18 Ekim 2015 Pazar

Kemal Tahir ve Devlet Ana

Resmi kurgusundan hiç hoşlanmamış olmakla birlikte, lise hayatım boyunca sevdiğim nadir derslerdendi tarih, Osmanlı tarihine hiç ısınamamış olsam da kuruluşu ve öncesi ilgimi çekmişti. Nasıl bir dönemde nasıl insanlardı onlar ki "ufak" bir boydan koca bir cihan imparatorluğu yaratabilmişlerdi? Şamanizmin İslamiyetle harmanlandığı o günler nasıl günlerdi ve göçebe hayat nasıl yürürdü?

Ben bunları merak edeli, Türkmen gelenek ve inanışlarıyla ilgileneli, kendimce araştırmayı seveli 25 yıl olmuş. Ve bunca yıl içerisinde oturup da Devlet Ana'yı okumamışım, çok büyük hata etmişim. Zarardan döndüm, çok mutluyum!



651 sayfayı 10 gün gibi kısa sayılabilecek bir sürede, uyumak ve çalışmak için ayırmam gereken zamanların dışındaki tüm anlarımı okumaya ayırarak bitirdim. Elimden düşüremediğim ve bitmemesi için ara ara acaba yavaşlatsam mı okumayı diye düşünmeme rağmen yine de sayfaları devirmekten kendimi alamadığım nefis bir deneyim oldu.

Bir tarih kitabı değil elbet Devlet Ana, bir kurgu roman (zaten yazarın ya da edebiyat dünyasının da bu konuda aksi bir iddiası yok). Ama bu kitabı sadece roman, Kemal Tahir'i de büyük bir romancı olarak tanımlamak haksızlık olacaktır: Kemal Tahir bize dönemin yaşantısını nefis bir dille aktaran çağdaş ve koca bir ozan. Öyle ki, biraz kendinizi zorlarsanız belki de kendinizi o günün yerleşiminde, ateşin başında, sesini yer yer yükselten yer yer alçaltan gezgin bir ozandan hikayeyi ağzınız açık dinlerken bulabilir, öyle hissedebilirsiniz.

Farkındayım, normalde yazmayacağım kadar hevesle ve biraz da olağan tarzımın dışında yazıyorum ancak okurken de normalde okuduğumdan fazla hevesle ve heyecanla okudum, kendime engel olmam mümkün değil. :)

Kısaca bakacak olursak:

Yıl 1290'dır.

Osmanlı Devleti henüz kurulmamış, Türkler İslamiyet'i kabul etmiş olmakla birlikte hala şaman kültürünü günlük hayatlarında sürdürmektedirler. Kozmopolit bir bölgedir Anadolu ve Türkler Orta Asya'dan sürülmüş, Anadolu'ya alışmış ve yayla ile köy arasında mevsimsel göçlerini sürdürmekle birlikte yavaş yavaş yerleşik düzene geçmeye başlamıştır. Ertuğrul Gazi hastadır, oğlu Osman Bey yerine geçmek üzere hazırlığını tamamlamış, kendi oğlu Orhan Bey'i de devlet geleneğinde yetiştirmektedir. Akçakoca'dan Şeyh Edebali'ye, Yunus Emre'den Gündüz Bey'e birçok tarihsel karakter olay örgüsüne tarihsel rolleri doğrultusunda girip çıkmakta ve günün şartlarını renkli bir şekilde bize aktarmaktadır.

Molla adayı Kerim Çelebi, Devlet Ana olarak da bilinen, bacılar bölüğünün lideri büyük Bacıbey Hanım'ın oğlu olduğu için gönlünde yatan aslanın yolundan gidememiş ve savaşçı olmak üzere eğitim görmeye başlayarak (durumdan son derece mutsuz olsa da) Kerimcan adını almış, istediğinden farklı bir yolu takip etmeye başlamıştır. Yanında dostu ve gönülden kardeşi Kara Vasil'in oğlu Mavro ve Ertuğrul Gazi'nin torunu Orhan Bey ile bizleri peşleri sıra alır götürür: bu üç gencin hayalleri, istekleri, sevdaları, umutları ve korkularını okurken çocukluktan yetişkinliğe geçmelerine şahit oluyoruz. Ama nasıl şahit oluyoruz!

Tarihte yaşadığını resmi tarihten bildiğimiz yukarıdaki bazı temel karakterlerin yanı sıra zamanın tüm gelenek ve görenekleri, inanç ve değerleri, gündelik yaşamın detayları ve hatta günün umut ve istekleri bize kalabalık bir karakter ordusu tarafından sunuluyor, kimi ararsanız orada: dervişler, keşişler, beyler, hatunlar, bacı bölüğünün gözü kara kadın silahşörleri, şövalyeler, savaşçılar, akıncılar, mollalar, tekfurlar ve daha kimler kimler...

Anlatırken dahi heyecanlandım ben, sanırım iyi bir yazı çıkartmam mümkün olmayacak, özete girmeye ve hatta burayı alıntılara boğmaya kıyamıyorum ve şu ufacık parçayı buraya tadımlık olması için bırakıp herkese muhakkak okumalarını öneriyorum:



Öyle nefis bir anlatım ki, okumalara doyamadım!

Türk kültür tarihi açısından çok önemli bir referans olabileceğini düşünüyorum Devlet Ana'nın, bakın Kemal Tahir nasıl anlatmış Türkmen geleneğini:

- Kulağını ver, can kulağını... Beni sağlam işit... İslam'a giren, Tanrı'yı her yerde var göre... Peygamberden gayet utana... Halka karşı edepsiz olmaya sakın... Töresiz iş tutmaya hiç... Kendinden büyüğe kasıntılı olmaya... Küçüğe kıyıcı olmaya... Sözünde, yemininde dura sımsıkı... Kimselere haset etmeye... Doğru söze "Evet" diye... Ayıp görse gerilip örte, kendi günahlarını bilip... Çünkü, yere güç yetmez, göğe el vermez. Tamamsın, Kara Vasil'in Mavro kardaşım, var yürü... Bundan böyle cennetliksin, çünkü sana kör şeytan girişebilemez!

Bayhoca laf attı:
- Oldu mu ya, Kel Derviş, hani bunun Arapça duası?

