26 Kasım 2013 Salı

Granadalı Hasan: Amin Maalouf'un Leo'su.

Amin Maalouf’un herhangi bir kitabının çıkması yeterliydi bir zamanlar heyecanla kitapçılara koşup da hemen edinmemiz ve bir solukta okuyup bitirdikten sonra birbirimize hevesle anlatmamız için. Ben de birçok “bizim nesil mensubu” gibi zamanında okumadık Maalouf kitabı bırakmadığımı ve hepsini de çok sevdiğimi hatırlıyorum. Bu nedenle de Meltem bize elinde Afrikalı Leo ile geldiğinde ne kadar sevindiğimi söylememe gerek yok muhtemelen.

Dedikten sonra…

Keşke geçmişi geçmişte bıraksaymışım! Kitabın ilk sayfasına o zamanlar düştüğüm nota bakacak olursak, ben Afrikalı Leo’yu ilk kez Mart 1999′da okumuşum ve aradan geçen 14,5 yılda da okuduğum her şeyi unutmuşum! Damağımda bıraktığı hoş lezzet kalmış (ama o sanırım genel Maalouf etkisi) ama ne karakterleri ne de örgüyü hatırladım okurken. İyi de oldu bir bakıma, temiz temiz okumuş ve takılacak birçok nokta bulmuş oldum.

Her şeyden önce, Yapı Kredi Yayınları’na buradan iki üç cümlem var aktarmak istediğim: UTANMALISINIZ! Ben müşkülpesent bir okur olarak büyük acılar çektim okurken evet ama “sıradan” (?) bir okur da – biraz dikkatliyse – aynı acıları çekecektir eminim. Büyük bir tutkuyla “öz türkçe” (?) kelimeleri araya serpiştirmenin anlamını sorguladığımı da ekleyerek tek bir çeviri örneği verecek ve bu konuyu çok uzatmayacağım tadımızı kaçırmamak adına:

"Kaçmak için tasarılar yapmaya başladım. Tek girişimim başarısızlıkla sonuçlandı. Hiçbir zaman hızlı koşamadım. Hele hele rahibelik alışkanlıklarıyla. Bahçıvan beni yakaladı…" (sayfa 287, 11.baskı, Ekim 1998)

Çok özür dilerim, neyle?? Kitap ister İngilizce’den istersen de Fransızca’dan çevrilmiş olsun (ki arkadaşlarım İngilizce’den çevrilmiş olabileceğini söylediler ve ben bunun da neden öyle olduğunu anlayabilmiş değilim aslı Fransızca olduğu için) nun’s habit mi yazıyor acaba aslında orada? Habit sadece alışkanlık değilken, aynı zamanda rahibelerin giydiği cübbeye de verilen isimken acaba orada rahibemizin koşmasına engel alışkanlıklarından ziyade kıyafeti olabilir mi? Ben bunu anlayabilirken böyle bir çeviriye soyunmuş bir çevirmenin de anlamasını beklemek çok mu fazla? Sanmıyorum...

Bu arada, benim okuduğum 11.baskıydı ama arkadaşlarımız arasında 39.baskıyı alanlar vardı ve aynı hatalar aynen devam etmekte. Bunca yıl boyunca, bunca baskıda bu dikkatsizlikler nasıl düzelmez? Nasıl hiç düzelti yapılmaz? Benzer birçok soru sorabilirim ama yine sakince 40.baskıda düzeltmenizi umuyorum. Okurlarınızı aptal yerine koymayın lütfen, çok da ucuz değil Türkiye şartlarında kitap satın almak ve de “iyi” yayınevlerimizden daha özenli çalışmalar beklemenin hakkımız olduğunu düşünüyorum.

Maalesef çeviri ve düzeltiye o kadar takıldım ki okurken Hasan’ın maceralarından çok fazla tat alamadım. Okurken not aldığım ve çok beğendiğim kısımlar olmadı mı? Tabii ki oldu. Özellikle de okuduğum andan bu yana sürekli olarak kendime tekrarladığım bir kısım var ki, çok hoşuma gitti:

"Tanrı’ya beni uğursuzluklardan koruması için dua etmiyorum. Böyle durumlarda beni umutsuzluktan koruması için dua ediyorum. İnan, Tanrı bir elini bıraksa öteki elinden tutar." (sayfa 269) 

Tanrısal olan hiçbir kısmına bulaşmadan, cümledeki umut kaybının getireceği sıkıntılara yapılan vurgu kulağıma küpe oldu diyebilirim. O gün bu gündür her stresli an ve sıkıntılı durumda bunu kendime tekrarlayarak sakinleşiyorum, iyi geliyor. Sırf bu nedenle dahi Amin Maalouf’a teşekkür ederek kitabı sevebilirim bakın.

Bu ve benzeri birçok altı çizilecek cümle ve paragraf var tabii kitap boyunca karşımıza çıkan, buna hiçbir sözüm lafım yok. Amin Maalouf iyi bir anlatıcı, iyi bir aktarıcı, cümleleri rahat okunan cinsten. Bir de çeviriler güzel olsa!



Okuyanın pişman olmayacağına inanıyorum. Tek kişisel şikayetim doğuştan Müslüman olan Hasan’ın Endülüs ve Kuzey Afrika’daki görece olağan öyküsüne romanın en kapsamlı kısmı ayrılmışken Hristiyanlığa devşirilerek vaftiz edildiği Vatikan günlerine sadece 66 sayfa ayrılmış olması oldu. Hevesim kursağımda kaldı diyebilirim çünkü aslında en enteresan (ve hatta kendi içerisinde bir roman) olabilecek bir bölüm olabilirdi eğer detaylıca işlenebilseydi. Maalesef Maalouf benim gibi düşünmemiş ki birden Vatikan’a gönderdiği Hasan’ı birden oradan çıkartıvermiş.

Daha iyi Amin Maalouf romanları var evet. Ama Afrikalı Leo da iyi bir roman, kötü değil.

Bitirirken not: Afrikalı Leo (Leo Africanus) olarak da bilinen Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez-Zeyyati gerçekte de yaşamış bir karakter. BBC’nin aşağıdaki belgeseli ilginizi çekecek olursa şimdiden iyi seyirler diliyorum:




 ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Köpek ve Yıldızlar – Peter Heller

"Ağacın gölgesinde akan suyun serin esintisinde durdum ve bıraktım ses, hafif rüzgar içimden geçsin. Ben bir deniz kabuğuyum. İçi boş bir deniz kabuğu. Beni kulağınıza dayadığınızda hayalet okyanusun uzaklardaki akışını duyarsınız. Sadece boşluk. Akıntının veya gelgitin en ufacık basıncı altımı üstüme getirip sürükleyebilir beni. Yıkanıp temizlenecektim. Burada, bu derede tamamen kuruyacak ve ağaracaktım, kağıt inceliğine ulaşıp kırılganlaşana dek ovacak beni rüzgar, kabartacak, en ince derilerimi soyacaktı. Ufalanıp kumlara karışıncaya dek. İşte böyle hissediyordum. En sonunda hiçbir şeye, hiçbir şeye sahip olmamanın bir rahatlama olduğunu söyleyecektim ama rahatlığımı dışa vuramayacak kadar boştu içim, bu duyguyu taşıyamayacak kadar boş."

Amansız bir grip salgını sonrasında hayatta kalmayı başarabilenleri esrarengiz bir kan hastalığı kırıp geçirir. Çok az sayıda insan vardır artık ve bu post-apokaliptik dünyada hayatta kalabilmek için herkes kendinden ve sadece kendine karşı sorumludur. Hig de her şeyini ve herkesini kaybetmiş ama hayatta kalmıştır bir şekilde ve köpeği Jasper ile sert çocuk arkadaşı Bangley’le birlikte yaşamaktadır.

Böyle başlıyor son zamanlarda okuduğum en dokunaklı romanlardan biri olan 'Köpekler ve Yıldızlar'. Anlatması çok zor çünkü her ne olursa olsun sayfalarda karşımıza çıkan tüm insanlar hem çok tanıdık hem de bir o kadar uzak hepimize. Gündelik hayatta zaman zaman şikayet edebileceğimiz yalnızlık ve geçmişe duyulan özlem tanıdık olan kısım ama o “her şeyi ve herkesi kaybetmiş olmak” halinin getirebileceği kesif ve sonsuz yalnızlık ile insanın ciğerini delen o geri dönüşü imkansız kayıpların özlemi sanıyorum çok büyük bir çoğunluğumuzun anlayabileceğinin çok ötesinde hisler. Ve umarım da hep öyle kalır!

Uzun uzun hakkında yazarak romana dair bir beklenti oluşturmak istemiyorum çünkü çok dingin bir şekilde akıyor öykü Hig’in başından geçen her şeye rağmen. Yazarın yapmaya çalıştığı şey eğer bu örgü ve fantazi üzerinden okuru kendi korku ve pişmanlıklarıyla yüzleştirmekse benim üzerimde başarılı oldu diyebilirim. Okuduğum süre boyunca ve bitirip de kenara koyduğumdan bu yana “ben olsaydım…?”ları düşünmekten ve “iyi ki ben değilim…”lere sevinmekten başka bir şey yapmadığımı söylemeliyim.


"Titrek kavakların yarısı yapraklarını hala dökmemiş, hala yaşıyor. Solumuzda Raggeds vahşi doğa parkının sağlam duvarları var. Başımla selam verip üstünden uçuyorum. Bölge gitgide sakinleşiyor. Bundan sonra kilometreler boyunca titrek kavak ormanları göreceğim. Yakıt göstergesine hafifçe vuruyorum. Yüz on litre. Eve dönmeye yetecek kadar yakıt yok. Bu kadar basit. Kafayı sıyırmamız bu kadar basit işte."

Ben sevdim, tavsiye ederim!

Ufak bir not düşmek istiyorum bitirirken: son dönemde benim bireysel okumalarımla ilgili yazdıklarımı takip edenler neredeyse sadece Kolektif Kitap yayınlarını okuduğumu fark edeceklerdir. İnceleyin ve okuyun diyorum çünkü çok güzel projeleri en güzel bir şekilde getiriyorlar bize, iyi ki varlar!

Bunların hepsini dedikten sonra, bir minik eleştiri ile bitirmek isterim yazımı (o da nazar boncuğu olsun!) zira malumunuz eğer bir şeyin daha iyisinin olabileceğine dair en ufak bir hissim varsa kendime engel olamıyorum! Romanın orijinal adı "The Dog Stars" yolunu kaybetmiş bir insanın arayışını da yansıtırken (bkz. Sirius) maalesef Türkçe’ye “Köpek ve Yıldızlar” olarak çevrilmesi bu anlamı yitirmemize sebep olmuş – farklı bir çeviri düşünülemez miydi diye düşünmekteyim ama daha iyisini de henüz yapamadığım için fazla söylenmiyorum!

27 Ekim 2013 Pazar

hikayem paramparça & bangır bangır ferdi çalıyor evde..

Okuduğum öykü kitaplarıyla ilgili her yazıya öyküleri romandan ya da tüm diğer yazın türlerinden daha çok sevdiğimi yazmam alışkanlık oldu sanırım, bu yazım da daha farklı başlayamayacak haliyle... Geçen yılın kitap fuarında satın aldığım, çok uzun süre çeşitli sebeplerden ötürü rafta bekletmek zorunda kaldığım ve aylar önce okumuş olmama rağmen ancak oturup yazısını yazabildiğim iki öykü kitabı var elimde şu anda. Öyküseverler şu saate kadar mutlaka okumuşlardır eminim her ikisini de ama ben yine de bir iki satırla şuraya kayıt düşmek istedim.



