkılmadım.

mahkemede geçen sayfalar boyunca, dostoyevski'nin kendisinin de idama mahkum edilmesi ve de son anda - gerçekten de kurşuna dizilmek üzere beklediği sırada - affın kendisine açıklanarak serbest bırakılmasının yarattığı travmanın ve sıkıntının öyküye ve mitya karamazov'a ne kadar yansıdığını ara ara merak ettim. müthiş bir depresyon olsa gerek! karakterden de anlaşılıyor... rus milliyetçiliği ve din övgüleri hem dostoyevski'nin hayatını şekillendiren olayları bilmem hem de dönemin şartlarını göz önünde bulundurmam nedeniyle kolaylıkla hoşgörülebiliyor tarafımdan. zamanında bundan çok rahatsızlık duyan bir arkadaşım bana aksi yorum yapmış olsa da, ben kendi adıma hiç rahatsızlık duymadım. her ne kadar bir "türk düşmanı" olduğuna dair söylentiler kulağıma daha önce gelmiş olsa da (ki konumuz bu değil) önyargı ile yaklaşmamalı ve okumalı bu eseri diyorum.

çünkü - kim ne derse desin - dostoyevski büyük bir yazar ve karamazov kardeşler insanın içini kıymasına rağmen hem "her şeye rağmen" son derece gerçek roman karakterleri hem de özellikle Büyük Engizisyoncu bölümü için okumaya değer!

ufacık, minicik bir alıntı yapmak istiyorum burada, alyoşa karamazov'un ağzından:

"hayattan korkmayın çocuklar! iyi, doğru bir şey yaptığınız zaman hayat öyle güzel ki!"

11 Aralık 2009 Cuma

Gizliajans - Alper Canıgüz: ters köşeye yatırdın beni yazar!

ilk defa okudum alper canıgüz'ü.

ve genel itibariyle beğendim, gözümün önüne masasına oturmuş önüne bilgisayarını çekmiş, sigara dumanı ve masada alkol şişeleri & kahve fincanları yığılmışken yazan ve yazan ve yazan bir adam geldi (seviyorum basmakalıplarımı).

eğlendim okurken.

ileriye yönelik bir iz bıraktı mı?
yok, bırakmadı.
aman da hemen koşup diğer kitaplarını da alayım dedirtti mi?
yok, dedirtmedi.
ama bu kitaptan keyif almama engel oldu mu?
yok, asla olmadı.

hikayenin kendisiyle ve hatta okurlarıyla dalga geçen yazarları severim. samimi gelirler bana. alper canıgüz ara ara "bakın ben ne zekiyim bunu da koydum bu oyunu da yaptım şurada burada azıcık kastım ama zekamdan sual olunmaz" dedi aslında fakat yine de genel itibariyle rahatça akan, beni çok yormayan ve ara sıra da ters köşeye yatıran bir deneyim oldu gizliajans.

reklam sektörüne çok uzak ve hatta zaman zaman reklamcılara burun kıvıran bir hoppa olduğum için çok da içine girmediğimi söylemeliyim hikayenin. eminim bu sektörle, yaratıcılıkla alakalı olan arkadaşlarım okuduklarında kendilerini yakın hissettikleri detaylar da yakalamışlardır hikayenin içerisinde.



fakat uzaylı macerası, durnev hn'ın sadistik psikopatisinden kaçış planı (kadında sadistik bir psikopati olmalı ki bu kadar yol alınabilsin basitçe halledilebilecek bir durum için), prens charles'ın yardımcı aktör tadında başarısı ve musa'nın - ki yerinde ben olsam ben daha beter olurdum eminim - şaşkın şaşkın oradan oraya sürüklenmesi pek eğlendirdi beni açıkçası.

adamım şaban ve favorim müberra abla beni yarı yolda bırakmadı, kendilerini tebrik ve takdir ettim.

neşe ile okudum, tartıştım, fikirlerimi belirttim ve okunmuşlar kitaplığımda kitap kulübü rafına yerleştirdim, bir sonraki maceramıza hazırım.

rahat okunacak ve arada gülümsetecek, eski filmlere ve çeşitli şiirlere göndermelerle hoş bir çeşni olacak kitap arayan herkese tavsiye ederim.

en sevdiğim kısmı da şuraya kısaca geçeyim : atılgan peşinde geçen onca sayfa sonrasında karşımıza çıkan nesne (hadi belki biri okuyacaktır daha, benim eğlendiğim gibi onlar da eğlensin isterim, o nedenle yazmıyorum) ve orada kafamın içinde yazarın "hadi len artık daha neler amma uçmuşsun sen!" dediğini duyar gibi olmam... pek güzeldi gerçekten! :)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Ayfer Tunç - Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

kitabı nasıl okuduğunla bağlantılı olarak, istersen kolay istersen zor bir kitap. bu nedenle de (bence) hoş ve enteresan. ironilerle bezeli, bu nedenle de tam benim kalemim aslında. fakat çok yorucu. çok kalabalık. benim gibi klostrofobik insanlar için zaman zaman bir kabus. sevdiğim ancak yer yer de usandığım bir kitap oldu benim için yalan yanlış. onun kucağından bunun sofrasına, berikinin evinden ötekinin şehrine koşturduk durduk ara sıra da deliler evi'ne göz atıp bağlantıları bir nevi sağlamlaştırdık. ya da sanırım öyle yaptık...



satır aralarına inmeden yüzeysel olarak baktığımızda - bence gene tabii - geçmişten günümüze örnekler ve tanımlamalarla yerinde tespitlerini gözümüze sokmuş ayfer tunç. çok da iyi yapmış. aşağıya özellikle beğendiğim bir tespitini alıyorum, gerisini okumak için kitabı alınız:

'osmanlı tebaasının genelinde bulunan kendi ihtiyacını kendin gör! anlayışı, cumhuriyet ve demokrasiyle birlikte yerini devletten hizmet talep etmeye bırakacağına, ileriki yıllarda halk tarafından daha da benimsenecek; devletten hizmet istemeye korkan, ezkaza görecek olursa minnettarlığından ne yapacağını şaşıran anadolu halkı, yüz yıl sonra kendi okulunu kendin yap kampanyasına şaşılası bir coşkuyla destek verecek, bir allahın kulu çıkıp "okulumuzu da kendimiz yapacaksak devlet niye vergi alıyor?" diye sormayacaktı.' (sayfa 409)

hayatımızın nasıl da pamuk ipliğine ve "tesadüf"lere bağlı olduğunun ve aslında ne kadar trajikomik hayatlar yaşadığımızın hoş bir anlatımı olduğunu düşünüyor ve son olarak, ayfer tunç'a bana kattığı ve çok sevdiğim, kullanmak için fırsat kolladığım delimsirek kelimesi için teşekkür ediyorum.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

8 Kasım 2009 Pazar

BİZ : reductio ad finem*

Çok severek ve birden fazla kereler okuduğum ‘Mülksüzler’in hayranı olduğum yazarı Ursula K. Le Guin’in “şimdiye kadar yazılmış en iyi bilim-kurgu roman, klasik bir karşı ütopya” olarak nitelendirdiğini ve hatta (ilk okuduğumda çok anlamasam da - yaşım ÇOK küçüktü - yıllar sonra tekrar okuduğumda çok sevdiğim) 1984’e esin kaynağı olduğunu öğrendiğim zaman içimi açan rengiyle elime aldığım ve okuduğuma pişman olmadığım güzel kitap : BİZ.