Kel Derviş suratını buruşturarak baktı:
- Biz Türk dilini biliriz. Suyun geldiği yana "Yukarı", gittiği yana "Aşağı" deriz, Bayhoca, dilin anlaşılmazından hiçbir şey anlamazız, koca Tanrı'ya şükür!

Sanırım çok ara vermeden bir kez daha okurum ben bu romanı. :)


Bu noktada buraya en özel kişisel notumu düşerek sevgili patronuma bir önceki doğum günümde bu büyük romanı hediye ettiği için teşekkür etmek istiyorum, iyi ki kitaplığıma katmış, iyi ki okumuşum!


Keşke büyümeyebilsek...

13 Ekim 2015 Salı

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Türk Toplumunun Özü : Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Çok zamandır kitaplığımda durmasına rağmen bir türlü fırsat yaratıp okuyamadığım "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" son dönemde en merak ederek başladığım roman oldu. Gönlümce (istediğim kadar seri bir şekilde, bölünmeden) okuyamadım belki ama çok büyük keyif aldım romandan. En sonda söyleyeceğimi başa alacak olursam: güzel bir romanı eğlenerek okumayı özlemişim.



Tanzimat öncesi itibariyle başlıyoruz anlatıcımız Hayri İrdal'in hikayesine şahit olmaya. Dört bölüm halinde önce tanzimat dönemine ulaşıyoruz, sonrasında tanzimat dönemini ve de sonrasını okuyoruz. Cumhuriyet kuruluyor ve akabinde yeni / modern resmi kurumların kurulması ile toplumsal değişimin nasıl gerçekleştiğini nefis bir mizahla aktarıyor bize Tanpınar.

Bölümlerin adları çok hoşuma gitti:

"Büyük Ümitler" - tanzimat öncesi
"Küçük Hakikatler" - tanzimat dönemi
"Sabaha Doğru" - tanzimatla birlikte cumhuriyetin kurulmasına doğru geçen süre
"Her Mevsimin Bir Sonu Vardır" - cumhuriyet dönemi

O kadar çok karakter var ki! Benim gibi bölünerek okumak zorunda kalanlar araya biraz süre girdikten sonra kimin kim olduğunu karıştırabilirler (ben karıştırdım) ve geçmiş sayfalara dönüp oralarda kaybolabilirler (ben kayboldum). Bu sebeple bana öyle geliyor ki çok fazla bölünmeyeceğiniz bir zamanda, örneğin bir tatilde, kitaba dalıp çok ara vermeden çıkmak en güzel okuma deneyimi olacaktır.

Tanpınar müthiş bir şekilde sembolleştirmiş tüm karakterlerini. Benim favori karakterim Osmanlı'nın son dönemini, çözülmesini ve sonunda yıkılmasını hikayeleştirdiği Abdüsselam Bey oldu. Koskocaman konağında, büyük bir refah içerisinde dünyanın dört bir yanından gelmiş akrabaları, gelinleri, damatları ve büyük bir nüfusla yaşayan Abdüsselam Bey zaman içerisinde gittikçe yalnızlaşır, ekonomik olarak sıkıntıya düşer, evlatları da dahil herkes konaktan iz bırakmamacasına uzaklaşır ve Abdüsselam Bey kendine modern zamanlara sıklıkla uyumsuz düşen yeni bir hayat kurmak zorunda kalır. Eski zamanların ihtişamına ait anıları en önemli güç kaynağı olur Abdüsselam Bey'in.

Görüyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı da olsa Osmanlı İmparatorluğu tebaası da olsa bu toprakların insanının hamuru hep aynı: kandırmak, kandırılmak (ve bunu çok istemek), sorumluluktan ve çalışmaktan kaçmak, akılcılıktan ve bilimsellikten mümkün mertebe uzak durmak çok derinlerimize işlemiş bizim. Hep öyleymiş. Biliyorduk ya, resmi geçit halinde sayfalar boyu tekrar tekrar şahit olunca umutsuz bir öfkeye kapılmamak zorlaşıyor. Neyse ki mizah var! Yoksa nefes alamaz olurduk roman ilerledikçe.

Ben Abdüsselam Bey'i kısa bir örnek olarak vermiş olsam da Doktor Ramiz ve Halit Ayarcı'ya dokunmadan geçmem elbette mümkün değil, her ikisi de nefis stereotipler olarak toplumun çok önemli iki kesimini temsil ediyorlar. Politikacılar, yeni burjuvazi, sıradan halk ve diğer tüm kesimler de canımızı yakacak kadar kesin ve keskin bir şekilde düşmüş Tanpınar'ın kaleminden.

Romanın ilk üç bölümündeki tempo son bölümde biraz düşse de bunu Tanpınar'ın verdiği teknik bilgilere ve biraz da benim romandan uzaklaşmak zorunda kalmama veriyorum ve herkese öneriyorum Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü. Belki biraz daha az "biz nasıl böyle olduk?" sorusunu sorar, anladıklarımızı kullanıp sorunumuzu ele almak için yapabileceklerimiz var mı sorgularız böylece.

Ufacık minicik ve kişisel bir alıntı:



İyi okumalar.

13 Eylül 2015 Pazar

Malina - Ingeborg Bachmann

Uzun zamandır beni okurken böyle zorlayan ama yine de inat ve sebatla - elimden bırakmadan / başucumdan kaldırmadan - okumaya devam ettiğim bir kitap olmamıştı. Kendi standartlarımda rekor denecek kadar uzun bir sürede okudum Malina'yı, tam iki ay sürdü. Çok zorlandım ve iki kez (üstelik de birinde neredeyse yarılamışken) başa dönmek zorunda kaldım. Yine de devam ettim, bir görev gibi gördüğümden değil, ilgimi çektiği ve Ingeborg Bachmann'ın kafasının içine girebilmek istediğimden ötürü.

Bachmann'ın kafasının içine tabii ki giremedim ama en azından (bazı noktaları yitirmiş olduğuma emin olsam da) genel hatlarıyla olanı biteni anlayabildim. Her şeyden önce, roman çok ağır. Yazarın zihni darmadağın ve yoğun travmalar sonrasında yara bere içerisinde. Ve korkarım okurlarına da - maruz kalındığı süre ölçüsünde - bulaşıyor bu yara bere.