Hikâyem Paramparça - Emrah Serbes, İletişim Yayınları 2012

Emrah Serbes'in Behzat Ç. serisini okumamış olsam da kendisini (bayılarak okuduğum) Erken Kaybedenler'den zaten tanıyordum ve büyük bir beklentiyle aldım bu kitabını da elime. Okuyup bir kenara koyalı neredeyse 2 yıl geçmesine rağmen hikayelerinin tamamı hala bir şekilde aklımda kalabilmiş Erken Kaybedenler'in maalesef (bence tabii!) oldukça uzağına düşmüş Hikâyem Paramparça. Emrah Serbes'in alamet-i farikası sert ve karanlık cümleleri baştan sona insanın zihnini ve kalbini çizmeye aday evet fakat bir duygu eksik gibi. Yüksek beklentili okumalar sonrasındaki olağan hayal kırıklığı belki de bu, afili filintalar blogunu takip edenlerin (örneğin ben) hikayelerin birçoğunu zaten önceden okumuş olmalarının getirdiği bir "e ben bunu biliyorum ki!" hissi ya da... Yeni bir öykü kitabı yerine "internet ve Birikim Dergisi'nde önceden yayımlanmış öykülerin derlemesi" diye elime almış olsaydım belki bu kadar hevesim kursağıma tıkalı kalmayacaktım (burada ufak bir not düşmek istiyorum, bu hisse maruz kalmam tamamıyla kendi hatamdır, kitabın kapağına açtığınızda bu kitabın bir derleme olduğu bilgisini görüyorsunuz - bakmayan, bilmeyen, ironik bir şekilde okumayan benim).

Bu kadar şikayet ettim ve olumsuz sözler sarf ettim evet ama pişman mıyım aldığıma ve okuduğuma? Asla! Erken Kaybedenler deneyimimden sıyrılıp da okuduğumda yine de çok beğenebilirim biliyorum ve bu nedenle de karanlık metinleri, Serbes'i ya da öyküleri seven herkesi her zaman Emrah Serbes öykülerini okumaya davet ediyorum. Beğeneceksiniz, biliyorum! Hatta belki de benim gibi bazı paragraf ve cümlelere işaretler koyup notlar düşeceksiniz ve kendi yaşam öykünüz ya da hatıralarınızla paralellik yakalayıp dalıp gideceksiniz...
"İnsan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor daha çok. Memleketi o zaman oluyor. Doğduğumuz büyüdüğümüz şehirdeki bütün değişimleri hüzünle kaydetmemizin nedeni bu. Hüzünlenmek için illa somut bir yıkıma da gerek yok. "Eskiden bu okulun kapısı paslıydı ne güzel," diye üzüldüğüm de oldu. Konu, doğduğumuz yerin mazisi olunca asla vazgeçemeyeceğimiz takıntılar var çünkü. Renkler var, sesler var, kokular var, binlerce ıvır zıvır var. Sonsuza kadar yitirilmiş anlar var. İnsan zamanını durdurmak istediği yere aittir." (S.40 - Zamanın Memleketi)
"- Hocam sınav nereden nereye kadar? / - 1915'ten Hrant'ın vurulduğu yere kadar." (S.38 - Haysiyet Sınavı) 
 Okuyun lütfen!


 
Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde... - Mahir Ünsal Eriş, İletişim Yayınları 2012

Belki de son yazmam gerekeni en başta yazacağım ama ben Eriş'in öykülerine tek kelimeyle, B A Y I L D I M !

Her fırsatta dile getirmeye çalıştığım gibi, çocukların gözünden bakılan hikayeleri, insanın içini sızlatan o naif (ve bu nedenle belki daha da çok can yakan) metinleri çok sevmiyorum. İyi yazıldıkları zaman çok güzel olduklarına bir lafım yok, kesinlikle öyle oluyorlar evet ama çocukların başına gelen tüm talihsizliklere karşı o kadar hassasım ki, mümkün olduğunca kaçıyorum bu tip metinlerden. Ve nasıl oluyorsa, ben ne kadar kaçarsam kaçayım, onlar bir yerde beni mutlaka yakalıyorlar. Yakalıyorlar ve kalbimi çizip kendilerine bir su yolu oluşturuyorlar, orada sürekli olarak akıyorlar ve birikiyorlar sonrasında. Kurtulamıyorum etkisinden. Eriş'in ilk öyküsü başta olmak üzere bazıları işte aynen böyle karşılayıp yakalıyor beni ve şimdi o bahsettiğim çizikte, içimde sızlıyor ben bunu yazarken.

"Bir gece, daha Mobilet'i kazımaya başlamamızdan önceki zamanlardı, okul devam ediyordu. Ben ikiye geçmemiştim daha, abim dördü bitiriyordu. Henüz sandalye yardım ve yataklığa başlamamıştı Bergen'in ıstırap dolu çığlığına. Gök gürleyince korkup uyanmıştım. Dışarıda bir yağmur toprağı dövüyordu şiddetle ve toprağın ağlayışını duyuyordum sanki iniltiler halinde. Abimin yanına yattım önce. Abim, Kuran kursuna gittiğimiz caminin halıları gibi kokan ağzını yarı açmış, hırıldayarak uyuyordu. Geçmedi korkum. Sanki yukarılarda, bizim hiç göremeyeceğimiz bir yerlerde, çok ama çok büyük, boş bidonlar devriliyordu. Allah'ı seviyordum ben ama korkuyordum da. Korkmadan sevgi mi olur zaten? Abim mesela, Atatürk'ü seviyordu ama korkmuyordu ondan. Resmini bile asmıştı yatağının üstüne. Allah'ın resmi yoktu, annem kızmıştı sorunca zaten. Ben de asmak istiyordum bir resmini abime hava atmak için; belki o zaman daha az da korkardım." (S.76 - Ringo) 
Önerdiğim / beğendiğim tüm öykülerde olduğu gibi, burada da kahramanlarımızın her biri birer kaybeden ve de hepsi bunun farkında. Hepsi farkında ve bu hiçbirinin umurunda değil. Bu nedenle de öykülerin hiçbirinde duygu sömürüsü yok. Hepsi net ve temiz, bu nedenle de çok vurucu. Tavsiye ederim.

17 Ekim 2013 Perşembe

Allahın Kızları - Nedim Gürsel

"Ama bir zaman oldu Allah'ın kızları da vardı. Burada, bu göğün, bu güneşin, bu buharın altında; bu kayalık tepenin yamacında, bu yolun, yolların bitiminde. Allah'ın kızları El Lat, El Uzza ve El Manat. Onları da dinle! Onların sesini."

 Allah'ın Kızları ilk yayımlandığında ve birbiri ardına bir çok baskısı hızla yapıldığında ilgimi çekmişti ve almıştım. Kitap alıp rafta on yıllarca bekletmemle ünlüyümdür aslında fakat yazarına bu kitaptan ötürü (dini değerleri aşağılamak) dava açılması ve "bizim de artık bir Salman Rushdie'miz var" havasının yaratılması üzerine çok da zaman kaybetmeden okuduğumu hatırlıyorum (şimdi kapağın içindeki notuma baktım da, Eylül 2008'de okumuşum ilk olarak ben Allah'ın Kızları'nı).

Bu nedenle, Seyhan bize bu kitabı getirdiğinde de sevindiğimi saklamayacağım çünkü hem çok yoğun bir dönemde olduğum için kitabı okumaya çok vakit ayıramayacaktım maalesef ve de daha önceden okumuş olduğum bir kitap olduğu için biraz karıştırıp tazelenebileceğimi düşündüm hem de zamanında okurken çok beğendiğimi hatırladım.

Toplantıya kitabı sadece bir karıştırıp gittiğim doğru, fakat sonrasında oturup baştan tekrar okudum ve fark ettim ki 5 yıl sonrasında da aynı şekilde sevdim Allah'ın Kızları'nı. Kolay ve rahat bir okuma oldu, dini bir dala tutunmadan okuduğum için olsa gerek kendimi daha çok masal okur gibi rahat ve özgür bıraktığım için de hiç zorlanmadan, kafam karışmadan, kalbim ya da aklım sıkışmadan akıttım sayfaları birer ikişer.

Öncelikle bir noktaya temas etmem lazım yine de: bu kitabı bir roman olarak nitelendirmek zor aslında. Alıştığımız şekilde bir örgüsü yok. Ana kahramanın kim olduğu konusunda çok emin olamıyoruz okurken (PR'cıların çok başarılı - ve hatta olduğunun çok daha üzerinde - yansıttığı gibi bir İslam ve Osmanlı eleştirisi okuyoruz okumasına da, Muhammed'in hayatı mıdır üzerinden geçtiğimiz yoksa yazarın çocukluğunu anlattığı yarı otobiyografik öyküsü müdür bizi içine alan, bunu pek bilemedim ben). Saplantılı ve müşkülpesent roman okurları için bir varış noktası olmamasının (olayın tırmanıp tırmanıp da "nihayet"e eriştiği bir sona ulaşmayacak olacanı bilmenin) getirdiği bir eksiklik hissi kalıyor belki damakta ama benim gibi masallara, hikayelere, öykülere ve özellikle de efsanelere meraklılar için tadından yenmez bir metin çıkıyor ortaya sonuçta.

İki ayrı zamanda ve birçok farklı anlatıcının ağzından dinliyoruz biz öyküleri. Yeri geliyor putlar (ilahe diyelim peki tamam!) dile geliyor, yeri geliyor yazar çocukluğuna sesleniyor ve her iki düzlemde de önce doğuşuna şahit oluyoruz İslam'ın sonra da vardığı noktayı izliyoruz. Bir yandan ümmetçilik ile milliyetçiliğe giydiriyor yazarımız, bir yandan da tatlı tatlı peygamberlere eleştirilerini sıralıyor. Daha sert ifade edebilirdim elbette ben de bu cümleyi fakat yazar o kadar üstü örtülü ve kinayeli bir şekilde getirmiş ki eleştirilerini, hakkında yazarken benim de farklı bir şekilde davranmam çok mümkün olamadı. Kişisel olarak tercihim bu iki akışın birbirinden ayrılması olurdu: ya Muhammed'in öyküsünü okuyalım ya da Rahmi dede ile Osmanlı'nın son dönemi ile Cumhuriyetin kuruluş yıllarına gidelim. Şahsen bendeniz beceremedi bu ikisini birbirinin üzerine oturtmayı ve hep iki ayrı kitabı aynı anda okuyormuş hissi yaşadı. Yine de bu, kitaptan tat almamı engellemedi, bunu da söylememiş olmayayım.

İçeriğine çok dalmak istemiyorum aslına bakarsanız. Din ya da peygamber eleştirisi yapmayı bu platformda oldukça gereksiz ve hatta yersiz buluyorum. Ama, eğer az da olsa Turan Dursun okuduysanız ya da en azından biraz açık fikirli davranıp da din diye öğretilen kalıpların dışında sorgulayarak merak ettiyseniz zaten Kuran'da anlatılanın ötesindeki İslam'ı ve ayetlerin Muhammed'e nasıl indiğini biliyorsunuzdur ve de bunları bilen bir kişiyi bu kitapta yazılı olan hiçbir şey asla şaşırtmayacaktır.