Yevgeni Zamyatin adını bu kitapla birlikte duyduğum için belki de bir bilim-kurgu okuru olarak utanç duymalıyım, ama geç olsun da güç olmasın düsturu ile zararın ortalarında bir yerlerinden dönerek kara geçtiğim için her türlü şikayetimi yutabilirim.



Bu kitabı, 1920’de Rusya’da hapisken yazan Zamyatin, romanını kendi ülkesinde yayımlatamamış, yurtdışına “kaçırılan” kitap, önce İngilizce sonra Çekçe çevirilerle yayımlanmıştır. Bir süre sonra, romanın Çekçe baskıdan Rusça’ya çevrilen bazı kısımları (Rusça’dan İngilizce’ye, İngilizce’den Çekçe’ye ve Çekçe’den de Rusça’ya çevirilmiş olan kitabın arada geçirdiği değişimi merak etmedim değil bu arada) bir dergide yayımlanmış ve Zamyatin’in başını SSCB’de gene derde sokmuştur.

İsimlerle değil rakamlarla “kimliklendirilen”, kişiliklerini bastırmak bir yana kişilik geliştirmenin dahi gereksiz olduğuna doğuştan inanan, kendilerine kaydolan “sayı”larla pembe kuponlarla istihkakları doğrultusunda cinsel birliktelik yaşayan, diktatör velinimetin güdümündeki bir halk…

Mutsuz olmamak uğruna mutluluğu yasaklamış ve bütünün içindeki önemli küçük nokta, zincirin içindeki bir halka olarak bütünün işlevini sağlamak üzere bireyselliklerinden tamamen vazgeçmiş insanların – her şeye rağmen – doğalarına aykırı olan bir çok uygulama nedeniyle içten içe nasıl da çalkalandıklarının (insanın “çiğ” doğasının önünde sonunda bir noktada başını kaldırıp silkeleneceğinin ve soracağının, sorgulayacağının, isteyeceğinin) bir manifestosu.

Ancak, “Saatler Çizelgesi”ne, “Kişisel Saatler”e, “Analık Ölçütü”ne, “Duvar”a, “Velinimet”e rağmen; insan gene İNSAN. Zayıf, bencil, bireysel.

Erkek, her zaman erkek… Sorgulamayan, sırf öyle olduğu kendilerine söylendiği için kabul eden, çabuk baştan çıkabilen yaratık. Kadın ise her zaman kadın… Dürtüleriyle hareket etmeye son derece yatkın, inatçı, daha dirayetli ama biraz şefkat karşısında hemen yelkenlerini indirebilen cins. Hiçbir zorlama, hiçbir diktatörlük, hiçbir şartlanma doğanın önüne geçemiyor. (İstisnaların kaideyi bozmayacağını yazmak zorundayım bu noktada…)



Enteresan ve hoş bir kitap. Özellikle de 20.yy’ın ilk çeyreğinde, 6-7 yy sonrası için hayali kurulan bir çok “bilim-kurgu” faktörünün günümüzde, kitabın yazılmasının üzerinden daha 100 yıl bile geçmeden çok olağan geliyor olması beni gülümsetti ve aynı zamanda endişelendirdi. 26.yy’da gerçekten hangi noktada olacağız ve acaba hangi cam fanus bizi kendimizden koruyabilecek?

(Ben Versus Kitap’ın Haziran 2009’da bastığı Türkçe çeviriyi okudum. Roman daha önce Ayrıntı Yayınları tarafından Bülent Somay’ın önsözü ile de yayımlanmış.O baskıyı bulamadım, tükenmişti…)

Kitaptan bir – iki minik alıntı:

“Dans neden güzeldi? Yanıt: çünkü dans, özgürlüksüz bir harekettir. Çünkü dansın temel anlamı tümüyle estetik bağımlılığında, ideal özgürlüksüzlüğünde yatar. Ve eğer atalarımızın yaşamlarının en esinli anlarında (dinsel, askeri) kendilerini dansa verdikleri doğruysa bu, ancak tek anlama gelebilir: özgürlüksüzlük içgüdüsünün en eski zamanlardan beri insanoğlunun içinde bulunduğu…”

“Bir terazi alın ve bir tarafına bir gram, diğerine bir ton koyun. Bir yanda ‘Ben’, diğer yanda ‘Biz’, yani Tek Devlet. Apaçık, değil mi? ‘Ben’in devlet karşısında hakka sahipliğini öne sürmek, bir gram bir tona eşittir demekle tamamen aynıdır. Bölüşümü böyle açıklayabiliriz: Haklar tona, görevler grama. Ve hiçlikten büyüklüğe giden yol aynen şudur: Gramlığını unut ve bir tonun milyonda biri olduğunu hisset.”
“Tüm kadınlar dudaktır, başka şey değil. Bazıları pembe, dolgun, yuvarlaktır; dünyaya karşı zarif birer kalkandır. Ve bir de bunlar… Bir saniye önce yoktular ve şimdi aniden, bıçakla yarılmış, hala kan damlatır görünen…”

* Latince, en küçük parçalarına indirgemek veya yok etmek.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Hemingway ve İhtiyar Balıkçı


Ernest Hemingway hakkında çok şey yazmaya gerek var mı bilemiyorum, bunca okurun içerisinde sanırsam ki (en azından) "Çanlar Kimin İçin Çalıyor"u ve "Silahlara Veda"yı duymayan bilmeyen yoktur (okumamış olanlara, her iki romanı da şiddetle tavsiye ederim, pişman olmayacaksınız!).

Hemingway'in karakterlerindeki (özellikle baş erkek karakter) güç ve en zor koşullarda dahi elden bırakılmayan onurlu davranma güdüsünü çok sevdiğimi öncelikle söylemeliyim. Ayrıca, belki bir başka yazar tarafından farklı şekilde yazılsa beni rahatsız edecek olan, döneme ait tüm yoksulluk, eksiklik, savaş, şiddet, vb sosyal olguları işleyişindeki "subjektif gerçekçilik"i etkileyici bulduğum da bir gerçek.