Önce benim hikayem: Malina'yı da Ingeborg Bachmann'ı da duymamışken, tavsiye üzerine satın aldım kitabı. Muhakkak okumam önerilen bir kitap sordum ve yanıt bu oldu. Malina, aşina olduğum bir isim mitolojiden. Eskimo mitolojisinde güneş ve ayın kardeşliğini ve birbirlerini nasıl sürekli bir döngüde takip ettiklerini anlatan bu acımasız ve acıklı öyküyü merak edenler buraya tıklayarak özetini okuyabilir ve eğer ilgilerini çekerse detayına da elbet inebilirler (üzgünüm ama Türkçe bir link bulamadım kısa arama sürem içerisinde). Bu kadarla sınırlı bir bilgiyle girdim kitaba.

İlk bölümde isimsiz anlatıcımızı, Malina'yı ve Ivan'ı tanıyoruz. Yazar kendini çok da ortaya koymadan öncelikle bu iki erkeğin karşılaştırmasını yapıp nasıl ikisinin arasında kaldığını anlatıyor bize. Bachmann'ın kendi psikolojik halindeki ve yaşamındaki (özellikle erkeklerle ilişkilerindeki) sıkıntıları (yanlış kelime evet ama çok da detaylandırsam sanki ilk bölüme haksızlık etmiş olacağım) bir bir okuyoruz.



İkinci bölüm büyük dert oldu bana. İkinci bölümde nefessiz kaldım ve bunu iyi bir anlamda söylemiyorum. Çok az romanın çok az kısmı beni bu kadar boğup kalbimi bu kadar sıkabilmiştir, Bachmann bunu başardı. Anlatıcımızın babası eliyle yaşadığı ve aslında hayal mahsulü olduğunu çok iyi kavradığımız travmalarını okuyoruz. Belli ki (hayatını, kişiliğini ve de eserlerini yoğun bir şekilde etkilediğini çok iyi bildiğimiz) ikinci dünya savaşı bu bölümde anlatılmakta ve tüm cepheleri ve tüm travmasıyla ilmek olmuş boğazımıza geçiyor. Çok yorucu ve üzücü bir bölümdü, izninizle hiç bir yorum yapmadan geçmek isterim.

Son bölümde ise Malina ile konuşmalar üzerinden anlatıcının / yazarın çözülmesini ve yok olmasını satır satır takip ediyor ve sonunda serbest bırakılıyoruz.

Benim bu çizgiyi yakalayabilmem ve aslında ne okuduğumu anlamlandırabilmem için üç kez teşebbüste bulunmam gerekti (okuduğuma asla pişman olmadığımı ve bitirmekten ötürü de mutlu olduğumu ekleyeyim) ve fark ettim ki sorun bende değil, yazarda. :) İstisnai etkileyicilikte bir roman yazmış yazmasına ya, o kadar kendi içine dönük ve okurunu dışlayan bir metin ortaya çıkmış ki, eğer Bachmann'ın zihninin içinde değilseniz bazı göndermeleri anlamanız (bence) mümkün değil. Hal böyle olunca da kopukluklardan kendinizi kurtaramıyorsunuz.

Ya da ben kurtaramadım, bilemiyorum. Sizi bununla bırakmak istiyorum, tadımlık:

Malina: Nedir yaşam?
Ben: İnsanın yaşayamayacağı şey.

6 Eylül 2015 Pazar

Vish Puri - Hindistan'ın En İyi Dedektifi

Çok fazla polisiye roman okumam, katilin ya da hırsızın peşine düşmüş detektiflerin öyküleri (eğer bir seri katil ve azılı düşmanı detektifi içermiyorsa) beni çok kendine çekmez. İstisnası ancak arkadaşlarım tarafından bana özellikle tavsiye edilmiş romanlar olabilir. Ya da, özel olarak okumam için bana gönderilmiş olanlar... :)

Sevgili Mari Antrikot gönderdi bana bu iki kitabı. Kendisi iyi bir polisiye ve detektiflik romanları okurudur, Agatha Christie üzerine ciltleri dolduracak kadar bilgi ve yorum paylaşabilir. Severek okumuş ve çok eğlenmiş, benim de bu aralar heyheylerim ve çeşitli mızmızlıklarım üzerimde olduğu için kendi okuduktan sonra beni de o daralmış halden kurtarmak için vermiş kargoya ve göndermiş bana Hindistan'ın en iyi detektifi Vish Puri'nin maceralarını.


Neşeli kapaklar (dua kitaplarına benzemiyorlar mı desenleri sayesinde?) ve güzel adları olan romanlar bana ulaşır ulaşmaz okumaya başladım. Önce Gülmekten Ölen Adam Vakası'nı ve hemen ardından da Ölümcül Tereyağlı Tavuk Vakası'nı okudum. Okurken sorun yaşamadım (çeviri ve sair açılardan herhangi bir kalite beklentim yoktu, olmaması iyi oldu) ve de rahat rahat - hatta eğlenerek - okudum diyebilirim. Ama maalesef pek beğenmedim. Kişisel olarak (aşağıda anlattıklarım nedeniyle) eğlenmemin dışında oldukça sıkıldığımı söylemem lazım. Detektifin araştırdığı her iki olay da bende bir "kim yaptı yahu acaba" merakı uyandırmadığı gibi olayların ele alınışı da başta olmayan merakı en azından bir nebze canlandıracak "şey"e sahip değildi. Cansız romanlar olduklarını düşündüm.

Fakat:

Okurken eğlendim çünkü Hint mitolojisine büyük merakım ve Pakistan'da geçen (sürekli olarak ben bizzat orada yaşamasam da oraya tüm üniversite tatillerimde gittiğim ve geçici olarak kaldığım) yıllarım nedeniyle anlatılan yaşam tarzına ve kültürüne yakınlığım nedeniyle hem geçmişte gördüğüm şeyleri tekrar hatırladım hem de kendi gençliğime ufak bir ziyarette bulundum. Sonuçta, gerçekten, Hindistan ve Pakistan o kadar da uzak değil birbirine: şunun şurasında birbirlerinden ayrılalı ne kadar oldu ki?