Son sözüm: okuyun arkadaşlar! Okuyun ve düşünün. Ondan sonra neye inanıp inanmayacağınıza karar verin, ister pekiştirin inancınızı ister sorgulamaya başlayın isterseniz de bunu bir kurgu metin olarak ele alın. Okumaktan kimseye zarar gelmez. :)




Bitirirken not: yazıya eklemek üzere görsel ararken aşağıdaki linklere tesadüfen ulaştım ve okuduklarının ardından farklı kaynaklara ulaşmak isteyebilecekler için paylaşmak istedim. Henüz hiçbirini detaylıca okumuş değilim ama bilginin (değerlendirmeyi bilenler için) azı çoğu sağı solu yoktur diye düşünerek risk alıyor ve buraya yapıştırıyorum.

- NEDİM GÜRSEL’İN ALLAH’IN KIZLARI’NDA YAPISAL VE İZLEKSEL ÖĞELER (Dr. Ali TİLBE)
- The True Origin of 'Allah': The Archaeological Record Speaks
- False Deity: Quranic Arabic Corpus - Ontology of Quranic Concepts



"Allah'ın Kızları"nı da içeren bir "soy ağacı" diyelim buna :)

Son olarak, ilgilenen herkese, eğer okumadılarsa, İlhan Arsel'in "Şeriat ve Kadın" adlı kitabını öneriyorum bu arada, mis gibidir. :)

Herkese iyi okumalar!


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

22 Eylül 2013 Pazar

Kitabın başlığında “Çöplük” geçiyorsa uzak duracaksın (ikide iki ile kesin bilgidir!)

Lafı uzatmadan daha ilk satırda yazmam gereken bir şey var: son derece kişisel bir değerlendirme bekliyor sizi aşağıdaki yazıda, ben uyarımı yapayım. Ben bu kitabı sevmedim.

Hatta, “sevmemek”ten çok daha sert ve ağır kelimeler geliyor aklıma ama kişisel blogda yazmıyor olmanın sorumluluk hissiyle buraya sıralamak istemiyorum tüm his ve düşüncelerimi.

Okuması uzun sürdü, içine girememek bir yana etrafında dolaşmakta dahi zorlandım. Bitmedi gitti, çok uzun süre içimde büyük bir sıkıntı olarak benimle birlikte gezdi durdu “Çöplük” (nihayetinde bir Pazar sabahı saat 05:00 civarı son sayfayı çevirip “çok şükür, bitti!” diye kitabı bir kenara attığımı saklayamayacağım). Toplantımızda da aynı ruh daralmasını yaşadım ve o günden bu yana da oturup şu yazıyı yazmamak için türlü numaralar yaptım. Çünkü: ne yazacağım konusunda çok emin değilim.

İlk (ve emin olun ki son) Şebnem İşigüzel deneyimim olduğunu söyleyeyim önce. Karanlık metinleri, yeraltı edebiyatını, kült romanları, can yakan her şeyi ve de sürrealizmi seven bir insan olmama rağmen kitaptan tek satırda dahi ufacık bir lezzet alamadığım da bunun peşinden gelsin. 3 haftanın üzerinde bir zamanı ömrümden yediğiyle kaldı açık söylemek gerekirse ve kimseye böyle bir deneyimi önermem mümkün değil.

Bu nedenle, herkesin affına sığınarak, hiçbir yerinden tutamadığım bu “roman” ile ilgili herhangi bir yazı yazmamın da çok mümkün olamayacağını söyleyerek burada kesmem gerekecek.

Hayat o kadar kısa ki, kötü edebiyat ve okuruna tepeden bakan işgüzar yazarlarla geçirilen zamana yazık!

Not: Yazarımızın göğsünü gere gere esinlendiğini (??) belirttiği Koleksiyoncu (Fowles) okunmalı, o ayrı! :)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Sakın Kımıldama - Margaret Mazzantini: Acaba hiç şansımız olmuş muydu ki?

Çok “roman” bir roman Sakın Kımıldama. Rahat okunan, insanı zorlamayan, yormayan, akıp giden bir metin söz konusu. Çeviri güzel (ilk 100 sayfayı Can Yayınları’ndan, kalan kısmı ise Doğan Kitap’tan okudum – ikisi de güzel) düzelti iyi yapılmış, sıkıntısız. Karakterler kendi içlerinde tutarlı, olay örgüsü beklendiği gibi yapılmış. Sürpriz ya da şaşırtmaca yok, sıradan insanların sıradan yaşamları anlatılıyor bize. Ve dürüstçe, ahkam kesmeden, ahlakçılık yapmadan sakin sakin yazıyor Mazzantini. Yer İtalya olmayabilir, İstanbul’da yan komşumun hayatını okuyor olabilirim, o derece “her gün ve herkesin başından geçebilecek bir olay” bu.

Stereotipler resmigeçidiyle başlıyoruz hikayeye… Başarılı cerrah Timoteo, güzel ve “prenses” karısı Elsa, havai genç kızları 15lik Angela. Hayat onlara güzel derken tam, Angela bir trafik kazası nedeniyle hastaneye yoğun bakıma kaldırılıyor. Kızının ameliyattan çıkmasını ve karısının da yurtdışı seyahatinden dönmesini bekleyen Timoteo yıllar yıllar öncesine dönerek hem evliliğiyle, hem babalığıyla, hem aşkla hem de dünyayla hesaplaşmaya başlıyor. Bu noktada Italia ile tanışıyor ve Timoteo’nun kendince büyük bir aşk dediği bu ilişkiyi ve pişmanlıklar resitalini okuyoruz.

Hazin desek, hazin değil. Öfke desen yok, tutku desen tutkunun ne olduğunu iyi tanımlamak lazım. Seçimlerimizin bizi nerelere götürebileceği ve son pişmanlığın nasıl da kar etmeyeceğine dair bir hatırlatma sadece. Yanlış bir anda yanlış bir insanın karşımıza çıkması sonucu hayatımızın nasıl da değişeceğini görünce düşünüyoruz biraz da : “sonunun yıkıntı olacağını bile bile yaşanan mutluluk, hiç mutlu olmamaktan iyi midir?” ya da, “sadece yalnız kalmamak için, sadece biraz sıcaklık hissetmek için, bizi yanlış sebeplerden ötürü isteyen bir insanın kollarına kendimizi bırakmalı mıyız?” ya da, “kendi yarasından kaçan bir zavallı bizim yaramızı sarmamıza yardım edebilir mi ki?“. Sıklıkla bunları düşündüm ben. Ve sonunda karar verdim ki tüm o sorulara yanıtım koskocaman bir hayır. Yaşamak yeterince sıkıntı verici. Bir de başkalarının yaralarının yükünü sırtımızda taşımak her şeyi iyice zorlaştıran bir şey.

"Bırak beni" diye fısıldıyor. Sesi tel gibi ince ve soğuk. "Ne diyorsun…" Ona yaklaşıyorum, yalnız sırtını okşuyorum. "Ben bunu artık yapamam, artık yapamam…" ve başını iki yana sallıyor. "Şimdi olması daha iyi, şimdi daha iyi."Yüzümü ellerinin arasına aldı. "Beni azıcık seviyorsan bırak beni."Ona sımsıkı sarılıyorum, dirsekleri tenimin üzerinde."Seni asla bırakmayacağım."Ve bu dediğimden o kadar eminim ki bedenim sertleşiyor, ona sarıldığım sırada her bir parçam sertleşiyor, sanki bir güç kalkanı gelmiş de beni sarmış. Ve öylece kalıyoruz, ikimiz de çenemizi birbirimizin omzuna yaslıyoruz ve ikimiz de önümüzdeki boşluğa bakıyoruz. Sevmek ne demektir, kızım? Biliyor musun? Sevmek bana göre Italia’nın nefesini kollarımda tutmak ve geri kalan her sesin sustuğunu duymak demek. Ben bir doktorum, kalp atışlarımı istemediğim zamanlarda bile duyarım. Ve sana yemin ederim, Angela, içimde atan kalp Italia’nın kalbiydi. 


Özetlemeye kalkacak olursak:

Ben bu romanı sevdim mi sevmedim mi gerçekten çok emin değilim. Sevilmeyecek bir yanı yok aslında, güzel bir kurgu öykü işte rahatlıkla okunan ve insana “bir şeyler” de hissettirebilen. Fakat yavan da bir yanı var bir yandan bence. Bana yavan gelen bir yanı daha doğrusu. Benlik bir roman değil, toplumsal – tarihi - sosyolojik bir bilgi ya da düşünce katmıyor çünkü insana. Üç kişinin hayatına bir röntgenci gibi uzaktan bakıp, içine de dahil olamadan geçip gidiyoruz öykünün içinden. Bu da bana yetmiyor. Çok iyi bir roman okuru değilim korkarım ben, beklenti yüksek ve başkalarının duygusallığı bana çok işlemiyor (işlese de ters tepiyor). Çok da anormal değil aslında bu; nihayetinde kişisel zevkler ve deneyimlerin bıraktığı tortular devreye giriyor roman okumak gibi sübjektif bir durum söz konusu olunca.

Tüm bu dediklerime rağmen, hiç pişman değilim okuduğuma. Tartışmasından da büyük zevk aldığımı söylemeliyim, teşekkürler Banucum ve lehte aleyhte fikirleriyle beni besleyen arkadaşlarım. :)

Odadan çıkarken ve parmağım ışığı söndürmekte gecikirken, Italia ardımızda kapanmakta olan o karanlık çukura son bir kez bakmak için arkasını dönüyor. Aklımızdan aynı şeyi geçiriyoruz: Ne yazık, şansımızı kaybettik!


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Karahindiba: "Hepimiz biliyoruz değil mi: 21.yüzyılda en fazla beş dakika sürer başkalarının ölüm acısı"

1 – Öykü okumayı çok seviyorum.
2 – Daha önce hiç okumadığım yazarlarla (hele ki genç bir yazarsa bu yazar) tanışmayı çok seviyorum.
3 – Duygusal açıdan sıkıntılı karakterleri seviyorum – bir nevi kendi acıyan yanlarımla yüzleşip hesaplaşıyorum ve kendimi iyileştiriyorum böyle hikayeler sayesinde.

Karahindiba, bu manada, bir üçübirarada oldu benim için. Çok severek okudum, daha bitirmeden tavsiye etmeye başladım. Size de, daha yazımın başında peşin peşin tavsiye ediyorum. :)



Üç öyküden oluşuyor kitap: Aralık, Mavi Pelikan ve Karahindiba. Her birinde ayrı bir kaybedenle tanışıp ayrı yaraları iyileştirmeye merhem buluyoruz. Her biri ayrı bir tat bırakıyor damakta, bunu size kesin bilgi olarak söyleyebilirim.

Aralık'ta karşılaştığım Edip Cansever sürpriziyle vuruldum (ki bu vesileyle aslında Bir Meyhane Garsonu‘nu hatırlamakta fayda var).

Mavi Pelikan'da büyülü gerçekçilik ve gerçeküstücülük merakım beni hikayeye bağladı.

Karahindiba'da ise kendimi kaptırıp gittim Adnan’ın kayboluşunda.


Çok detaya girmek istemem, öykülerden alacağınız lezzeti bozmayacağım. Yine de, Karahindiba öyküsünden ufacık minicik bir pasaj vermekten kendimi alamıyorum:
Belki de bu yüzdendi, ne zaman birileri "Adnan aklından bir sayı tut" dese hep sıfırı tutmam. Bu benim kaderimdi. Ben sıfırdım. İnsanların birbirlerini çarparak yaşadığı bu dünyada istenmeyen rakamdım. 
Tanrı benden bir ısırık almış, tadımı beğenmemiş, bir kenara fırlatıvermişti. 
Git gide kararıyor ve çürüyordum.   
Adnan(lar) güzeldi(ler). Bakmayın kaybeden olduğuna... Hem zaten eğer ve keşke silinseydi dünyadan, ne öykü olurdu ne de roman.