Bunları düşünerek, okumadığım tek Hemingway eseri olan "Yaşlı Adam ve Deniz" (ya da, "İhtiyar Balıkçı") de nihayet geçenlerde elime düştü ve bir gün kadar kısa bir süre içerisinde - ki kısa bir romandır zaten - biterek kütüphanemde hak ettiği yerine kavuştu.

Santiago - ki kendisi "ihtiyar balıkçı" olur - ve kitap boyunca mücadele ettiği "balık" arasındaki diyalektik ilişkinin beni çok etkilediğini söylemem lazım. Bana özellikle enteresan gelen, okyanusun ortasında, bir kayığın içerisinde, yalnız ve yaşlı ve yoksul bir adam var hikayenin çok büyük bir kısmında sadece. Ve de "görünmeyen" bir balık... Ve son derece sürükleyici, kişiyi kendini ve hayata bakışını da gözden geçirmeye, sorgulamaya itiyor.

Balıkçılıkla geçinen ancak aylardır bir balık dahi tutamamış olan Santiago, "ya hepsi ya da hiç" diyerek ve tüm gücünü toparlayarak - sanki son bir kez - denize açılır... ve "olaylar" gelişir...

Burada çok yazmak istemiyorum aslında, okumayan varsa belki okumak isteyecektir ve de her şeyi baştan bilmesi bazı sürprizleri bozacaktır, ancak son olarak şunu da söylemek isterim ki, hepimiz aslında gerçekten yalnızız - eğer kendimizle konuşmayı bilmiyorsak.

Hemingway'e bu hikayedeki sembolizm sorulduğunda kendisi "gerçek bir yaşlı adam, gerçek bir çocuk, gerçek bir deniz, gerçek bir balık ve gerçek köpek balıkları yaratmaya çalıştım. ve onları yeterince gerçekçi yaratmışsam, onlar bir çok anlama geleceklerdir" demiştir (http://en.wikipedia.org/wiki/The_Old_Man_and_the_Sea).

Beni okurken en çok düşündüren de Hemingway ve Santiago arasında olduğunu sandığım benzerlikler... Bildiğiniz gibi, Hemingway intihar ederek kendi yaşamına son vermiştir (bazıları intihar olmayabileceğini söylese de, bu ispatlanamamaktadır) ve Santiago da ancak intiharı göze alabileceklerin gözükaralığıyla "son yolculuk" olabilecek bir şeye girişmiştir.

Not: "Milli eğitim, gençlik ve spor bakanlığı talim ve terbiye kuruluşunun 27.5.1986 tarih ve 4429 numaralı yazısıyla, 1739 sayılı kanun gereği, ilk ve ortaokullara tavsiye edilmiştir." diyorlar... "100 Temel Eser" arasında yer alıyor.

Okuyunuz, okutunuz.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Makber - Cem Mumcu

kafamı karıştıran bir kitap makber... şöyle ki, sevsem mi sevmesem mi bilemedim... kitabı severek okudum, burada bir sorun yok (cem mumcu'yu enteresan buluyor ve okumayı seviyorum) ama mumcu'nun muhtemelen mesleğinden kaynaklanan, olayların dışında kalıp müdahale etmeden sadece gözlemlemek ve gözlemlediğini düz bir şekilde yorumlamak yaklaşımı bu "roman"da iyice ortaya çıkıyor.

**
daha önce "masal"larını okumuştum, kısa öyküler - hatta bazıları ÇOK kısa ama kendi uzun anlamını içinde taşıyor, aşağıya bir örnek almak isterim:

"onu vurdum hakim bey, çünkü orospu olduğunu anladım. sen adamın karısının orospu olması ne demek bilir misin, hakim bey?pişman değilim, namusumu temizledim. nerden mi anladım? ben dölümü boşaltırken çığlık attı hakim bey. orospu olmasa zevklenir çığlık atar mıydı hakim bey?"
(Binbir İnsan Masalları-1 "Üçüncü Sayfa Güzeli" 32.masal, Cem Mumcu, Okuyan Us Yayın 2001, sayfa 75)
**

sanıyorum ki yazmak cem mumcu için bir nevi terapi. hastaları tarafından omuzlarına yüklenenleri bu şekilde silkeleyip atıyor üzerinden. yazdıkları genelde "klişe" ama sıkmıyor... ya da en azından beni sıkmıyor diyeyim.

gelelim makber'e... kitabın önsözünü akıllıca buldum, insanı okumaya teşvik ediyor "yahu bu adam ne yazmış olabilir ki sonrasında silsem mi diye düşünmüş ama madem yazıldı artık kalsın diye de yayınlamış" diye... hoş bir pazarlama tekniği derim :)

gene bence, başlangıç çok etkileyici. aile kabus. ev cehennem. ev halkı deli. zaten "normal" olan barınamıyor. mesleğinin katkısıyla deliliği sorgulamış sanırsam mumcu. ne normal? ne anormal? o evin bence anormalliği içerisinde karakterlerin kendi normalleri bu kadar mı olabiliyor... dışarının normali içeride anında anormal kalıyor... insanın uyum sağlayabilmek için yapmayacağı şey yok (sayfa 46 : "her yeri sakatlanmış bir canlının sakat olmayan bir tek parmağını düzeltmek için kırması"...)

korkuyla ve travmalarla yetişmiş inayet hanımda şeytan baştan aşağı tanımlanırken karşısına çıkartılan melek karakteri bana hoş bir espri gibi geldi bana. son derece "olabilir" hikayelerin orta yerinde ise fantastik izler taşıyan bir çocuk muharrem... kadınlar ona acıyor mu yoksa kendilerini kurtarma çabalarında son ve tek atımlık barutları mı bu çocuk artık? ona yaklaşımlarındaki aşk enteresan geldi, sonuçta aslında hepsi kendini kurtarıyor ve muharrem sadece bir "bahane". ama yine de kitabın ortasında muharrem. hem ortasında, hem de taaaaaa dışında.

sonuçta, cem mumcu demiş ki : "hepimiz şartların ve şartlanmaların sonucuyuz. karakterler değişebilir ve sonra tekrar tekrar tekrar değişebilir. doğuştan gelen bir kalıcılığımız yoktur, şekilleniriz. ve (ne hikmetse!) o şartlar ortadan kalktığında gene ve aniden değişir ve 'kendimiz'e geliveririz - dehşetle kaçarız önceki benliğimizden".

hayat, okumak ve bilmekle ilgili dokundurmalar çok hoşuma gitti sayfa 75 - 76'da - böylece cem mumcu'nun da diyalektiğe ve her türlü edebi / hayati konuya dair fikirlerini ve yaklaşımlarını (bence romandan biraz kopuk duran bir şekilde) öğrenmiş olduk :

"bilmekten haz almayan insan bilemez. bilmeyi bir iktidar olarak görenlerin durumu böyledir".