Kitabı çeviren Hint gündelik yaşamına, mutfağına ve kültürüne ait birçok deyim ve terimi olduğu gibi bırakmış (sonradan fark ettim ki - ilk kitabı bitirdiğimde - kitabın arkasında bir sözlük varmış meğer!) ve bence bu çok başarılı bir seçim olmuş. Ben büyük çoğunlukla bu terimlere aşina olduğum için okurken hiç zorlanmadım ve sözlük gerekmeden metni takip ettim ama daha az aşina olanlar muhtemelen sıklıkla arkaya öne döne döne romandan koptular gittiler diye düşündüm.

En özlediğim şeylerden biri de Hint (Pakistan - fark etmez!) mutfağı olduğu için de obur detektifin hemen her sayfada acımadan mideye indirdiği hemen her yemeği de müthiş canım çekti, yapmalara niyetlendim sonra malzemelerini bulmakta zorlanacağımı fark edip yutkunmak zorunda kaldım. Bendeki yarası bu oldu Vish Puri maceralarının.

Her türlü detektiflik hikayesini okuması gerektiğini düşünen bu türün meraklılarına biraz farklı bir kültüre de dalmaları için önerebilirim ancak. Onun dışında, diyecek başka çok fazla sözüm yok maalesef.

Yine de, gerektiği anda gerektiği şekilde elimdeydiler, okudum hiçbir şey düşünmeden ve çok bunaltıcı bir haftama renk getirdiler, bu açıdan haklarını asla yemek istemem. :)

Etgar Keret: gerçekten de "tuhaf, kafası bozuk, komik ve keskin"!

Adını daha önce Gazze Blues ile duyduğum ancak henüz okumadığım bir yazardı Etgar Keret. Olağan bir kitap taraması (yılda iki kez yaptığım "okunacak neler varmış?" araması) sırasında bir İsrailli yazar ile bir Filistinli yazarın ortak çıkardığı kitabı okumamın iyi bir fikir olacağını düşünüp "tuhaf, kafası bozuk, komik ve keskin" olarak nitelendirildiğini gördüğümde oldukça ilgilenmiştim. Sonrasında kitabı almadım ve okumadım (yani, kitap almama kararım uyarınca unuttum gitti).

Ta ki geçtiğimiz hafta sonu buluştuğum sevgili arkadaşım bana okumamı önerene ve hatta kitapçıya girdiğimizde "bunlardan birini oku derim" diyerek Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü ile Buzdolabının Üstündeki Kız'ı bana gösterene dek. Rastgele birer öyküsünü okuyup arada seçim yapamayınca ikisini de aldım ve kısa sürede her ikisini de okudum.

Kısacık ve gerçekten de "tuhaf, kafası bozuk, komik ve keskin" öyküler var her iki kitapta da (demek ki bu yazarımızın genel huyu, sadece Gazze Blues'a ait değil bu tanımlama). Sevdiriyor kendini çünkü hem rahat okunuyor hem şaşırtıyor (buraya birazdan geleceğiz) hem de arada bir duygulandırıp arada bir düşündürüyor. Ve de kesinlikle çok komik! Ha, eğer siz çiçekler böcekler tatlı kahkahalar tarzında bir komedi isterseniz pek size göre olmayacaktır bu öyküleriyle Keret ama ironi ve kara mizah sizin damak tadınıza uygunsa, kaçırmayın derim.

Minik bir örnek koyalım buraya - televizyon izlemeyi hariç tutacak olursak "mutluluk" tanımı pek hoşuma gitti açıkçası (alıntı Buzdolabının Üstündeki Kız'dan) :



Okuduğum ilk bir iki öyküde (ki hemen hepsi oldukça kısa öyküler, genelde 1,5 sayfa kadar ama 1 sayfa ile 3 sayfa arasında oynadığını söyleyebilirim) şaşırdım ve eğlendim. Bir iki ters köşeye yatışım ve bu nedenle de ayrıca okuduklarımdan hoşlandığım oldu ancak her kitapta bir sürü öykü olduğunu ve bunların çoğunun da aynı tonda gittiğini akılda tutacak olursak bir süre sonra sürpriz faktörünün eridiğini görebiliriz. Nitekim, arka arkaya hepsini okuduğum için muhtemelen aralıklarla okuyacağım birer öyküden etkileneceğimden daha az etkilenmiş oldum öykülerden. Size tavsiyem kitapları almanız, başucunuzda bir yerde tutmanız ve biraz arayı da açarak arada sırada bir öykü okuyup kapağını kapatmanız. Sanırım o zaman daha lezzetli bir okuma olabilir.

Ama her halükarda okumayı seveceğiniz birden fazla öykü mutlaka bulacaksınız içinde, benden söylemesi.

Ah.. Unutmadan! Bir de novella var aslında Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nde! Esas sürpriz o oldu bana birer ikişer sayfalık öyküleri okurken birden karşılaşınca. Çok da tatlı bir öykü, muhakkak alın okuyun derim. Filmi de varmış, daha izlemedim ama Sundance'te oynamış zamanında ve de Tom Waits oynuyormuş bakın. Filme bakmak için şuraya tıktıktık lütfen. :)



En beğendiğim öyküleri şöyle listeleyebilirim sanırım (beğeni sırasında değildir) : Domuzu Kırmak, Katzenstein, Borular, Kal!, Hiç, Terminal ve beni tarifsiz hüzünlendirerek gözlerimi dolduran yarım sayfalık Yavşak Şelomo Homo. Beğendiğim başka öyküler de var, sadece bunlar değil elbet.

Yaşadığı ülkenin gerçekleriyle yüzleştiriyor bizi Etgar Keret her bir öyküde. Savaş ne beter şey ve ne hale getiriyor insan zihnini, sayfa sayfa görüyoruz bunu. Ne diyeyim... Okuyun işte.


Gazze Blues'u da alıp okuyacağım muhakkak.

Not: Yazarın hayatına dair pek bilgi vermediğimin farkındayım, bunun için zaten daha ilk cümlede kendi sitesine link verdim ve verirken Türkçe çeviri de barındırdığını görüp şaşırdım. Sanırım bizim ülkemizde fazla hayranı var ki sitesine Türkçe çeviri koyma ihtiyacı duymuş? Ne güzel!