Taaa geçtiğimiz yılın kitap fuarında almıştım Karahindiba'yı ben. Çok uzun aylar boyunca rafta sabırla sırasını bekledi. Elime geçen ilk fırsatta da direkt olarak elimi ona attım. İyi ki de öyle yapmışım! Sinan Sülün, biliyorum sen bir süredir varsın artık ama maalesef ben ancak tanışabildim, kitaplığıma hoş geldin! :)

28 Temmuz 2013 Pazar

Kolektif Kitap gene hayal kırmadı: Kuşku & Yeryüzüne Rest - Sarı Çıyanın Rüyası

Rafta bekleyen kitapları okumakta gecikiyor, okuduğumu yazmakta daha da geri kalıyorum son zamanlarda. Sebep belli: vakitsizlik. İnsan sevdiği şeyleri yaparak geçirmeliyken hayatı, sevmediği - dayanamadığı birçok şeyle uğraşmak zorunda kalıyor ve gerçekten sevdiği şeylere vakit ayırabilmek için saatlerin resmen suyunu sıkıyor, o da hani eğer biraz şansı varsa! Ya da bu benim talihsizliğim belki de, bilemiyorum... "Çok farklı bir hayatım olmalıydı" diye düşünüyorum bazen. Ama işte, demekle olmuyor, herkes aynı şansa sahip olamayabiliyor...

Bu kadar bol üç noktalı cümlelerin, bunca ağlak bir girişin bir (hatta iki) sebebi var elbette! Kuşku ve Yeryüzüne Rest: daha geçenlerde okuyup bitirebildiğim ve yaklaşık bir haftadır da oturup yazmak için fırsat yaratmaya çalıştığım iki Kolektif Kitap* yayını.

****************

Kuşku çok basit, çok zor, çok derin ve bir o kadar da yüzeysel bir kitap. Çok komik, çok sıkıcı, çok felsefi, çok gerzek. Çok bir şey olduğu kesin de, çok ne olduğu okurun kitabı neresinden nasıl yakaladığına çok bağlı:

W. ve Lars var her şeyden önce. Düşünemeyen düşünürler onlar. Dünyada kıyamet koptu kopacak, Mesih'in eli kulağında. Din olmaya en yakın şey belki de matematik ve de maalesef her ikisinin de kafası (hiçbir şeye basmadığı gibi) matematiğe de pek basmıyor. Ve galiba aslında bu nedenle düşünemiyorlar! Hep bu matematik yüzünden... W. çok acımasız, çok sivri dilli, sürekli Lars'a yüklenmekte. Lars ise bir "rutubet" metaforu içerisinde yavaş yavaş dünyadan kopmak peşinde. Her ikisi de hep başarısızlar, hep başarısız olacaklar. Örneğin; Kafka ve Brod olamayacaklar asla, onlar her zaman Brod & Brod. Hangisinin daha Brod olduğu gibi bir sorunun çevresinde dönüp duruyoruz bir zaman sonra sinirlerimizi laçka edecek bir tekrarlar resmigeçidinde. Ve kitabın şahane komedisi de işte tam burada! Bir durup düşündüğünde aslında görüyorsun ki senin hayatın da aynı insanlar, sorular, yanıtlar, espriler, boş bakışlarla dolu ve okurken belki de sinirini zıplatan tekrarlar döngüsü içinde yitip gidiyorsun sen de mütemadiyen. Bunu gördüğünde de bırakıp gidiyorsun kendini Kuşku'ya ve bir de bakıyorsun ki kuruyup gidiyor o rutubet sen her bir soruya yanıtı yapıştırdıkça. Evet, ne W.'dan ne de Lars'dan fayda var yanıtları yakalamakta, iş sana düşüyor. Çok zekice, çok eğlenceli ve bir o kadar da "farklı" bir kitap Kuşku. Ben çok sevdim, aşağıdaki iki alıntıyı da buraya almaktan kendime engel olamadım:

"Her yaz büyük bir azimle başlıyorum çalışmaya," diyor W. Her zamankinden daha çok, daha derinden okuyacak bu yaz! Hiç yazmadığı gibi yazacak! Ama yaz bittiğinde her şey ters gitmiş oluyor. "Neden hiç öğrenemiyorum?" diye düşünüyor W. "Neden hiçbir şey değişmiyor?" Büyük bir gizemmiş bu onun için; sonsuz bir şekilde umut edebilme ve umutlarını sonsuz bir şekilde suya düşürebilme kapasitesi. "Yazın başında doğup sonunda ölüyorum" diyor, "ve her sonbahar yeniden doğuyorum, her seferinde biraz daha aptal". 
"W. hangimizin Kafka, hangimizin Brod olduğuna kafa yoruyor yine. "İkimiz de Brod'uz, işin acıklı yanı bu." Kafka'sı olmayan iki Brod. Kafka yoksa bir Brod neye yarar?" 

Mini not: Lars Iyer'in twitter hesabı UtterlySpurious ve blogu Spurious da okumaya değer, bilginize!

****************

Yeryüzüne Rest - Sarı Çıyanın Rüyası ise çok sıkı bir tokat aslında hızlıca suratımıza inen. Sabahın 9:30'unda elime aldım ve sanırım 1,5 saat kadar sonrasında bitirmiş balkonda oturup dışarıya bakarken buldum kendimi (ve evet, bu yazının başında anlattığım sıkıntılarımın ve de ruh halimin depreşmesi o an itibariyle başladı diyebilirim). Emre Gürdal'ı tanımıyorum, kaç yaşında olduğunu bilmiyorum, Google dahi çok fazla yardımcı olamadı sorularıma ve kitabın iç kapağında verilen "İstanbul'da yaşıyor, ilk romanı" haricinde de çok fazla bilgiye sahip değilim yazar hakkında. Çok araştırmış değilim aslında, belki de arasam bulurum. Biraz sahipsiz kalsın istedim roman. Ya da ben sahiplenebileyim istedim, çok bilmesem de olur kimin yazdığını belki...

Seviyorum içindeki çamuru hiç sakınmadan dışarıya vurabilenleri. Hiçbirimizin olamadığı kadar dürüst onlar. Toplum tarafından dayatılan tüm olması gerekenlikleri reddedebilen yapılarıyla barışıklar, bunu ortaya koymaya ve bencilce (?) davranmaya hiç çekinmiyorlar. Dünyanın belki de en zor şeyi bu resti çekmek: sürüden ayrılabilmek ve de aidiyet hislerinin tamamıyla bağını kopartabilmek herkesin harcı değil. Kaybedecek şeyi olduğunu sanan bizler aynı döngüde ilerlermişçesine davranıp kendimizi kandırırken tüm o değerlerin ne kadar da yapay olduğunu çözebilmiş bir kısım insan tüm beklentileri boşa çıkartarak yaşamın belki de en büyük krizini bertaraf edebiliyorlar böylece.

Ya da, ben öyle olduğunu düşünmek istiyorum.
"O yaratığı yenmenin hilesi. Hayatı son gününmüş gibi yaşaman olabilir. Her eylemini son kez yapıyor gibi yapmak.Bir uzman. En iyisi. Sana son 3 ayın, 1 yılın değil de mesela; son 5 yılın dese ve kronometreye bassa ne yapardın okuyucu. Bu, bütün seçimlerini etkilerdi. Her şeyin üzerine yemin ederim." 
Arka kapak bu restin devam edeceği müjdesini veriyor. Bekliyorum şimdi.

****************


*Kolektif Kitap son dönemde en severek okuduğum kitapları çıkartan yayınevi. Nispeten yeniler ve şahane bir iş yapıyorlar. Hayranım ve çok yakında da "Kolektif beni işe alsın, beni bir parçası yapsın!" kampanyası yapmaya hazırlanıyorum! :))

30 Haziran 2013 Pazar

(Türkiye'nin batısından doğusuna) Son Adım - Ayhan Geçgin

Sokakta gördüğümüz, her gün dirsek temasında bulunduğumuz binlerce insandan biri Alisan: Orta yaşa doğru yol alan, amaçsız, hedefsiz, isteksiz, boşvermiş ve yalnız. Tırnaklarını dünyaya geçirmiş inatçı ve yaşamdan vazgeçmeyerek ölüme doğru giden yaşlı babaanne. Babaannenin yatağa düşmesiyle birlikte Alisan'ın hayatına sessizce giren Kader: Kocasını bir kazaya kurban vermiş, hasta babasına ve ergen oğluna bakan komşu kadın; o da en az Alisan kadar yalnız.

Beklentisiz ve (açık söylemek gerekirse kitabı Erdem seçtiği için başıma gelecekleri öngörebilmem nedeniyle) biraz da isteksiz başladım okumaya Son Adım'ı. Hayat hepimiz için yeterince zor olduğu için olsa gerek, özellikle son zamanlarda beni gerçeklerle tekrar tekrar yüzleşmek ve zaman zaman da hatırlamak zorunda bırakan tüm metinlere büyük bir direnç gösteriyor bünyem. Televizyon olsun, internet olsun, dostlarla sohbetler olsun sürekli bir karşılaşma / yüzleşme / kabullenme / öfke / üzüntü halinde olduğumuz için, en azından okuduğum kitaplarla dünyadan (ve bu ülkeden) ufak bir uzaklaşma molası arıyor ruhum fakat iRo! ve üyeleri sağolsun son aylarda bu pek mümkün olamıyor ve her ay yeni bir tokat yiyoruz suratımızın en orta yerine.

Ayhan Geçgin'in tokadının etkisi ise hala kulaklarımı çınlatmaya devam edecek kadar büyük oldu.

***Yazının bundan sonraki kısmı kitabı ele verecek spoiler'larla bezelidir.***


Başta çalışıyor Alisan. Babaannesiyle yaşıyor, bundan ötürü ne mutlu ne de mutsuz. Kabullenmiş ve hemen akabinde de boşvermiş. Üniversiteye gitmiş zamanında ama bırakmış. Eviyle işi arasında kendine rağmen sürmekte olan bir hayatta eskiyerek gidip geliyor. Yaşlanmıyor o, eskiyor sadece. Derken işinden oluyor, onu da normal ve hatta rahatlatıcı buluyor. Tatile gittiğinde evine dönmek isteyen eve döndüğünde ise uzaklaşsa daha iyi olacağını düşünen sen gibi, ben gibi bir adam işte... Babaannenin hastalanması ile birlikte hayatına Kader giriyor. Belki aşık olabilir, belki sevebilir, belki alışabilir Kader'e Alisan ama bir peri masalında olmadığımız ve hayat da çocuklarını güldürmeye meraklı olmadığı için biz aslında biliyoruz ki bu pek mümkün olamayacak. 

Nitekim Babaanne ölünce Alisan onu toprağa vermek üzere kısa süreliğine memlekete gideceğini Kader'e açıkladığında anlıyoruz ki hayat onlara çok büyük ihtimalle bir çelme daha takacak. Kitabı yarılamışken içimizde kalan 2-3 umut kırıntısı varsa onları da hafif hafif yitirmeye başlıyoruz. Çünkü burası Türkiye ve Türkiye'nin doğusunda asla umut olamaz.