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

4 Ekim 2009 Pazar

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü - Stefan Zweig



ilk defa stefan zweig okudum, daha önce methini çok duyduğum bu yazarı ince ince didiklemeye çalıştım okurken. ilk öykü olan "bir kadının yaşamından 24 saat" bana bu çabamda bolca malzeme verdi. genel itibariyle sevdim. "öğreten adam" zweig'ın bazı önermelerine katıldım, bazılarını ise (hadde bakın şimdi bendeki!) yaşadığı ve yazdığı zamanın değerleri ölçüsünde hoşgördüm. ama mrs. c'yi anladım. yalnızlığını, çaresizliğini, kimsesizliğini, amaçsızlığını (bkz zweig'ın 53.sayfada altını özellikle çizdiği "belli bir hedefi olmayan her hayat bir hatadır") ve sonucundaki feci hayalkırıklığını hissettim. normal şartlar altında detaylar beni son derece sıkarken bu öyküde hiç rahatsızlık hissetmedim.

sağlam bir vicdan işkencesi öyküsünü işleyen sayfaları çevirirken aklımı en çok meşgul eden şey, görece kısa sürede toplumsal ve insani olarak ne kadar çok değiştiğimizdi. artık bizi hiçbir şey şaşırtmıyor, her şeye alışmışız, değerlerimiz değişmiş. o zamanın insanlarını yataklara düşüren, intiharın eşiğine getiren, yıkan olaylar artık hayatımızda öneme sahip değiller ve bir kaşımızı kaldırıp "yaaa öyle mi" diyerek omzumuzun bir silkişi eşliğinde geçip gidiyorlar aklımızdan. bunun doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışacak konumda değilim, bu zamanın insanıyım, alışkanlıklarım ve değerlerim de günümüze uyumlu. ama kendi değerlerimin farklılığı bu öyküden keyif almama ve anlamama engel olmadı.

ama... aynı şeyi ikinci öykü, "bir yüreğin ölümü" için söyleyemeyeceğim. içim daraldı, ruhum karardı, bugün toplantıda da söylediğim gibi bir ara içimden "yahu bir git öl!!" diye geçirdim birden fazla kere. kötü müyüm? belki... ama elden ne gelir, bende bundan başka hiçbir his uyandırmadı öykü. üzgünüm salomonsohn için.

bu arada, iki öyküyü sanırım farklı editörler elden geçirmiş. can yayınları bilmeli ki, birinci öykü hiç zorlamadan giderken, ikincisinde ben gibi dikkatli okurların yakalayabileceği bir çok hata var :)

son olarak, web'de görsel ararken (ki eski baskılardan birinin orijinal kapağını uygun boyutta bulamadım ve o nedenle de eklemedim) aşağıdaki link'e rastladım, ingilizce bilirlerimiz için ilgi çekici bir okuma olabilir :

http://books.google.com.tr/books?id=gNilRwQa24sC&lpg=


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

3 Eylül 2009 Perşembe

Madame Bovary - Gustave Flaubert


ben kendimi bildim bileli kitaplığımızda bulunan, muhtemelen teyzeme ait olup bize ne zaman ve nasıl vardığını bilmediğim, 1956'da basılmış ingilizce bir kopyasını okudum madame bovary'nin. eski kitap kokusunu çok severim, o nedenle de yıllarca bir türlü elim gitmediği halde (romantik bir kitap olduğuna dair bir önyargım olduğu için hiç okumaya kalkışmamıştım) ayın kitabı seçtiğimizde kitabın eskiliği ve kokusu nedeniyle bir heves aldım elime ve başladım sağından solundan zorlayıp içine girmeye çalışmaya. çok kolay olmadı.



bir karakter olarak sevmedim emma bovary'yi. her ne kadar o döneme ait tabuları, alışkanlıkları, beklentileri ve sosyal yaşantıyı her daim göz önünde bulundurmaya çalışsam da, bol bol dalga geçtim kadınla ve yargıladım kendimce. kötü niyetli, çıkarcı, umursamaz, eksik bir kadın emma. ve bu nedenle de asla doymuyor. hep istiyor. ama maalesef ne istediğini de bilmiyor.

genelde kadınlara atfedilen özellikler olduğunu atlamak mümkün değil. demek ki, yüzyıllar da geçse bazı şeyler asla değişmiyor :)

karaktere yazarın yakıştırdığı kişisel seçimleri ve romanın kurgusunu sorgulayacak değilim. aslına bakarsanız, basmakalıpta tavan yapan karakterlerin hiçbirine dair yorum yapasım yok. o kadar haksızlık yapmak istemiyorum çünkü gustave flaubert'e. bu kitaba kadar süregelmiş bir kronik romantizm saplantısından kurtarmış edebiyatı, gerçekçi yaklaşımı getirmiş ve de gerçekten oldukça sıkıntılı günler yaşamış bu kitap nedeniyle.

o dönem yaşantısına şahit olmuş olmak adına ilginç bir deneyim oldu benim için, günümüz şartlarıyla karşılaştırdığımda beni şaşırtan ve "olur mu öyle şey yahu" dediğim, ama o gün için son derece olağan ve hatta olması gereken diye farz edilen durumlar (örneğin emma'nın bebeğini emzirmemesi ve bunun yerine bir süt annenin yanına - üstelik de kötü şartlarda - bırakması) bana acaba ileride bizler ve yaşantılarımız nasıl algılanacak ve nasıl yargılanacak diye düşündürdü bir süre. ve tam da bu noktada kendime gelerek kitabı ve karakterini yargılamayı bıraktım.

karakter bana ve benim çevremdeki kadınlara çok uzak. ama hala bir çok emma bovary gerçekten de var çevremizde. çünkü her ne kadar şartlar değişse de, insan doğası ve toplumun iki cinse ayrı ayrı yüklediği sorumluluk ve beklentiler, çifte standartlar hiçbir zaman değişmiyor.

bir de, elimdeki kopyanın ingilizce olmasından ötürü alıntıyı ingilizce yapmak zorunda kalacağım ama ama kitaptan şu aşağıdaki cümlecik çok hoşuma gitti, fransızların bakış açısını çok güzel tarif ettiğini düşündüm:

(aşağı gördüğü bir coğrafyayı - kasabaydı yanılmıyorsam - tarif ederken) - ".... a bastard land, whose language is without accent as its landscape is without character"



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

2 Eylül 2009 Çarşamba

Tol - Murat Uyurkulak : pardon biz kimden intikam alıyorduk?