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Alejandro Zambra'nın Bonzai'si : "acı yontulur ve şekillenir"

"Sonunda kız ölür ve oğlan yalnız kalır; gerçi oğlan kızın, Emilia'nın ölümünden birkaç yıl önce yalnız kalmıştı. Kızın adı Emilia ya da Emilia'ydı diyelim, oğlanın adıysa Julio, Julio'ydu, hatta hâlâ Julio. Julio ve Emilia. Sonunda Emilia ölüyor, Julio ise ölmüyor. Gerisi edebiyat:"

Böyle başlıyor Bonzai. Ve aslında böyle de bitiyor. Sonunda Emilia ölüyor. Julio ise ölmüyor. Bu kadar. 73 sayfa. Kısa (Emilia'nın hayatı kadar) ve derin (Julio'nun kayboluşu kadar).

Fantastik mutluluk ya da mutsuzluklardan uzak bir masal anlatıyor bize Zambra: "işte çocuklar, bir gün böyle bir şeyler oldu ve böyle de bir hayat yaşandı."



Daha önce ille de ROMAN olsun! sayesinde bir romanını okumuştum Zambra'nın (Eve Dönmenin Yolları) ve çok sevmiştim. Çok sevgili bir arkadaşım bugün Bonzai'yi bana ödünç verince hiç bekletmeden aldım elime ve bir kahve içimi süresince (büyük kupa, evet) kendimi bıraktım gittim. Bitirdiğimde aklıma romanın telaşsız ve basit bir ton ile aktardığı sıradanlık nedeniyle bunca etkileyici olduğu geldi. Ne büyük gaflet! Müthiş bir hadsizlik yaptığımı fark etmem en fazla 5 dakikamı aldı ve bilgisayar açılıp da şu sayfaya yazmaya başlayana kadar geçen sürede fark ettim ki esas büyüklük o "basit" (!) ton ve "sıradan" (!) anlatımda yatıyor.

Bir bonzai asla sadece küçük ağaç değil. Sabır ve yoğun uğraş yoksa o minyatür "ağaç" yetişmiyor. Uygun saksı önemli: eğer doğru kabı seçmezseniz bonzainiz olmaz. Ve eğer bonzainizi kabından çıkartırsanız, o artık bonzai olmaz. Zambra bunu bize Julio'ya okuttuğu bonzai yetiştirme klavuzlarından biri aracılığıyla anlatıyor: "ağaç için uygun saksının seçimi de kendi içinde neredeyse bir sanat biçimidir".

Telle çevirerek yönlendirilirmiş bir bonzai yetiştirilirken (yaratılırken?). Oldukça sıkı denetim altında tutularak titizlikle budanırmış. Emilia ve Julio'nun öyküsü de bize aynen bu şekilde aktarılıyor: tüm detaylar net ve ortada - okudukları kitapların sayfa sayılarına kadar (öyle ki, onlar başka bir şey okusalardı olmazdı sanırım) ve tüm gereksiz (saptırıcı?) ayrıntılar (tali karakterlerin öyküleri) budanmış.

Adının hakkını daha fazla veren bir kitap olamazdı.

Proust okuma yalanından tutun da gençlik isyanlarının işlenişindeki inceliğe kadar çok sevdim, yazarın romanının planladığından öteye geçmemesi (belirlenen keskin sınırlar içerisinde kalması) için yaptığı manevraları çok severek okudum. Ve ne yalan söyleyeyim yer yer içim sızladı. Çünkü Emilia daha en başta bilmişti başına geleceği:

"..ancak hayatını değiştirecek ve mahvedecek birine rastladığında hayatın bir anlamı olur."

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Gün gelir Jeremy konuşur: "Simsiyah"

Öncelikle bir itiraf:

Büyük bir heyecanla aldım Simsiyah'ı elime ve çok korkarak başladım okumaya. Ya beğenmezsem? Ya "saçma" bulursam? Ya kötü yazılmış olursa? Ne yazardım, ne derdim, nasıl eleştirirdim burada o durumda? Yumuşak davranıp adam kayırmalı mıydım yoksa huyum olduğu üzere türlü ahkamımı kesip verip veriştirebilir miydim? Kırıcı olmadan bunun ayarını nasıl tutturacaktım?

Kitabın adına aykırı bir hal ve tavırla, günün orta saatinde balkona kuruldum ve soğuk bir içecek alarak besmeleyle başladım okumaya. :) İlk olarak bu romanı yazanın benim arkadaşım olduğu gerçeğini sildim kafamdan. Kapakta yazan "Bülent Çallı" isminin bana hiçbir şey ifade etmemesi kitabı tarafsız bir şekilde okumama ve sonrasında da rahat rahat fikrimi yazmama faydalı olacaktı elbet. Ben mi düşünecektim canım zaten yazarı eleştirirken biraz yumuşak davranmayı? Yazdığına ve hatta yayımlatarak ortaya koyduğuna göre her türlü eleştiri ve yorumu göze almış olmalıydı zaten. Başlangıç karesi canlı ve heyecanlıydı ama ben kendi kendimle bolca kavga ediyordum daha okumaya dahi başlamadan:


Boşuna onca kavga edip kendimi strese sokmuşum, nereden bilirdim ki bunu kendimi Simsiyah'a kaptırmadan?

Çok beğendim. Rahatlıkla söyleyebilirim bunu artık. Bülent Çallı iyi bir yazar. Tertemiz bir dille yazmış, cümlelerini şişirmiyor ve böylece de yormadan okutuyor. Abartı yok, öykünün süsü, tadı ve tuzu kendinden ayarlı. Koşturmadan ama yine de seri bir şekilde anlatıyor olanları ve olacaklara dair kararında ipuçları vererek okuru kitabına dahil ediyor. Üstelik aralara serpiştirdiği ufak sürprizlerle kendi yaş grubundaki herkesi gençliğinde kalmış anlara götürüyor ve hatırlamanın tadını da öyküsüne katıyor.