Bilmediğimiz çok az şey anlatıyor bize Alisan'ın öyküsü eğer 90ların faili meşhur kayıpları ve de doğu illerimizde olanları birazcık da olsa biliyorsak. İnsanların yıllarca yaşadıklarının ufacık bir kesitini görüyoruz sadece ve bu dahi içimizi isyanla dolduruyor. Esas işkence ruha yapılıyor çünkü. Esas hedef alınan tüm umut ve hayallerimiz. En zoru da yüzleşmek... 

Ağlıyorsam, tamamen sinirden! Yoksa Alisan biliyorum ki bunu zaten bekliyordu ve şaşırmadı. Bu yüzden de kulaklarımızda çınlayacak cümleleriyle birlikte son adımı atıyor ve bizi içimizde isyanla başbaşa bırakıyor: 
"Sizin," diyorsun, "bilmediğiniz bir gerçek var," sözcükler ağzından zayıf, kuru, sayıklar gibi, fısıltıyla dökülüyor yine de fısıltı odayı dolduruyor, "insan bir hiç değildir." "Siz" diye sürdürüyorsun, "insanı içler acısı bir şeye, bir paçavraya, acı çeken, acıdan başka bir şey bilmeyen bir şeye, küçültülmüş bir şeye, bir zavallıya, bir hiçe çevirmek istiyorsunuz. Ama ne yaparsanız yapın insanı bir hiçe indirgeyemezsiniz. Gerçeği mi istiyorsunuz, işte gerçek: İnsanın içinde ölümsüz bir şey vardır. İnsanın içinde yok edilemez bir şey vardır." 
Çok beğendim Son Adım'ı. Çok çok çok çok çok ÇOK beğendim hem de. Hakan Günday karakterlerini hatırlattı bana Alisan ve hayatın ona kendine rağmen (ya da belki de kendisi yüzünden) attığı tüm çalımlar. Dilini ve tekniğini de pek sevdim Ayhan Geçgin'in. Okuyun, okutun derim: etkileneceksiniz. 


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

23 Haziran 2013 Pazar

"Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyeyi Rüyet"

Osmanlı'nın son dönemecine girdiği yıllarda Molla Davutzade Mustafa Nazım Erzurumi uykuya yatar. Uykusunda 400 yıl öncesine gider ve kuşaklar öncesindeki dedesiyle bir araya gelir. Dedesiyle birlikte rüyadan 800 yıl ileriye (Mustafa Nazım'ın zamanının 400 yıl ilerisine) giderler.

24.yüzyılın İstanbul'u farklıdır, gelecekte teknoloji çok ilerlemiştir, öyle ki Boğaz'da iki yakayı bağlayan köprüler, uçan araçlar, gökdelenler bulunmaktadır. Bu topraklardaki ilk ütopya denemesi olduğu göz önünde tutulursa, meraklıları için pek enteresan bir okuma deneyimi olacağını düşünüyorum. Bazı kafa karışıklıklarına rağmen (bu ileri medeniyette kadın-erkek artık eşittir ama haremlik/selamlık uygulaması devam etmektedir mesela) yine de çok etkileyici öngörüler de görebiliyoruz sayfalar ilerledikçe. Gerek "islam medeniyeti"nin gerekse de teknolojinin nasıl ilerleyeceğinin (ve bu arada da "batı medeniyeti"nin nasıl da çökeceğinin) umulduğunu görmek için okumanızı tavsiye edebilirim.

Hayal kırıklığı ise şurada: maalesef hikaye yarım kalıyor (maalesef çok ilgi görmeyince yazar planlarının aksine devamını getirmemiş, ya da biz onları bulamadığımız için öyle sanıyoruz). Tamamlanmış bir kurgu / roman olmadığı için de yorum yapmak pek mümkün değil. Bu nedenle ben de yazımı kısa keserek sizi kitabımızın arka kapağında da yer alan tanıtım metniyle baş başa bırakıyorum:

"Molla Davutzade Mustafa Nazım Erzurumî’nin 1913 tarihli Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyeyi Rüyet başlıklı anlatısı Türk ütopya edebiyatının bilinmeyen ve erken örneklerinden birisidir. Bir kurmaca olmakla birlikte roman, hikâye gibi geleneksel edebi türler çerçevesine yerleştirmek mümkün değildir. Eser bu dönem ütopyalarında görüldüğü gibi klasik edebiyatın türlerinden biri olan “habnâme” geleneğine uygun olarak bir rüya biçiminde kurgulanmıştır, dolayısıyla eski gelenekle bir devamlılık göstermektedir. Ama bir yandan da Thomas More’un Utopia’sıyla başlayan bir uzlaşımın, klasik ütopyaların pek çoğunda tekrarlanan formüllerini kullanmaktadır.

Kitapta, “ben-anlatıcı” rüyasında, dört yüzyıl önce yaşamış büyük dedesi Molla Davut’la karşılaşır ve onun rehberliğinde yirmi dördüncü yüzyıl İstanbul'una gider. Dede torun bir yandan şehri gezerken bir yandan da orada hüküm süren ileri medeniyetin ayrıntılarını ve o medeniyeti mümkün kılan “geleceğin tarihi”ni aktarırlar.

Rüyada Terakki ve Medeniyet-i İslamiyeyi Rüyet tahayyül ettiği ideal toplumu ince ve hayli ilginç ayrıntılarla betimleyen, bugünden o güne nasıl ulaşıldığını/ulaşılacağını açıklama çabası gösteren, yazıldığı dönemde görülmemiş kimi uygulamaları ayrıntılandıran ve okurlarında böyle bir toplum yaratma yönünde arzu uyandırma kaygısı güden bir eser ve bu yönleriyle döneminde yazılan benzer eserler arasında “en ütopik” anlatılardan birisidir."



Son bir not: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi hem yazıldığı dönemdeki Osmanlıca metnin transliterasyonunu hem de günümüz Türkçesi ile sadeleştirilmiş bir metni aynı baskıda vermiş (kıyaslama açısından ve benim gibi meraklıları için güzel bir şey bu tabii!)

Beni bu kitaptan haberdar eden sevgili arkadaşım R.Mert Ulus'a özel teşekkürler! :)

"Yılın Yazarı" - Petros Tatsopoulos

Kitap almayı severim, kitapçılarda yaptığım alışverişe ve kitap için ödediğim paraya hiçbir zaman acımam, hiç gocunmam. Kitaplığımda henüz okumadığım bir sürü kitap varken dahi elim kolum taşımakta zorlanacağım kadar çok kitapla dolu bir şekilde eve dönmek sıklıkla yaptığım bir şeydir. Bundan daha çok sevdiğim bir şey de yakınlarımın bana kitap hediye etmesidir. Kitap hediye almaktan daha bile çok sevdiğim tek şey ise normalde kendi halime bırakıldığımda satın alıp da okumayacağım bir kitabı beni çok iyi tanıyan birisinin seveceğimi bildiği için bana önermesi ya da hediye etmesidir ki bu bir kez daha sevgili kardeşim Ahmet sayesinde gerçekleşti.

Benim güzel kardeşim bundan birkaç ay evvel bize uğradığında bana iki tane kitap verdi: "Hoşgör Köftecisi" ve "Yılın Yazarı". Hoşgör Köftecisi'ni hemen yaladım yuttum, Yılın Yazarı o sıralarda elimdeki kitaplar nedeniyle bir süre beklemek zorunda kaldı. Şimdi ise, bitirmemin üzerinden uzun bir zaman geçmesine rağmen tadı hala damağımda, teşekkür ederim Ahmet'cim!

Petros Tatsopoulos'u bu kitabı okuyana kadar tanımadığım için kendisi hakkında birikmiş fazla bir fikrim ya da deneyimim bulunmamakta. Bu sebeple, İş Bankası Kültür Yayınları'nın Ocak 2009'da ilk baskısını yaptığı kitabın (korkarım hala o ilk baskı var raflarda) tanıtım yazısını buraya almak istiyorum öncelikle:

"Petros Tatsopoulos 1959'un Aralık ayında Girit'in Rethimno kentinde doğdu. Çocukluğu ve gençliği Atina'da geçti. İktisat ve siyaset bilimi okudu. Sosyal danışman, senaryo yazarı, gazeteci, editör ve televizyonda kitap programı sunucusu olarak çalıştı.

İlk romanıyla eleştirmenlerin beğenisini kazandı, "80 kuşağı" olarak adlandırılan genç yazarların en çok tanınan temsilcisi oldu. Önceki kuşakları besleyen düşlerle, ideolojilerden yoksun çağdaş gençlerin açmazları ve arayışlarını ele aldı. Yerleşik kurumlarla yaygın düşünce kalıplarının parodisini vererek, toplumun iç karartıcı görüntüsüne ayna tuttu. Yalın bir dille, gerçekçi bakış açısı ve buruk bir alaycılıkla, mevcut düzenin mantık dışılığını ve seçeneksiz bireylerin tablosunu çizdi. 

Tatsopoulos bu romanında, Milli Kitap Merkezi'nin bir sanatçıyı yılın yazarı seçmesinin öyküsünü anlatıyor: Farklı gruplar, bu seçimi kendilerine yontmak üzere çeşitli entrikalara başvururlar. Sonunda çoğunluğu en az rahatsız eden bir yazar bu onura lâyık görülür. Kısa bir süre sonra, seçilen sanatçının başka özellikleri de ortaya çıkar, ortalık karışır."



Durağan ama son derece leziz bir roman "Yılın Yazarı". Edebiyatın değil ama edebiyat kurumunun ve onun siyasi uzantılarının köhneliğini çok sert bir şekilde ele alan Tatsopoulos normal şartlarda çok sıkıcı bir hale bürünebilecek metnini öyle hoş bir mizahla işlemiş ki, ağlanacak hallere gülerken buluyorsunuz kendinizi. Yazarın içinde yer aldığı toplum nedeniyle Yunan edebiyatı burada söz konusu elbet fakat işin içine devlet girdiğinde hiçbir ülke birbirine o kadar da uzak değil (ve tabii okurken kendi ülkemizde de romanda anlatılanlara yakın ne kumpaslar çevrildiğini düşünerek arada bağ kurmak zor olmuyor).

Eleştiride gözünü budaktan esirgememiş yazar. Bir çok karakteri oldukça karikatürize edilmiş olsa da, hedefinden şaşmadığını ve de varış noktasını adım adım nasıl işlediğini net bir şekilde takip edebiliyorsunuz. Ve eğer siz de benim gibi köhneliklerden illallah demişseniz, nefret sınırında dolaşan bir bezmişlikle izliyorsanız kurumları durduğunuz yerden, atılan her okla müthiş bir keyif alabiliyorsunuz.

Yunanistan'da durumun ne olduğunu pek de bilememekle birlikte, okurken Türkiye örneğinden yola çıkarak düşündüm biraz (ve de o sıralarda iRo!'da okuduğumuz Akçasazın Ağaları tartışmaları sırasında aklıma düşen bir iki şeyi de kullandım bu noktada) ve bana öyle geldi ki, Türkiye'de olduğu gibi Yunanistan'da da edebiyat dahil olmak üzere sanat çalışmalarında devlet etkisinin bu kadar yoğun olmasının sebebi bu ve benzeri ülkelerin sürekli öykündükleri Avrupa ülkelerindeki uzun (çok uzun) yıllara dayanan sanatsal / edebi birikimlerinin olmaması ve bu nedenle de pek fazla "klasik eser"e sahip olamamaları (son parantezle uzun cümlemi bitireceğim: Antik Yunan eserlerinden tabii ki bahsetmiyorum, Osmanlı sonrası Yunanistan ulus devleti burada söz konusu, aynen Osmanlı sonrası Türkiye ulus devletinde olduğu gibi). Ulusçu ve devletçi olunca ülke, ancak devlet eliyle, kurumsal işleyişle, toplantılar ve kararlarla yapılabiliyor edebi etkinlikler de. Ve çok fena sarpa sarıyor tabii sonunda. Bürokrat adam ne anlar edebiyattan sanattan!!