“kendimizden. dışlanmışlığımızdan. bizi hilkat garibeleri ilan edenlerden. hilkat garibeliğimizden. yüzümüzdeki çıbanlardan. bacağımızın 8 santim kısalığından. asla bir parçası olamadığımız herşeyden. 

ve ‘devrim’ 

ne de işimize gelirdi biz bu yola çıkmışken. sığınırdık arkasına. karışır kaynar giderdik toplumdaki fokurdamaların arasına ve arasında. bir geçerlilik yaratırdık toplum düşmanlığımıza böylece.”

diye düşündüm kitabın bir çok kısmında. bitirene kadar. bitirdiğimde ise yutkundum. kullanılan dilin akıcılığından ve kitabın çok ama çok güzel bir türkçe ile yazılmış olmasından etkilenmemek mümkün değil! şapka çıkartıyorum murat uyurkulak’a.

arka kapakta okuduğum 6 satırın bende yarattığı beklentiyi karşıladı mı kitap?
hayır.

ama ben beklentimi yanlış oluşturmuşum. devrimle ilgili bir kitap sanırken ve beklerken, tamamen kişisel bir cezalandırmalar resitali okudum.

beğendim mi peki romanı?
evet.
severek okudum. sıkılmadım, içinde kaldım, trende gittim. her bir hikayenin birbirine bağlantısını takip etmeyi sevdim.

sayfa 195′te de dediği gibi :
"herşeyi anladım, hiçbir şeyi anlamadım".
hayat gibi.
intikam gibi.

kör intikam üstelik. intikam aldığımız kendimizsek, kimse bizi kendi elimizden kurtaramaz.

kitabın sonunda ise hayatla dalga geçerken beni de tokatlayan yazara kızdım.
çünkü hala hüzünlenmeden düşünemiyorum kambur mehmet’i.

demek ki… tol beni yakalamış. beni suç ortağı yapmış ve rahatlamış… * 

çok beğendiğim bir cümleyi buraya almak istiyorum:

"çünkü benim aklım yol kuşlarının tüneyip sessiz sedasız terk ettikleri bir harabedir".

* sayfa 71′den alıntı bir cümlenin tarafımca deforme edilmiş halidir.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

genelleme

kitap okumayanlar / kitap okuma alışkanlığı olmayanlar :

iki kelimeyi yan yana getiremezler
cahil cahil konuşurlar
güzel dilimizi yazıda katlederler
bir şekilde bilgi sahibi olabilseler de fikir sahibi zor olurlar
yorumları nadiren "kopyala - yapıştır" ötesi olur
hayata dar - dapdar! - bir pencereden bakarlar

benden uzak olsunlar.

buyrun size "genelleme" (!)

geçenlerde, nerede okuduğumu hatırlamıyorum, ancak kitap fiyatlarının pahalılığından ötürü kitap almadığını ve bu nedenle de okuYAmadığını yazmıştı birisi bir yerlerde. maaşını bilmiyor olsam da, asgari ücretin kat kat üzerinde kazandığını tahmin edebiliyorum, üye olduğu maillist'te bulunması dahi belirli bir eğitim seviyesinin üzerinde ve belirli bir uzmanlık alanında çalıştığını gösteriyor. bu kişi cihannüma'yı mı alıp okumak istedi de alamayınca okuyamadı bilemiyorum tabii eğer öyleyse diyecek lafım yok ama onun haricinde son dönemde aldığım kitaplar arasında en pahalısının 12,99 tl olduğunu söylemem lazım. yani, bir ayda 3 paket daha az sigara içersem o zaman her ay bir kitap alabiliyorum demek. ya da bir gün için bir şeyimden fedakarlık edersem o parayı kitaba yatırabilirim demek.

asgari ücretle çalışan arkadaşlarım var bizim şirkette. ve bunların birisi, her ay mutlaka 2 kitap alıyor ve okuyor... kütüphaneden ödünç alıyor, benden ödünç alıyor, indirimleri takip ederek ucuzlamış kitapları ediniyor, her ay parasından çok küçük bir kısmı kenara ayırarak biriktirip en azından 2 ayda 1 kendine bir kitap alıyor... onun kitaplara meraklı olduğunu bilen arkadaşları da hediye alacaklarsa ona kitap hediye ediyor.

demek ki, isteyen yapıyor. yeter ki kişinin içinde olsun.

istisnalar kaideyi bozmaz.
bu genellemenin de sonuna dek arkasındayım.

28 Haziran 2009 Pazar

iki karşı kıyı üzerine, "ikircikli ütopya" : Mülksüzler


fantastik kurgu'nun önemli yazarlarından ursula k. le guin'in dostoyevski'nin dilimize "ecinniler" olarak çevirilmiş "possessed" isimli kitabına bir göndermesi olan mülksüzler (orijinal adı "dispossessed") bu ayki yıldız kitabımız... ecinniler'e atıfta bulunarak, şeytanın da sistemin de ele geçiremediği insanları anlatan kitap aslında ironinin dibine vurmaktadır her bir satırda.

kim ait, kim sahip belli değil... aitlik mi daha iyi sahiplik mi...? birbirinden gece ve gündüz kadar farklı iki sistem aslında temelinde o kadar aynı olabilir mi? insan faktörü işin içine girdi mi her şey ne kadar aynı aslında... yoksa değil mi?



türk bilimkurgu / fantastik kurgu okurunun yakından tanıdığı bülent somay'ın yayına hazırladığı ve çok şık bir sonsözle tamamladığı mülksüzler benim birden çok kere okuduğum ve sanırım aralıklarla okumaya da devam edeceğim bir kitap. ve yeri gelmişken, tam da şurada harika bir yazı var le guin ve mülksüzler üzerine... ama bu yazıyı kitabı bitirmeden okumamanızı tavsiye ediyorum...

- ...Gerçek kardeşlik - paylaşılan acıda başlıyor.
- O halde nerede bitiyor?
- Bilmiyorum. Henüz bilmiyorum.