**

Bülent Çallı tüm bunları yapıyor yapmasına da... İletişim'e ve İletişim nezdinde TÜM yayınevlerimize her zamanki serzenişimi buradan yapmazsam ben "ben" olmazdım:

Şu düzelti işini lütfen ciddiye alın. Baskı hatasını bir yere kadar sineye çekebiliyorum doğruyu isterseniz ama düzelti hataları - çok da ucuz olmayan fiyatlara sattığınız kitaplarda - ağır canımı yakıyor. Siz blog yazmıyor ya da fanzin çıkartmıyorsunuz ki biz gördüğümüz hataları sizin amatörlüğünüze verip geçip gidelim? Yazarların nasılsa birileri metni okuyup düzelteceği için konsantrasyonlarını bozmamak uğruna feda edebileceği bir takım basit ama önemli kuralları siz yakalayın ve gözümüzü tırmalanmaktan koruyun. Sizin göreviniz bizi "iyi edebiyat"la buluşturmak değilse nedir ki? Ve, kusura bakmayın ama bu hatalarla "iyi edebiyat"ı törpülüyor ve hatta yer yer eritiyorsunuz. Bu hem yazarın emeğine hem de okurun kesesine haksızlıktır.

**

Toparlayalım:

Yazarın karikatürizasyon yeteneği sayesinde ben "siyah paltolu adam"ın kendi de dahil olmak üzere tüm karakterleri pek sevdim. Okumak isteyecekler için hikayenin özüne dair bazı şeyleri ortaya sermekten çekindiğim için kibarca önermekle yetinmem sanırım en iyisi olacak. Yine de, bir şey demeyeceğimi söyledim biliyorum ama kendimi o kadar da tutmam mümkün değil, eğer Faust'u severek okuduysanız ve kara mizah sevdiğiniz bir türse muhakkak okuyun diyorum.

Bir mini eleştiri getirmeseydim kendime ters düşerdim diyerek de şu notu ekliyorum: Siyah Pelerinli Adam ile Siyah Paltolu Adam'ın kendi hikayelerini de okumak isterdim ben. Son sayfalardaki kısacık özgeçmiş bana yetmedi. Biraz daha detay, biraz daha yolculuk güzel olurdu sanki? Kim bilir, belki de planda tamamen Siyah Paltolu Adam'ın kendi maceralarına adanmış bir roman vardır ya da olacaktır. Keşke olsa. :)

Aklıma gelmişken:
Birçok insanın okuduğu romanın ilk cümlesine önem verdiğini ve romana nasıl giriş yapıldığının yorumunu yaptığını biliyorum ancak benim için daha önemli olan cümle romanın en son cümlesidir. Girmek o kadar zor değil diye düşünürüm, önünüzde o fikri (gerekirse) düzeltecek koskoca bir öykü vardır ancak eğer şık bir şekilde çıkamazsanız o son sayfadan, bir daha okurunuzu tavlamanız zor olabilir çünkü her ne okutmuş olursanız olun aklında o son cümle yer edecektir (düşünün ki kalecisiniz ve 90 dakika şahane bir performans gösterdiniz ancak 90+1'de öyle rezil bir gol yediniz ki, takımınızın turu geçmesine engel oldunuz, nasıl hatırlanırdınız dersiniz?).
Bu romanın son satırıyla kucağımıza attığı o son şaka için yazarımızı tebrik ediyorum, bayıldım! :)

Son (özel) söz:
Bülent (Çallı) benim (pek kıymetli ille de ROMAN olsun! kitap kulübümüz vasıtasıyla tanışıp birçok kitabı birlikte tartıştığım) sevdiğim bir arkadaşım. On parmağında on marifet bir insan. Gurur duyarak okudum bu ilk romanını ve biliyorum ki bundan sonra da merakla alacağım her yeni kitabını. Yürekten tebrikler ve daha nice nice böyle güzel romanlar olsun Bülent! :)

20 Haziran 2015 Cumartesi

Belki Bir Gün Uçarız - Aylin Balboa

Öykü okumayı severim.
İnsanın kendi deliliğiyle kucaklaştığı, karanlığını cesaretle ortaya koyduğu, kendiyle konuştuğu metinleri severim.
Hal böyle olunca, bir de benden önce okuyan Özlem'cim çok beğenip de bana ödünç verince, 'Belki Bir Gün Uçarız'ı pas geçmem mümkün değildi.

Öncelikle;
Benden daha dürüst oldukları ve kendi hakkımda benim ifade edemediklerimi sayfalara dökerek insanlara anlatabildikleri için bana kendimi yalnız değilmişim gibi hissettiriyor Aylin Balboa gibi yazarlar. Açık sözlü, cesur ve samimiler. Biraz uçuk, kaçık, deli belki ama bir o kadar da gözüpek olduklarını düşünüyorum. Yaşadıkları onca badireyi tebessümle aktaran herkese saygım sonsuz. Onları seviyorum, iyi ki varlar ve iyi ki bizlere de anlatıyorlar.


Güzel ve samimi bir metin. Gençlik ve isyan akıyor her satırından. Çok kolay okunuyor, birçok etkileyici ve altı çizilesi cümleler barındırıyor.

Misal:

"Yemek yiyor musun, dedi. Sizi seven bir adamla sevmeyen bir adamın soruları arasında fark vardır."

Ya da:

"Hiçbir yalan seni ikna etmiyorsa ve seni ikna edecek bir yalan bulmak için canını vermeye hazırsan ve yani sen de bir can taşıyorsan ama bunu bir türlü ispatlayamıyorsan ve zaten artık ispatlamaya da çalışmıyorsan çünkü yorulmuşsan ve faydası olmadığını anlamışsan...
Ama yine de, bile bile koşuyorsan... İçinde atlar varsa..."


Ama;
Benden geçmiş galiba artık bu gibi öykülerde kaybolmak. Sanırım yaşım ve de yaşadıklarım biraz törpülemiş isyanımı ve "gençlik" deliliğim ehlileşmiş. Günlük yazmak / okumak ve hatta kendimle konuşmak ya da birinin kendini tedavi etmesine şahitlik etmek heveslerim dinmiş. İnsanların defolarıyla didişmelerinin, kabullenmeyi reddedişlerinin ve hayatla tenis oynamalarının beyhudeliği işlemiş olmalı ki içime, "evet evet beni anlatıyor işte bu benim!" heyecanı düşmüş yakamdan.

Ve bu yüzden de bundan belki 10 yıl kadar önce büyük bir heyecanla ve bir tek günde ara vermeksizin okuyup şuraya çok farklı tonda taşıyacağım bir kitap şimdi sadece "evet ben de hissetmiştim, vay be kaç yıl geçmiş" gibisinden bir his uyandırmış bende.