Bu son cümlem yüzünden beni yerden yere vurmayın, anladığınızı sanıyor ve umuyorum demek istediğimi. İyisi mi siz romanı edinin ve okuyun. ;)

Ufacık minicik ama eğlenceli bir paragrafla bırakıyorum sizi:
"Benim hakkımda söylediklerinde zerre kadar gerçek payı var mıdır? Evet, bir zerrecik var! Yönetim Kurulu toplantılarına katılmamın tazminatı olarak Milli Kitap Merkezi'nden komik bir ücret alıyorum. Aldığım bu sembolik ücret, devletin vergi gelirlerine ortak olduğum anlamına geliyorsa, tamam, teslim oluyorum! Ancak, Luka'nın bu yakıştırmayla, yaptığım yüz kızartıcı hizmetlerin karşılığında devletten - sadece kafasında var olan - yüklü ödenekler aldığımı ima ettiğini sanıyorum. "Kıç yalayıcı" derken de kimlere yaltaklandığımı söylemek istiyor? Herhalde Bakircis'i kastediyordur. İmansız Thoma dışında, kıyısından köşesinden de olsa, iktidar odaklarıyla cilveleşen başka tanıdığım yok ki! Müdürümüz Kültür Bakanı'yla sık sık yemeğe çıkar ve nadiren Başbakanlık Konutu'na çağrılır. Bu durumda, Papulya ardı ardına üç hatalı varsayımda bulunmuş oluyor. Bakircis'in bana, Bakan'ın Bakircis'e ve Başbakan'ın Bakan'a yakınlığını fazla abartıyor. Gerçeğin farkına varsa çok mutlu olacağını tahmin edebiliyorum, ama özür dilemek zahmetine katlanacağını hiç sanmam."

Sevgiliye Veda – Francisco Goldman

Kitaplığıma Şubat ortasında kattığım bu kitabı okuyup bitirmemin üzerinden iki ayı aşkın süre geçmesine rağmen ancak oturup yazabiliyorum "Sevgiliye Veda" hakkında.

Gerçek bir hikaye bu. Yaşanmış. Aura Estrada gerçekten ölmüş. Francisco Goldman hala acısıyla başa çıkmanın yollarını arıyor. Ve biz daha kapağı açmadan bunları biliyoruz ve ruhumuzu ezecek bir anlatıma hazırlanıp kendimizi kitabın sayfalarına bırakıyoruz.



Sürpriz! Goldman ajitasyon yapmıyor, bizi hüzünlü satırlarda boğmuyor, beklediğimiz ağıt çığlıklarını atmıyor. Büyük bir acıyla başa çıkmaya çalışan bir insanın özel günlüğünü okuyormuşçasına hissediyorsunuz kendinizi, biraz mahcup bir şekilde feyz alıyorsunuz bir başkasının hayatından ve kaybıyla yüzleşmesi, bunu yaparken kendi hata ve zaaflarını hiç sakınmadan gözler önüne sermesi şaşırtıyor sizi. Ya da belki hiç de şaşırtmıyor, beni çok şaşırttı. Severek okudum demeyi düşünerek başladım yazıya fakat bunu demek güç çünkü bu gerçekte de var olmuş gencecik bir kadının gerçek yaşamının gerçekten sona erişinin anlatımı ve o kadar hazin bir öykü ki (hangi genç ölüm hazin değildir!) bunu "sevdim ben yahu!" diye yorumlamak insana biraz ağır geliyor.

Roman olmadığı için yorumlanacak, tartışılacak, edebi açıdan eleştirilecek pek bir yanı olmadığını düşünüyorum zaten ama şunu söyleyebilirim: Francisco Goldman kaybettiği aşkı Aura için öyle bir mabet kurmuş ki, bizi de bunun bir parçası yapmaktan çekinmemiş, hem kendi ruh dünyasını hem de Aura'nın özünü bizimle ince ince paylaşmış. Bir insan öyküsünü aktarmış, bilmiyorum kendini görevini yerine getirmiş olarak görüyor mu ve kendini affedebilmiş mi ama umarım yakın zamanda affeder.

Okumanızı öneriyorum. Ben kitabı bitirdikten sonra internet kanalıyla da olsa bunca kişisel özelliklerini öğrendiğim Aura'yı yakından tanımak istedim ve de aşağıdaki linklere ulaştım. Önce okuyup sonra incelemek isteyebilir ya da kitaba başlamadan bakıp zaten tanıdık birisi haline getirdiğiniz Aura'nın öyküsünü kocasının gözünden takip edebilirsiniz:

http://www.hunter.cuny.edu/creativewriting/memoriam/

http://wordswithoutborders.org/contributor/aura-estrada

Son olarak: yazıya başlarken fark ettim ki, kitabı bitireli iki aydan fazla olmasına rağmen tüm hislerim kitabı sanki elimden yeni bırakmışım gibi net hala. Etkileyici.

26 Mayıs 2013 Pazar

Son Ada: "Masum Kurbanlardan Öç Alan Savaşçılar Yaratmak"

Yabancı bir okur Son Ada'yı bir distopya olarak nitelendirmiş midir acaba diye düşündüm bir ara okurken. Kara mizah olarak mı ele alsam diye düşündüm kısacık bir süre için. Yakın tarihimizin (ve hatta bugünümüzün) can yakan bir portresi olarak bakmaktan başka bir çıkışım olmadığını kabullenmem çok uzun sürmedi tabii ve de BaşkanKenan Evren olarak okuyan herkes gibi (herkes öyle okudu demiyorum, benim gibi onun bir Kenan Evren canlandırması olduğunu okuyanların çok olduğunu düşündüğümü söylüyorum sadece) acı çekerek, ruhum daralarak, bolca hayıflanarak ve sık sık gözlerimi kapatıp kitabı elimden atmak isteyerek okudum kitabı.

Aslına bakarsanız, beğendim. Beni bunca sinire kesmesi dahi başarısının bir göstergesi elbette. Livaneli her zamanki gibi temiz tekniğini kullanmış, sohbet eder gibi akıtmış götürmüş satırlarını. Belki biraz fazla basit, belki biraz fazla düz ama ben bunları olumlu karşılayan grupta yer alıyorum. Bizden de genç (ve 12 Eylül'e tamamen yabancı kalmış) nesillerin konuya girişi için iyi bir başlangıç olabileceğini düşünmeden edemedim okuduğum sayfalar boyunca.

Belki yazarımızın niyeti değildi ancak ben alegorilerin peşine takılıp sürüklendim ve acaba dedim martılarımız Kürt halkını mı sembolize ediyor (benzer bir şekilde yılanı PKK'ya, tilkileri ise orduya yakıştırdım). Belki evet, belki alakası yok, üstelik arkadaşlarımın da dediği gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın hemen her yerinde yaşanan benzer hikayelerin hepsini bulabiliyorsunuz anlatılanlarda. Coğrafya değişse de olayların özü asla değişmiyor. Yine de ben hem kendi topraklarımızın hem de Livaneli'nin geçmişi nedeniyle (ve son dönemde Evren ve silah arkadaşlarının marifetlerine fazlaca daldığımız için) kendi okuduğum öyküyü bu temele oturtup devam etmekten başkasını yapamadım. Fazlasıyla keskin ve net bir şey çıktı karşıma, belki de hedef bu değildi ama öyle oldu bir kere. Nasıl öyle düşünmeyeyim ki hem? İleri demokrasiye gark olmuş bir ülkede yaşıyoruz ve tüm kararların "demokrasiye uygun" bir şekilde alındığı bir adanın mahvoluşunu sayfa sayfa okuyoruz. Tanıdık gelmemesi mümkün mü?

Yazacak çok sözüm vardı fakat şimdi hepsi öyle gereksiz geliyor ki bana! Son dönemde roman okumaktan soğumaya başladım korkarım üst üste okuduklarımız nedeniyle. Romanların her biri çok güzel, Son Ada da öyle, bunu yadsıyamam ama fazla onikiden vuruyorlar hedeflerini ve her gün maruz kaldığımız bombardıman üzerine kafamızı dinlendirebileceğimiz belki de tek aralıkta bir de bunların parodileri ve ince işli satırlarıyla başa çıkmak zorunda kalınca ben korkarım ki delirmeye başlıyorum.


Siz yine de bana bakmayın, alın okuyun. Pişman olacağınızı hiç sanmıyorum.

ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

2 Nisan 2013 Salı

Orhan Veli Edebiyat Hakkında Konuşuyor (Hoşgör Köftecisi)

"Ben sanatla edebiyatı birbirinden ayırıyorum ve şiiri sanata sokuyorum. Roman, hikâye ve tiyatro edebiyat çerçevesi içine giriyor. Fikir sanatta yer alamıyor. Ama, edebiyat fikre dayanıyor. Bu itibarla edebiyatın halk kitlelerine bir şeyler söylemesi lazım. Okur-yazarları halka doğru götüren bir edebiyat isterim. Yani edebiyatın çoğunluğa hitap etmesini istiyorum. Çoğunluk okuyup anlamalıdır. Anlayabilmesi için de edebiyatta kendi meselelerinden bahsedilmesi lazım… Bugünkü dünyada çoğunluğu fakir halk teşkil ediyor. Demek ki edebiyat da onların edebiyatı olacaktır. Kahramanını onun içinden seçecek, hayatını o hayatın içinden alacak ve ara sıra onun meselesinden bahsedecektir. Bizde bu telakkide bir edebiyat üzerinde çalışanlar var. Bunların birtakım kusurları göze çarpıyor. Henüz mükemmel değildirler. Fakat aynı yoldan yürüyecek olan edebiyatçılar bu işi daha mükemmel bir hale getirebilirler. Bunun için şartlardan bir tanesi de dilin konuşulan dilden azami derecede faydalanmak suretiyle zenginleştirilmesidir. Dili kelimelere karşılık bulmaktan ibaret sayan Dil Kurumu gibi müesseseler var, bunların yolu yanlıştır. Dilin zenginleşmesini müesseselerden değil, sanat adamlarından beklemeliyiz."

21.3.1947 tarihinde Tasvir’de yayımlanan bir Orhan Veli söyleşisinden (Bahadır Dülger)

Çok sevgili kardeşim Ahmet’in armağanı olan Hoşgör Köftecisi’nin sonunda yer alan “Orhan Veli Edebiyat Hakkında Konuşuyor” bölümünden aldığım bu parça ile ilgili sizlerin de düşüncelerini merak ediyorum.

Ben hak veriyorum Orhan Veli’ye.



İçerisinde 6 adet kendi kaleminden 1 adet de kendisi tarafından çevirisi yapılmış toplamda 7 öykü ve bir de söyleşi barındıran bu ufacık tefecik ama aynı zamanda da sıcacık öykü kitabını herkese büyük şiddetle tavsiye ediyorum. Öykülerden hangi birini daha çok beğendiğim konusunda kararsızım ama bildiğim tek şey ağzımda şahane bir tat bıraktığı herbirinin ayrı ayrı.