"insan her yerde insan" ve aslına bakarsanız ana tema - her ne denirse densin - bence tam olarak da bu! görüyoruz ki burada da, bazen kuram olarak çok parlak görünen bazı fikirler uygulamaya geçtiğiniz zaman her zamanki duvara çarpıyor: fiziksel engeller.

burada, fizikselden kasıt: insan. doğamız gereği o kadar uzağız ki saf anarşik düzene, bazı fikirler kuram olarak kalmaya mahkum oluyor. ve de özgürlüğün nasıl bir paradoks olduğu, bollukta paylaşmak ve kardeşlik kolayken şartlar zorlaşınca - hatta çok zorlaşınca - insanın nasıl kendi vahşi hayatta kalma içgüdüsü tarafından yönetilmeye döndüğünü izliyor, şaşırmıyoruz. sahne ütopik olsun ya da olmasın, insan her zaman ve gerçekten de "insan"!

le guin'in yazarlığını ya da bir kuramcı olarak yetkinliğini tartışmak bana düşmeyeceğine ve kitaptaki çeşitli alegorik ve felsefi yaklaşımları anlatmaya da yer yetmeyeceğine göre, kitabı okurken üzerinde çok düşündüğüm bir takım sorularımı buraya almakta fayda var:

1 - odo kuramını urras'ta kurmuştu, bu komün düzeni urras'taki bolluk bereket içerisinde gerçekten de kurulabilir miydi? hayatta kalmak için işbirliği yapmak ve paylaşmak zorunda olan insanlar arasında kurulan denge herkesin kendi karnını rahatlıkla doyurabileceği bir coğrafyada ne olurdu? ne de olsa, shevek'in de kitabın ortalarına doğru bir urras'lıyla yaptığı tartışmada ortaya koyduğu gibi, komünal anarşinin sebebi paylaşım değil, hayatta kalmak anarres'te artık. idealizmle pek de alakaları yok aslında mevcut düzen içerisinde (sayfa 119 : "tek sağ kalma yolu buysa, toplumsal işbirliği ve karşılıklı yardımın neresi idealistlik?")

2 - detayları sayfa 264 - 266 arasında işlenen, tren makinistinin vermek zorunda olduğu (bana göre) çok zor bir kararı vermek bana düşseydi eğer ben ne yapardım? birkaç yüz insanı beslemek uğruna yoluma devam edip geride kalan herkesi aç bırakır mıydım? ya da yoluma devam edebilmek ve de trenimdeki yiyeceği korumak adına - sadece karınlarını doyurabilmek için - trenimi yağmalamaya kalkanları ezer geçer miydim? kaç insanın yaşamını kurtaracak olmak lazım bir insanın yaşamını söndürebilir olma hakkını edinmek için? ve ben her ne yaparsam yapayım, birilerinin ölümünden sorumlu olarak bir daha aynı insan olabilir miydim? ben hala çıkamadım bu işin içinden...

kitapta benim en çok hoşuma giden kısım geçmişin gelecekle birbirine bağlı olması ve de olmuş olanın aynı döngü içerisinde yerini tekrar bulmasıydı (sayfa 254 : "(isyan marşı) bu sokaklarda, iki yüzyıl önce, bu insanlar tarafından, kendi insanları tarafından söylenmişti)

ve ne acı ki, aslında değişen hiçbir şey yok - hiç kimse için! gene dünyada olan, dünyada kalıyor...

bu kitabın ekonomi ve toplumbilim öğrencileri tarafından mutlaka ders olarak okutulması gerektiğini düşünüyorum. sevimsiz ders kitapları ve didaktik kuramlardan çok fazla şey katacağına eminim insanlara :)

aslında yazılabilecek o kadar çok şey var ki! sayfalarca not aldığım hoşluklar, espriler, fikirler, sorular var burada... ama bariz olanı kitapta bırakarak ve herkesin kendi fikirlerine sahip olma hakkına saygı duyarak kendimce kitapta en önemli bulduğum kısmı, sayfa 144-149 arasını bir kez daha okumayı tavsiye ediyorum herkese...



toplantımızı heybeli'de başlattık ve burgaz'da devam ettirdik. tartışmalarımız boyunca, adalardan hangisindeysek, orada oturduğum noktadan karşı kıyıya baktım. ne kadar farklıydı ama aynı zamanda ne kadar da aynıydı. ne kadar da "biz"di her biri.

son olarak :

"farklı güneşlerin ışıkları farklıdır, ama tek bir karanlık vardır".


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

22 Haziran 2009 Pazartesi

"okumak" üzerine…

kitap okumak, bizimkisi gibi "kısa yoldan köşeyi dönmek ve de bu yolda her şeyi mübah saymak" öğretisi üzerine kurulu düzenlerde, zaman kaybı olarak görülmektedir. eğitim sistemi sorgulamak / araştırmak / sindirmek / anlamak yerine tamamiyle ezbere dayalı olduğunda insanlar sadece zorunlu kaldıkları zaman bir kaç satır okurlar ve zorunluluk ortadan kalkar kalkmaz (mezuniyet sonrası) kitaplar raflarda aksesuar olmaktan öteye gitmez... çarşı dolaşıp vitrin bakmaya ya da televizyonda herhangi bir program seyretmeye gereksinim olarak bakılırken kitap okumaya hiç bir zaman vakit yoktur ne hikmetse...

kişisel fikrim, özellikle bizimkisi gibi düzenlerin sürebilmesi için (ki burada sadece ülkemizden bahsettiğim sanılmasın, mevcut dünya düzeni de böyledir) insanların kafalarını çalıştırmaları, düşünmeleri ve sonuçlara varmaları önlenmelidir ki kişiler dolap beygiri gibi "üzerlerine düşenleri" yapabilsinler. sonra, allah korusun, okudukları bir şeyler beyinlerinde bir çağrışım yapar, düşünürler, fark ederler, sonuca varırlar, harekete geçerler... neme lazım! okunmamalı, yazılmamalı, düşünülmemeli. verilen her ne kadar ise ona kanaat edilmeli ve ötesi aranmamalı.

böylece, garantilenir düzenin devamı.

ufak bir kitle kalır "okuyan". düşünen. soran. anlamaya çalışan. tartışan. fikir oluşturan.

bilgi sahibi olmak ile fikir sahibi olmak arasındaki farkı belirleyendir "okumak". okuduğunu işlemek ve sonuca varmak.

bu arada "okuyan" kitle de kendi arasında bölünür... entelektüel okurlar (ki ben bunun günümüzde herhangi boş bir kavramdan öte bir şey olmadığını düşünürüm) ve bu entelektüel okurların burun kıvırdığı roman okurları.

ne okunmalıdır? ne vakit kaybıdır? neden uzak durulmalıdır? kime ağza gelen saydırılmalıdır? kim "zırva" dahi yazsa alkışlanmalı ve göklere çıkartılmalıdır?

o kadar subjektif yanıtlara sahiptir ki bu sorular... tek bir doğrusu olmadığı halde, bir kısım insan - sırf kabul edilmek hatrına - ömürlerini kendileri için aslında tek bir anlam dahi ifade etmeyen kitapları hatmetmeye adarlar. ne zaman kaybı!!