Yanlış anlaşılmasın: beğendim. Kitapla değil derdim, kendimde keşfettiklerimle kavga halindeyim şu anda. İsyanım dinmeseymiş iyiymiş...

Aylin Balboa, sen bana bakma, bu benim kişisel sorunum. Senin kitabın ÇOK güzel.

Sizi şununla bırakmak istiyorum şimdi:


İyi okumalar.

Geri Döndüm İşte Sonunda! :)

Uzun yıllar boyunca ayda en az iki kitap bitiren, yolda ve evde ve herhangi bir yerde (beklerken mesela) tüm boş dakikalarını kitap okumaya ayıran ben, 2015 yılının ilk 6 ayında tek bir kitap dahi bitiremedim. Bir nevi "okur tıkanması" denebilir sanırım buna. Kafa yorgunluğu ya da belki? Üç ayrı kitaba giriş denemesi yaptım, sayfalarca ilerledikten sonra okuduğum hiçbir kelimenin kaydedilmediğini fark edince peşini bırakıp kendimi zorlamadım. Ve haliyle, büyük hevesle açtığım bu bloga da Ocak'tan bu yana hiçbir giriş yap(a)madım.

Sanırım artık bitti. :) Galiba o tıkanıklık açıldı, blokaj kalktı, beynim gene okuduklarını anlar ve takip eder hale geldi. Ne mutluluk!

Bu arada, yeşil sahalara dönüş için ısınma turlarındayken, arkadaşlarımdan görüp heveslenerek GoodReads hesabı açtım. Henüz pek bir aktif olamadım ama sanırım bir iki haftaya kadar oraya daha önce okuduklarımı ekler, yorumlarımla ahkamımla fink atmalara başlarım :) Bu konuda hevesliyim, bu yaşıma geldim, kitap okumak / yazmak / konuşmak / almak kadar beni mutlu eden, heyecanlandıran bir başka şey olmadı. Eski havayı yakalayabilmek büyük isteğim. Göreceğiz bakalım!

Sıraya dizdiklerim şöyle:


Bunlar kitaplığın rafları dışında sabırla son bir yıl boyunca beni beklemiş olan kitaplarım. İnatla yeni kitap almıyorum okuyamamaya başladığımdan beri ve bu kitapları bitirmeden yeni kitap almamak konusunda çok kararlıyım (nasip, kısmet, mukadderat tabii!)

Salman Rushdie ve Şeytan Ayetleri'nin ortasına geldim bile bu arada bakınız... Belki ilk biten o olur! ;)

Bana iyi okumalar, sizlere de öyle..!

31 Ocak 2015 Cumartesi

Ölü Reşat - Aslı Tohumcu

Kitaplar güzeldir.
Hediyeler güzeldir.
Hediye kitaplar ise (bence) en güzeldir.

Ölü Reşat ile tanışmam da böyle oldu işte. Kendi halime bırakıldığım zaman almazdım, biliyorum. Canımıniçi sevgili Ö. de bunu düşünmüş, seveceğimi bildiği için gitmiş, almış, gelmiş. Çok çok iyi bir şey yapmış.

Sıklıkla fantastik öğelere yer veren, mizahın kara sınırında dolaşan, tesadüfler (?) ve de beceriksizlikler (!) ile bezenmiş eğlenceli bir öykü Adnan ile Reşat'ın öyküsü:

Tanrının katında bir karışıklık olur ve Mürşideanım'ın rahminden çıkması gereken Reşat'ın yerine sırasını kapan Adnan doğuverir. Reşat da peşinden dünyaya iner ve sırasının kapılmasının - doğamamasının - intikamı için Adnan'ın peşine düşer. Ve olaylar gelişir...


Özlediğim İ.O.Anar tınısını yakaladım Aslı Tohumcu'nun sayfalarında. Kendisi bunu özellikle mi yapmış, Anar'a dair fikir ve hissi nedir bilmiyorum (pek tanımıyorum Tohumcu'yu) ama bilerek ya da bilmeden Anar'a saygı duruşuna geçmiş kitabında.

Kendisi de Bursalı olan Tohumcu hikayesini Bursa merkezli yazmış. Bir röportajda Bursa ile ilgili söylediklerini okuduğumda bunun ne kadar doğru bir seçim olduğunu düşündüm ben de:
"Bursa her zaman büyülü, masalsı bir yer oldu hayatımda. Dünyanın en güzel sokaklarında düşe kalka, dizlerimi yaralaya yaralaya ancak hiç incinmeden büyüdüm. Coğrafyası kadar insanlarıyla da etkileyici ve beni pamuklara saran bir yer oldu, hâlâ da öyledir."
Buradan yola çıkarak Bursa'ya bir selam göndermiş ve bir şekilde bir "kent romanı" yazmış Tohumcu. Bunun yanı sıra, 1940lı yıllardan başlayarak günümüze kadar gelirken yer yer siyasi ya da toplumsal olaylara da değinerek bugün içinde bulunduğumuz ahvalin bir kısım nedenini hatırlatıvermiş bizlere. Pek güzel ve yerinde olmuş.

Kısa bir kitap. Eğlencesi bol. İnsanlık tarihi boyunca sıklıkla sanata konu olan iyi ve kötü savaşı burada da işlenirken yer yer düşünmeye de sevk ediyor. İroni dolu bir masal söz konusu. Daha ne olsun?

Kitabın yarı alakalı tekmillerinden birinden şuraya ufacık bir bölüm alarak tavsiye ederim:
"Melekten bol şey mi var Allah katında, bir öteki de, kadınların ne kadar ileri gidebileceklerini görmek niyetiyle, platform topuklu ayakkabıların, 70'lerin gündelik hayatının vazgeçilmez aksesuvarlarından biri olmasını ilham edecek kişiye ilham verecekmiş.Bir başkası, Rabbimizin cin fikirlere zaten açık bir kuluna, hayatlarının boktanlığının hayal meyal bilincinde olsalar da bunu asla kabullenmeyecek yüzlerce insanın kendini bir şey sanmasına yardımı dokunacak, "Hangi ikinci yeni şairsiniz?", "Hangi 20.yüzyıl romancısısınız?" başlıklı testleri sıraladığı bir internet sitesi açtırarak köşeyi döndürtecekmiş." 
İyi okumalar! :)

30 Ocak 2015 Cuma

Koşmasaydım Yazamazdım - Haruki Murakami

Kitap kulübümüz, gözümüzün nuru "ille de ROMAN olsun!"un son toplantısından çıkıp da eve geldiğimde kendimi güvenli gördüğüm - seveceğimden emin olduğum - bir kitaba vurmaktan başka yapacak pek bir şey bulamadım ve her zamanki gibi dar zamanlarımın kurtarıcısı Haruki Murakami'nin kollarına atıldım (dar zaman kurtarıcısı derken, şimdiye kadar Murakami'den okuduğum roman sayısı hepi topu 3'tür, yanlış anlama olmasın. yine de, çok severim onun stilini, o başka).