Arka kapakta da yazdığı gibi:

Hoşgör Köftecisi okurlarının, “keşke genç yaşta kaybetmeseydik de, o güzel şiirler gibi bu güzel hikâyelerden de daha çok yazsaydı” diyeceğini düşünüyoruz.

Düğümlere Üfleyen Kadınlar - Ece Temelkuran

Ece Temelkuran köşe yazılarını ve de ekseriyetle muhalif duruşunu takdir ettiğim bir yazar. Takdir etmemin kadın olmasıyla çok az ilgisi var doğrusunu söylemek gerekirse, genel olarak beğeniyorum onu ben. Son dönemin moda tabiriyle, kadın olması da pastanın üzerindeki çilek oluyor benim için bu durumda sadece. Üstelik, dün akşamki toplantımız son zamanlarda en deşarj olduğum, en iyi vakit geçirdiğim toplantı olmuş olabilir bunu rahatlıkla söyleyebilirim! Bir masanın etrafına dizilmiş 7 kadın 1 kadın tarafından yazılmış 4 kadının öyküsünü okuyor ve bir noktada hepsi aynı anda konuşarak kendi öykü ve deneyimleriyle romanı harmanlıyor. Hem curcuna hem de bir "kadınca samimiyet kurma" akşamı oldu bizim için diye düşünüyorum çünkü kitabın içimden taşırdığı ve normalde belki de hiç konuşmayacağım bazı anı ve hayalkırıklıklarımı arkadaşlarımla paylaşmama neden oldu bu kitap. Pişman mıyım? Asla.

Gelelim kitabın kendisine:

Gaye bize "Düğümlere Üfleyen Kadınlar okunacak" dediğinde sevindim. Muz Sesleri'ni okumamıştım ve Ece Temelkuran hakkında da çok yüzeysel bilgilere sahiptim, yine de köşe yazılarından aldığım tadı alacağımı düşünerek kuruldum okumaya. Ama sanırım benim yanlış bir zamanıma denk geldi ki bir türlü içine giremedim, karışıp gidemedim Düğümlere Üfleyen Kadınlar'a. Ta ki 300.sayfada bir anda ve nasıl olduğunu da anlamadan hikayeler beni de içlerine katıp götürene dek.

Kafam karışık bir şekilde bitirdim kitabı. Bazı kitaplar için sadece bir beğendim ya da beğenmedim demek mümkün olmuyor. Düğümlere Üfleyen Kadınlar'da ise bir yandan çok beğendiğim ve severek okuduğum bir yandan ise "bitsin artık bu kitap lütfen!" diye yakındığım kısımlar oldu. Ece Temelkuran'ın yazarlığından ya da anlattıklarından çok kendi kişisel deneyimlerim ve kendi yaralarım yönlendirdi beni kitap boyunca ve zaman zaman sıkılıp zaman zaman öfkelenerek devirdim sayfaları.



Sanırım ben bu kitabı olması gerektiği gibi - bir yol kitabı - olarak okuyamadığım ve alt metinlere çok fazla sızmaya çalıştığım için acı çektim okurken. Bu arada, eklemeliyim ki çektiğim acının Temelkuran'ın yazarlığı ile pek ilgisi yok, tamamıyla kendi hayat deneyimimin ve seçimlerimin yansımalarıyla yüzleşmenin sonucu oldu içimi bir iki yerde çizen satırlar. En canımı sıkan şey her şeyi bırakıp da yollara düşen kadınların (aslında takdir edilmesi gereken bir özgürlük harekatıymış gibi görünürken ilk bakışta) sebeplerinin hep bir erkek tarafından yenilen ufak çapta kazıklar olduğunu görmek oldu. Çok üzgünüm ama ben terk edilmeyi büyük bir kazık olarak gör(e)miyorum. Bu nedenle de böylesine bir sebepten ötürü yıkılıp giden sarayları anlamakta zorlanıyorum. Ha, bu demek değil ki çekilen acı sahici değil, son derece sahici ve olabilir olaylarla örülü çoğu sayfa kitapta. İnsanlar elbette aşk acısı çekiyor ve bu nedenle kendilerini yollara vuruyor. Ama ben, bunu anlamakta hep zorluk çektim ve de bu yaşımdan sonra da anlamamayı umuyorum. :)

Bir ufak nokta da aslında bu kadınların her birinin yaralarının sevgililer tarafından değil de babalar tarafından açılmış olduğunu düşünmem nedeniyle Muhammed, Kemal ve Jezim'le olan hikayelerden çok babalarıyla yaşadıkları hikayeleri daha çok merak etmem. Babasız kadınlardan olmasalardı bu kadar güvensiz olmazlardı diye bir his oturdu yüreğime. Ama diyorum ya, ben biraz da kendi hikayemi okudum sayfalarca ve bu nedenle de yer yer çok öfkelendim bu kadınların bunca yıkılmış olmalarına. İnsanın elinde değil sanki...



Son olarak, kitabın arka kapağındaki Ortadoğu vurgusu biraz da yanıltıcı oldu sanırım benim için, biraz daha Arap Baharı eksenli bir şey okuyacağımızı sanarak başladım ve galiba bitişte esas hikayenin 4 kadının (daha doğrusu 3 kadının, çünkü anlatıcı olan 4.kadın hakkında çok çok az şey öğreniyoruz ki amaç da bu herhalde) iç dünyalarındaki kavgaların yatışması olduğunu görünce beklentim karşılanmadığı için biraz tamamlanmamışlık hissine kapıldım.

Yine de: Okunması kolay, bolca altı çizilecek cümleyle bezeli, eğlenceli bir kitap aslında Düğümlere Üfleyen Kadınlar. Biraz bestseller tadında olduğu için beklentisi çok yüksek benim gibi okurlara yer yer tatsız gelebilir ama okumaya da değer, tüm eleştirilerime rağmen tavsiye ederim.

Yazı da aslında kafam kadar karışık olmuş oldu bu arada... Kitabı beğendiğim ancak bolca da eleştirim olduğu için olsa gerek! :)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

17 Mart 2013 Pazar

Maximilian Ponder'ın Muteber Beyni - J.W. Ironmonger

Daha önceden de defalarca yaptığım gibi, bir kez daha en son söylemem gerekeni en başta söyleyerek başlayayım:

Ben bu kitaba B A Y I L D I M !! :)


Kitapla buluşmam aslında Şubat ayının sonlarında oldu olmasına ama çeşitli sebeplerden ötürü bekletmem gerekti bir süre rafımda. Aklım kalmasın diye görmezden geldim bir süre için sorumluluklarım nedeniyle, aksi takdirde biliyordum başıma gelecekleri. Bu kadar emin olmamın sebebi de elimdeki okuma kopyasının kapağındaki iki cümlecik oldu:
"Ölüm insanı düşüncelere sevk ediyor, değil mi? Hele ki rahmetli bir adım ötenizde ceviz bir masanın üzerinde sırtüstü yatmış, kendinden çizgili kömür grisi bir takım içinde kafasının bedeninden koparılmasını beklerken."
Şahane değil mi? :) Müthiş bir kara mizah olacağını umarak başladım kitaba bir süre sonra. İkinci günün sonunda yanılmadığımı sevinerek gördüm: bir pazar öğleden sonrasında aldım elime, çok koşturmacalı bir Pazar olması nedeniyle istediğim kadar çok zaman ayıramadım. Pazartesi işe gittim. Salı sabahı saat 07:47'de 306.sayfayı da bitirip kitabın kapağını kapatıverdim.

Su gibi aktı, hem eğlendirdi hem öğretti hem hüzünlendirdi Max ile Adam'ın macerası beni (hoş bilen bilir ben hemen hüzünlenir hemen ağlaşırım). Bir malikanenin çalışma odasında, 50li yaşlarının başında birer erkek olarak giriyor hayatımıza Maximilian Ponder ve Adam Last. Ufak bir ayrıntı var: Max bir masanın üzerinde ölü yatmakta ve Adam da onun kafasını vücudundan ayırmak üzere güç toplamaktadır. Derken ikilinin tanıştığı Afrika kıtasına gidiyoruz, 8 yaşında ikisi de. Biri geleceği görebildiğini yeni keşfetmiş, diğeri ise buna inanmayı çok istemekle birlikte biraz skeptik yaklaşmakta. Yıllar geçtikçe Afrika'ya, Afrikalılara, İngilizlere, koloniciliğe, İngiltere'nin kendisine, 60lara, 70lere dair birçok şey öğrenerek takip ediyoruz çocukların önce gençliğe sonra erişkinliğe geçişlerini. Felsefe, sosyoloji, politika, edebiyat vb birçok konuya değinen sohbetlerine şahit oluyoruz. Kaş da kaldırıyoruz okurken, kafa da sallıyoruz, kocaman sırıtıp biraz da şaşırabiliyoruz. Her ne okursak ya da ne düşünürsek düşünelim alttan alta verilen akım ara sıra çarpıyor bizi, karanlık ton nadiren aydınlanıyor ama yine de nasıl oluyorsa çok eğleniyoruz.

İşin enteresan yanı, kitabın sonuna dair pek de bir şey merak edemiyoruz çünkü daha ilk satırı okuduğumuzda biliyoruz ki Max ölmüş ve Adam onun kafasını vücudundan ayıracak. Ama yine de elimizden bırakamadan okuyoruz.

Daha da bir şey yazmam ben, ne yazayım? En güzeli, alın okuyun! :)

Merak edenlere bir ufak kuplecik alalım şuraya:
"Ben Maximilian Zygmer Quentin Kavadis John Cabwhill Ponder. Adımda F hariç Latin alfabesinin bütük harfleri mevcut. Görünüşe bakılırsa babamın F'ye bir itirazı var. Adımın biraz sıradışı olduğunu düşünürseniz babamın adının Yüzbaşı Maximilian Rybault Fonsekker John Cabwhill Ponder olduğunu söylerim ben de size. Onunkinde F var ama V, Q, Z ve G yok, bu yüzden kendimi daha özel hissediyorum. Babamın kız kardeşi Zinnia Delicious Meretricious Expeditious Meriel Cabwhill Ponder adıyla vaftiz edilmiş. Amcamın, yani Zinnia'nın ikizinin adıysa sadece Martin Ponder'dı; bu ad büyükbabamın, yani Yüzbaşı'nın babasının büyükanneme verdiği bir vaftiz ödünüymüş ve adam bu yüzden hayatı boyunca pişmanlık duymuş. Martin Amcam da muzdaripti bu durumdan. Bir seferinde gençlik dönemi eserlerden birini Martin Krepotkin Xerxes McGungler Al'khazam Ponder adıyla imzaladığını keşfetmiştim, ki bu da savımı kanıtlıyor.

Tekrara düşmeyi göze alarak söylüyorum: çok beğendim, alın okuyun. Pişman olacağınızı hiç sanmıyorum. Zaten kitap hem 2012 Costa İlk Roman adayı hem de 2012 The Guardian "Not The Booker" Ödülü adayı olmuş bir kitap. Yazarı da hem çok mütevazı hem de Türkiye'de kitabının basılmasından büyük heyecan duyuyor (twitter kullanıcı adı: jwironmonger). Okuduktan sonra isterseniz kendisine de ne düşündüğünüzü bildirirsiniz. ;)

Ufacık bir not da Kolektifçilere gitsin: büyük eksiklik giderdiler bence yayın dünyamızda. Çok güzel çalışmaları getiriyorlar raflarımıza diziyorlar. Ellerinize sağlık hepinizin, ne iyi ettiniz de geldiniz! :) Bu kitapta da neredeyse hiç hata yoktu ve çeviri benim gibi ukala okurları dahi susturacak kadar güzeldi (ufak tefek imla ya da belki dizgi hataları ve tek bir çeviri hatası haricinde ben bir şey göremedim ki bu hataları da aslında elimdekinin okuma kopyası olmasına verdim, raflardaki baskıda düzeltilmiş olma ihtimalleri çok yüksek - ki şimdi olmasa da yayınevimiz o kadar özenli ki eminim bir sonraki baskıda tamamı giderilecektir - dediiiiiiiiiim ve hemen sonrasında gördüm ki baskı öncesi tamamı düzeltilmiş). Okuruna saygılı böyle yayınevlerinin artması en büyük dileğim!