oysa ki, bir kitabı okumak istemenin, o kitabı sevmenin bir çok farklı nedeni olabilir... ben bir kitabı sadece kapağını beğendiğim için okuduğumu (kitab-ı duvduvani bunun için harika bir örnektir bu arada!) ya da önyargılarla işlenmiş bir merak nedeniyle elime aldığımı (bakınız, aşk) ve sonrasında "sadece roman" okumadığımı, nedenini bilmediğim bazı davranış ya da alışkanlıklarımın derinine inmemi sağlayacak anahtarı da orada bulabildiğimi görürüm. olağan koşullarda gidip de rafta görüp satın almayacağım herhangi bir kitabı okumuş olmak, o kitabın popüler olup olmaması, beni ne derece zorladığı ve sıktığı ikincil konulardır artık... önemli olan o kitabın içinde kaybolabilmem ve bir şekilde o kitaptan kendime bir şeyler katmamdır.

ve - bazı istisnai durumlar hariç - her romanın ufak bir şekilde dahi olsa okuruna bir şeyler katacağı bence kesindir. en kötü ihtimalle, "iyi roman" ve "kötü roman" arasındaki ayrımı yapabilecek deneyime daha çabuk ulaşmamızı sağlar.

aslına bakarsanız, iyi bir roman okuru değilim ben. büyürken, yurtdışında olmam nedeniyle, okuduğum tüm türkçe kitaplar anne babama aitti ve annem aşk romanlarını severken (pek benim tarzım değil ama hele de çocukken iyice bana uzak konulardı bunlar) babam araştırma ve belgesel konulu kitaplarını tercih ederdi. o sebeple de hep "yaşımın ötesinde" kitaplar okuyarak - bazıları vaktinden evvel oluşmuş - düşüncelerle oluştu benim kitap zevkim. kitap okumaktaki itici güç benim için ilk başlarda çok yalnızlığımdan kurtulmaktı. ama oyun da oynayabilirdim, kitapları seçtim. sayfaları sevdim (hala internette bulduğum hoş makale ve yazıları mümkün olduğu ölçüde çıktı alıp elimde tutarak okumayı, evirip çevirmeyi severim). yazarla okur arasındaki benzersiz ve çok özel olan o ilişkiyi kurmayı sevdim. çok uzun yıllar öncesinden gelen türlü fikir ve hayallerin kendi kafamda yankılanmasını hissetmeyi ve çok önceden üzerinde bir başkası tarafından kafa yorulmuş bir konu üzerinde düşünerek kendi fikrimi oluşturmayı sevdim.

denemeleri sevdim, felsefe ve tarih okudum sıklıkla. romandan uzak düştüm. şimdi telafi ediyorum bir anlamda. ve de hiç sıkılmıyorum "ooooo ciddi hanım, siz böyle romanlar okur muydunuz nerede sizin felsefe kitaplarınız" diye bana takıldıklarında. bilakis, hoşuma gidiyor - ufkumun daha geniş, insanlara daha yakın, biraz daha sempatik olabildiğimi hissetmeye başladım son zamanlarda.

itiraf ediyorum, gene oldukça önyargılıyım, her yazara, her yayınevine, her konuya kendimi birden atamayacak kadar seçici davranıyorum... ama yine de, hele şu mülksüzler'le birlikte (bir itiraf daha, ben daha önce okumuştum ama o kadar uzun zaman geçti ki üzerinden, tekrar okumak çok büyük keyif!) içinde felsefenin, toplum bilimin, fiziğin, fantezinin bulunduğu müthiş bir roman ve harika bir kitap okuyorken, diyorum ki :

istediğiniz kitabı okuyun.
yeter ki okuyun.
ille de okuyun.

sevin. ve nedenini de bilin ki kendinizi tanıyın. :)

7 Haziran 2009 Pazar

Kitab-ı Duvduvani ve ironinin güzelliği!

zor bir kitap bu kitab-ı duvduvani. ama çok eğlenceli! sadece mizah nedeniyle değil, insanı kafasını çalıştırmaya, olayların üzerinde düşünmeye, alegorileri yakalamak için okumaya (bazen geriye dönüp tekrar okumaya) ve ironiyi takdir etmeye itiyor. zorluyor. kitabın içine girmek çok zor ve hatta sonrasında dahi kavradığına tam olarak emin olmak mümkün değil ama belki de bu kitabı "özel" yapan tam da bu! ayrıca, müthiş bir dilbilgisi kullanımı söz konusu - en sapık hata meraklıları dahi (ki ben bunlardan biriyim, bayılıyorum imla hatalarını yakalamaya) hata bulmakta çooook zorlanacaklar. sayfa 89'un ortalarında başlayıp sayfa 90'un ortalarında sona eren o uzun cümleye ise ben burada şapka çıkartıyorum bir kez daha.

çoğunlukla katıldığım ve hak verdiğim bir sürü eleştiri kitap boyunca resm-i geçit yapıyor... kendi tarihimizi bilmeyişimizden daha da beteri kendi tarihimizi yabancılardan öğrenmeye olan merakımız, avrupa ülkelerinin kendini beğenmiş tavırları karşısında yaptığımız türlü "salaklıklar"ımız, çeşitli trajikomik özentilerimiz, gerçeklik anlayışımız ve önem verdiğimiz herşey ciddi bir eleştiri bombardımanına tutulmuş yazar tarafından. ve oklardan kimseler kaçamamış: roman yazarları, konformist okurlar, reklamcılar, arkeologlar (!), hacılar, hocalar, öğrenciler... liste devam eder gider. öyle ironik bir üslup kullanılmış ki, hak veriyorsunuz - üzerinde düşünüyorsunuz - eğleniyorsunuz. sonra da kendi fikrinizi oluşturuyorsunuz.

okuru yönlendirmeden eleştiri yapmak kolay iş olmasa da - kendi fikrimce - erdem bunu başarmış. yaptığı tespitler içerisinden beğendiğim bir taneyi aşağıya alıyorum:

"üstelik avrupa'da kapı aralanınca iran'da da iyi kapatılmamış bir pencere açılıyordu. bu toprağın insanının oldum olası her türlü cereyandan korkmalarının da herhalde böyle tarihi nedenleri vardı". (sayfa 142 - buraya almadığım başı ve sonuyla birlikte elbet daha anlamlı ve geniş bir tespit olmakla birlikte, tamamlamayı kitabı okumaya meraklı olanlara bırakıyorum şu noktada).

ilk hakan erdem deneyimimdi, diğer kitapları da bunun benzeri midir bilmem ancak kitabın daha çok başında - yazarın tanıtıldığı kısımda - son cümlenin "kitab- duvduvani'yi daha önce bilmediği bir özgürlük duygusu içinde yazdı" notunun hakkını kitap fazlasıyla veriyor. özgür, akıcı, eğlenceli ve son derece eleştirel bir kitap. ben, şahsen, bayıldım (ironisever bir kişilik olmamın da bunda büyük payı olduğuna eminim).

yazarın okuru tokatladığı (ve aynı anda da kitabının anlaşılabilirliği ile ilgili kendini bir nevi temize çıkartmak istediği) sayfa 197'den bir alıntıyla bitiriyorum:
"bizim elimizdeki insan malzemesinin bu edebi oyunu anlayacak kapasiteden uzak olduklarını unutmayalım".