Aralık 2013'te, ilk baskısı raflara çıktığında aldığım ancak gerek işlerin yoğunluğu ve gerekse de iRo!'nun okuma programı nedeniyle okumaya fırsat bulamadığım 'Koşmasaydım Yazamazdım' ile buluşmam böylece araya giren 1 yıldan sonra gerçekleşebildi.

Ne de iyi oldu!


Her şeyden önce, "iyi ki de ROMAN değildin!" güzel kitap! :) Kitap kulübünden önce roman okumak konusunda pek az deneyimi olan ben 6 yıl boyunca sadece roman okuyunca farklı türleri gerçekten özlemişim, bunu fark ettim (hayır, roman kötüdür demiyorum, nasıl diyebilirim böyle bir şey?) ve Murakami'nin özel hayatına ucundan köşesinden dahil olmanın tadını çıkarttım.

Maalesef işlerimin en yoğun olduğu 2 haftalık süreye denk gelince hepi topu 169 sayfa olan bu kısa kitabı ancak bitirebildim ve aralarda bana göre uzun sayılacak esler vermek zorunda kaldım okumama. Buna rağmen, Murakami'nin kafasının içinde ve karakterinin sınırlarında dolanmaktan çok hoşlandım.

Kendini irdelerken samimi davranmaktan kaçınmamış yazar. Yazma eylemini sağlıklı (başarılı) bir şekilde yerine getirebilmek için sağlıklı (güçlü) bir bünyeye sahip olması gerektiğine karar vermesiyle birlikte uzun mesafe koşucusu olmuş. Tam maratonlar koştuğunu, bunun için hemen her gün antrenman yaptığını, triatlon deneyimlerine sahip olduğunu bilmiyordum ben bu kitabı okumadan önce. Zaten kitabın adına ya da konusuna değil de yazarına tav olarak aldığım için, bir Murakami günlüğü okumayı umarak başladım ve bunu bulabildiğim için de mutlu bir şekilde kapağını kapatıp bu yazıya başladım.

Zeki bularak sevdiğim metinlerin sahibinin hırslı ve kendiyle kavgalı bir insan olması beni hiç şaşırtmadı. Kişiliğini sevmeyen ve bundan şikayet etmese de bunu zaman zaman mazeret yapmaktan çekinmeyen bir insan olduğunu sanıyorum Murakami'nin. Sanırım kendimi de biraz bulduğum için (hırs yok bende bakın, o başka!) bazı açılardan kitabın bana ayna tuttuğunu düşündüm. Kendisini şaşırtan, endişelendiren, korkutan ya da zorlayan şeyleri açık bir şekilde (ve tabii birçoğumuzdan çok daha edebi bir dille) anlatması sayesindedir ki, Murakami okuru olmayanlara dahi tavsiye edebilirim bu kitabı.

Ancak...

Çeviri ve düzelti için aynı şeyi diyebilir miyim çok emin değilim. Kitap Japonca aslından çevrilmiş, Japonca bilmediğim için o konuda bir yorum yapmam mümkün değil (ve belki de çevirmen İngilizce bilmediği için beni rahatsız eden bir kısım noktayı gözden kaçırdı) ancak düzelti bunun için var ve yayıncıların büyük kısmı hala bu konuda ciddiyet sahibi değil maalesef.

Murakami'nin sanatın (ve dolayısıyla da, sanatçıların) sağlıksız olduğu kanısına değindiği kısım 3 ya da 4 paragraftan oluşuyordu yanlış hatırlamıyorsam ve yazar bu kısma girişte bu kanıya katılmadığını belirtirken bir sonraki paragraf itibariyle bunun aslında karşı çıkılmayacak bir kanı olduğunu ve aslında sanatçıların pek de sağlıklı bir iş yapmadıklarını, bu nedenle de bünyelerini güçlü tutacak şeylerle uğraşmalarının iyi olduğunu düşündüğünü yazıveriyor. Bu çelişki bilmem yazar kaynaklı bir çelişki mi yoksa çeviride bir şeyler ters mi gitti? Olabiliyor, daha önce başıma gelmişliği var.

Bir bariz örnek de aşağıdaki fotoğrafta sizlerle:


Neyse ki "willow" (söğüt) ve "pillow" (yastık) arasındaki fark o kadar da büyük değil...?

Son olarak bir de kitabın adının Türkçe çevirisi olan "Koşmasaydım Yazamazdım". Emin olamamakla birlikte, bana pek de Japonca adının tam çevirisi değilmiş gibi geldi. Bunu da sadece uzun uzun yazılmış olan kitabın orijinal adından ötürü değil (Japonca farklı bir dil nihayetinde, belki de uzun uzun dediği şey bizim dilimize böyle tercüme ediliveriyordur) aynı zamanda yazarın son sayfaya düştüğü notta kitabın adını seçerken ilham aldığını söylediği "What We Talk About When We Talk About Love" (Aşktan Söz Ettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz) referansından ötürü düşündüm.



Kim bilir? Belki de yanılıyorumdur. Yine de, ricadan zarar gelmez, yayıncılardan ve çevirmenlerden okurlarına saygı duymalarını ve işlerini ciddiye almalarını rica ediyorum bir kez daha.

Pek severek okuduğum şu kısımla yine de ve her şeye rağmen okumanızı tavsiye ediyorum Murakami'nin mini ve hatta tek eksenli hatıratını:


Altını çizmek isteyeceğiniz cümleler bulacağınızı düşünüyorum yer yer. İyi okumalar!