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

1 Mayıs 2009 Cuma

Kitap Kulübünün İlk Toplantısı ve Aşk’a dair…

gittim, gördüm, geldim...

...diye bir klişeyle başlamak geldi içimden, sanırım e.şafak'ın kitap boyu bizi içinde boğduğu klişeler nedeniyle. kitaba dair tek eleştirim aslında bu. başından sonuna klişelerle yoğurmuş kurgusunu ve karakterlerini yazar. ama 1 numaralı moderatör bize "ikra" dedi ve biz de oturduk okuduk ve sonrasında da fikirlerimizi çarpıştırdık.

kitaptaki tarihsel hatalara tabii ki girmeyecek ve eleştiri getirmeyeceğim zira bunu bir ROMAN olarak görmek ve de tarihsel bazı gerçek ve kişileri temel almış olsa da tamamıyla yazarın hayalgücünün ve kurgu yeteneğinin asıl olduğunu unutmamak gerektiğini düşünüyorum. tamamıyla romantik bir karakter ŞEMS burada... katalizör görevinin üzerinde durulmuş çokça. ve bence bir sorun yok. zira bu bir roman. yazar yazmış, biz okumuşuz, kitap bitmiş, karakterler gitmiş.

ilk defa e.şafak (ya da kendi tercih ettiği ismiyle e.shafak) okuyan bir insan olarak öncelikle söylemem lazım ki önyargılarımı aşarak okumak zor geldi (kendime dair de bir şey öğrenmiş oldum böylece!!) ancak fark ettim ki yazar muhalif olmak adına kitaplarını okurlarıyla kavga ederek yazıyor. bu nedenle ben de yazarla kavga ederek okudum kitabını. yazarın "ben eski kelimelerden de anlarım" dercesine gösteriş yaptığını düşünüyorum - ya da çevirmen işgüzarlığı - artık bunu bilemeyeceğim, ancak elif hn neden yahudi ev hanımına o kadar ağdalı cümleler kurdurdu ve eskiiiiiiiii epeski kelimeler kullandırdığını anlatabilir... craig / aziz'in birden aşık oluvermesi, kitabın "eee sıkıldım ben yazmaktan" diye birden bitirildiği hissi beni rahatsız etti mi? etti...

ama beğendim de, ne yalan söyleyeyim. kendini rahatlıkla okuttu bana.

40 kuralı takip etmeyi ve örneklerdeki tutarlılıkları sevdim mesela...

sayfa 262'de margot'un tanıtıldığı bir paragraf var ki, güldürdü beni... oturdum ve düşündüm, acaba daha fazla "sıradışı" tanım ekleyebilir miydim oraya diye - ekleyemedim. yazarın idealize ettiği kadın tipinin bu olduğunu düşünüyorum. acaba yazarımız da kendini öyle mi görmek isterdi? belki de...

en çok sevdiğim paragraf ise (tamamen kişisel nedenlerden ve zamanında bu konu üzerinde çok düşünerek bu noktaya varmış olduğumdan ama bir türlü bu kadar şık bir şekilde tanımlayamadığımdan bana iyi geldi okumak orayı) aşağıya kopyaladığım şekliyle sayfa 204'te:

'şu dünyada yaşanan çatışma ve savaşların bir "din sorunu" değil, "dil sorunu" olduğuna inanıyordu. insanlar sürekli birbirlerini yanlış anlıyor, birbirleri hakkında yanlış hükümlere varıyordu. "yanlış çevirilerle" yaşıyorduk. böyle bir dünyada herhangi bir konuda ısrarcı olmanın ne anlamı vardı? en güçlü kanaatlerimiz dahi basit bir yanlış anlamadan kaynaklanıyor olabilirdi. zaten hayatta hiçbir konuda sabitfikirli ve katı olmanın gereği yoktu; zira yaşamak demek habire değişmek demekti.'

"yanlış çevirilerle yaşamak"... bana bu kitaptan bu kaldı kendime eklemem için :)
ve de büyük travmalar atlatmadan kendimizi asla aşmaya kalkmadığımız gerçeği... hep bildiğimiz ama gözardı ettiğimiz bazı şeyler bunlar.

son olarak, 13.yy anadolusu ile 21.yy anadolusu arasında (bağnazlık, cehalet, insanlar, yaklaşımlar) değişiklik olmaması üzücü ve düşündürücü elbette.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

6 Nisan 2009 Pazartesi

zor iş!



iyi bir roman okuru olmak kolay değildir...

her şeyden önce, yazarın tamamen kendi düşünce, hayalgücü ve istekleri doğrultusunda çizdiği dünyaya uyum sağlamayı gerektirir. açık fikirli olmayı, farklı dünyaların, bize çok uzak karakterlerin sadece varolabileceklerini değil aynı zaman varolmaya sonsuz hakları olduğunu kabullenmeyi başaramıyorsak eğer, elimizde "dünyanın en harika romanı" olsun, bizi mutlu etmez. karakterlerle ve kurguyla sürekli kavga halinde bir okuma süreci ise tamamıyla boş yere yorar kişiyi.

(yeri gelmişken, "dünyanın en harika romanı" biraz komik bir tanım elbet... pek mümkün değil yani anlayacağınız - bence tabii!)

iyi bir roman okuru bağnaz olamaz. herkesin harcı değildir roman okumak, çok subjektif bir deneyimdir bir romanda "kaybolmak". ama ne deneyimdir!!

herşeyden önce önyargılardan kurtulmak, kendimize biçtiğimiz değerlerden ve rollerden sıyrılmak, yazarı anlamak, karakteri anlamak, "ben olsaydım"lardan uzaklaşıp "neden"lere yoğunlaşmak, bunların hepsini hayatın kendisinden kopmadan - sorgulayarak ama yargılamadan yapabilmek...

yapabilen için büyük keyiftir. ve bazen, tek bir roman nelere kadirdir! :)

Görsel : Rob Gonsalves - Written Worlds

**

son yıllarda romandan çok denemelere ve tarihi kitaplara çevirmiştim yüzümü, araştırmalar ve belgelendirilmiş gerçekleri okudum daha çok. arada belki tek tük - o da arkadaşlar tarafından "aman mutlaka okumalısın!!" diye heyecanla önerilen - roman okudum, hemen hepsini de çok sevdim. ve de, uzunca bir aradan sonra dün akşam itibariyle kendimi başka bir hikayenin içinde buluverdim : aşk'a daldım.

ne de iyi ettim... şimdilik herşey yolunda :)