10 Mart 2013 Pazar

Kışkırtıcılara karşı tek başına: Günaha Son Çağrı - Nikos Kazancakis

Günaha Son Çağrı ben bildim bileli kitaplığımda olmuştur ve yıllar boyu defalarca yola çıkmama rağmen asla ilk 10 sayfanın ötesine geçememişimdir (sebepler çok çeşitli ama son yıllardaki en geçerli sebebim iRo! romanlarının buna bir türlü izin vermeyecek kadar yoğun olması oldu).

Hal böyle olunca da, en şaşırılmayacak şekilde, kitap seçme sırası bana gelince arkadaşlarıma sevinçle elimdeki kopyayı (Cem Yayınevi, 1984) göstererek en bir demokratik (!) şekilde “Buyurun dostlar, Şubat kitabımız!” dedim. Bazılarımızın ilk, bazılarımızın ise ikinci okuması olması bu aya ait bir istisna oldu belki (biliyorsunuz mümkün olduğunca herkesin ilk okuması olmasına dikkat ediyoruz) ancak kitabın da istisnai bir duruşu olması nedeniyle çok üstünde durmadığımı eklemeliyim.



Benim için Günaha Son Çağrı’yı okumamız birden fazla sebepten ötürü önemliydi. Her şeyden önce, kitapla ilgili çok basmakalıp bir fikrim vardı (zamanının ötesinde sayılacak kadar cesur bir metin, Kazancakis’in aforoz edilmesine sebep olmuş, İsa’nın hayat ve Mesihlik öyküsü, vs…) ama filmini de seyretmemiş olmam nedeniyle çok da fikir sahibi değildim açıkçası. Bu ayıbımı gidermek isteğim kişisel sebebimdi. Ek olarak, yabancı dili ilk öğrendiğimde (yıl 1984), elime alıp da okuduğum ilk İngilizce kitap “Çocuklar için İncil”di. Sebebini hatırlamıyorum dahi, sanırım resimleri ilgimi çekmişti ve cildi de kütüphane rafındaki diğer kitaplardan daha sevimli gelmişti bana… Sonuç itibariyle bir çocuktum, kitap okumak en büyük tutkumdu ve kocaman bir cilt kendisini devirmem için beni bekliyordu, daha ne olsun! İncil’in ardından evimizde bulunan Kuran’ı okumuştum Türkçe çevirisinden fakat maalesef “Çocuklar için İncil”de olduğu kadar anlamamıştım olanı biteni, ben öyle hatırlıyorum. Yine de, çocuk aklımla (ki, yetişkinlik aklım da hala aynı düşüncede) kutsal kitapların isteyene yol gösterici birer kitaptan öte olmadığını, peygamberlerin de senin benim gibi insanlar olduklarını ve esas önemli olan şeyin iyi yürekli ve insanlara kötülüğü hiçbir şart altında yapmayacak bir insan olmak olduğunu çıkartmıştım kendi payıma. İnançsız olmamakla birlikte, sırasıyla önce agnostik sonra da deist bir insan olarak tanımladım kendimi ve çok erken yaşlarımdan itibaren ne kendimi ne de başkalarını kandırdım. İşte tam da bu nedenle bu romanı yetişkinlik yaşlarımda, kişilik ve algılarına son derece güvendiğim arkadaşlarımla okumak ve akabinde de tartışmak benim için çok cazip oldu. Ve tabii bir de merak var işin içinde: Kazancakis nasıl bir İsa ile tanıştıracaktı acaba bizi?

Yukarıdaki uzun girişi yapmamın sebebi aklen ve ruhen hangi noktada durduğumu ve bunun okuduğumuz romanı algılamamdaki etkilerini biraz olsun açık hale getirebilmektir. Tüm bunları dedikten sonra, öncelikle Kazancakis’in hakkını teslim etmek istiyorum: her babayiğidin kalkışamayacağı bir işe kalkışmış, özellikle de kitabın ilk olarak 1953 yılında yayımlandığını düşünürsek bunun hiç de kolay kolay göğüslenemeyecek bir baskı ortamında yapıldığını anlamamız çok da zor olmaz. Bu açıdan, önemli bulduğum bir roman oldu, tartışma alanı yaratması açısından çok önemli hem de. Kazancakis’in hayatı ya da romanın daha sonra Martin Scorsese tarafından filmleştirilmesi konularına (girersek çıkamayız diye düşünerek) hiç girmiyorum, isimlerin üstüne tıkladığınız anda vikipedi’nin ilgili sayfalarına ulaşabilirsiniz.

Zamanında öğrendiğim kadarıyla, İsa’yı diğer peygamberlerden ayıran çok önemli bir nokta var, o da İsa’nın bizim bildiğimiz anlamda bir peygamber olmamasıdır (Hıristiyan öğretisi böyle der bunu). İsa, direkt olarak yeryüzüne inmiş bir tanrıdır. Tanrının oğludur, dolayısıyla da kendisidir. Ama aynı zamanda da insandır, tam insandır hem de. Kafa karıştırıcı, değil mi? Hem de nasıl! Bunu bir kere kabullendikten sonra, insan doğasıyla tanrısal olan arasındaki dehşet verici çekişmeyi (ve tabii ki hangisinin galip geleceğini) anlamak da hiç zor değil. Üstelik de insanlar burunlarının ucundakine karşı inanması güç bir şekilde kördür (hep oldukları gibi!). Örneğin, haham sebt vaazında saatlerce Mesih'in gelişini ve nasıl olacağını anlattıktan sonra havradan çıkan cemaat İsa'yla karşılaşınca (tüm belirtileri taşımasına rağmen) Mesih'in o olduğunu görememiş, kendisiyle alay etmiştir. Her zamanki gibi, inanmak kolay, görüp anlamak çok zor elbette.

Kazancakis’in çıkış noktası da bu işte: alıştığımız ve bildiğimiz İsa’nın İNSAN yanını bize göstermek.

Olmak istediği ile olması gereken arasında çok derin bir uçurum vardır Nasıralı İsa’nın. Tek isteği normal bir insan gibi kendi halinde yaşamak ve marangozluk yapmakken ondan beklenen silkinip ayaklanması ve artık rayından çıkmış insanlığı tekrar Tanrı yoluna sokmasıdır. Bunu kabullenmek ve böylesine ağır bir yükü omuzlamak kolay değildir. İnsanlara kendini ifade etmek, onlara bunu kabul ettirmek, nihayetinde varacağın yeri bile bile oraya doğru adım adım yürümek bir insanın yapabileceğinin ötesindedir. Ama İsa pes etmez, içindeki tanrısal gücün de desteğiyle tüm insanlık için bir günah keçisi olmayı kabul eder. Sadece kabul de etmez, bunu ister ve bunun için çalışır. Kendi istekleri ise “günaha çağrı”dır sadece, bunlara gözlerini kapatması beklenir ondan. O da öyle yapar…

Dinler söz konusu olduğunda, büyük küfür bu aslında tabii ki. Bu nedenle kitap birçok ülkede yıllarca yasaklı kalmış (ki bazılarında hala yasaklı), bu nedenle filmin gösterildiği salona Fransa’da molotoflu saldırı yapılmış, bu nedenle hala bu kitabı okuyanlara küfürbaz dinsiz muamelesi yapılabiliyor. Bir açıdan bakınca, son derece anlaşılır tepkiler bunlar (kabul edilir demediğime dikkatinizi çekerim, sadece “anlaşılır” diyorum ama asla haklı görmüyorum).

Eğer bugüne kadar kendi adımıza ne olduğumuzu hiç sorgulamadıysak dahi şimdi kısacık bir süre için kendimizi Kazancakis’in yerine koyarsak belki biraz daha mümkün olur hem kitabı ve kitaptaki İsa’yı hem de yazarın kendisini anlamak: Hayatta ne olduğumuzu, neden hayatta olduğumuzu anlamaya çalışırken ve hem kendimizi hem de çevremizle birlikte bize öğretilenleri can yakacak şekilde sorgularken ne hallere düşeceğimizi, nasıl iki arada bir derede kalacağımızı görmek çok da zor değil. Üstelik bizden beklentisi olan sadece anamız babamız ve çevremiz değil: koskoca bir Tanrı’dan bahsediyoruz burada. İnsanın algısını şaşalatacak kadar zor bunu hazmetmesi, hele ki dindar bir insansanız.

Karakterlere ve olay örgüsüne girmek işime gelmiyor şu anda. Bilindik bir konunun bazı nüanslarla işlendiği bir metin okuyoruz ve aslında net bir şekilde bunun çok da iyi bir roman olmadığını kabul etmek zorunda kalıyoruz. Çok daha iyi romanlar okuduğumuz bir gerçek! Ama yine de bu mutlaka okunması gereken bir roman olarak kalıyor kafamızın bir yerinde, insanı ya geçmişteki arayışlarına uğrattığı için ya da artık bir arayışın / bir sorgulamanın vaktinin geldiği gerçeğiyle yüzleştirdiği için.

Benim için çok kişisel bir deneyim oldu, hem kendi geçtiğim yolları hem de bu yollarda yalnız olmadığımı hatırladım. Severek okudum, sıkılmadım, sonrasındaki tartışmamızdan da büyük keyif aldım. Dogmalara karşı çıkanları reddetmiyorsa bünyeniz ve de kör bir bağnaz değilseniz okumanızı ve de biraz üzerinde düşünerek ondan sonra yolunuza devam etmenizi öneriyorum.

Son olarak bir fotoğraf eklemek istiyorum, şirketlerinin toplantı salonunu bize cömertçe açan Seyhan sayesinde gördüğüm üzere bir ofisin tüm duvarları bir romandan ilham verici parçalarla bezeli olabiliyormuş. Hem Seyhan'a ve ofis arkadaşlarıyla yönetimlerine teşekkür ediyorum hem de "Atlas Shrugged"dan ufacık bir parçayı size yorumsuz olarak sunmak istiyorum:



İster bu roman üzerinden, ister Atlas Shrugged üzerinden, ister genel olarak yorumlayabilirsiniz, düşünmek ve konuşmak serbest her zaman!


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

5 Mart 2013 Salı

Homo Homini Lupus: Akçasazın Ağaları - Yaşar Kemal

Türkiye'de (kitap okusun ya da okumasın) hemen hemen herkesin bildiği az sayıda edebiyatçıdan birisi olsa gerek Yaşar Kemal. Okuması yer yer zahmetli olmakla birlikte her daim zevklidir, hakkında yazmak ise (eğer yüzeysel 3-5 satırın ötesinde bir şeyler aktarmak isterseniz) çok kolay değildir. Zoru başarmaya çalışacak olmakla birlikte, kendime son derece güvensizim şu yazıya başlarken. Birden fazla sebebi var bunun:

1 - Maalesef akıllıca davranmadım ve iş yoğunluğu vs. diyerek kitabı bitirmemin ve dahi toplantının üzerinden 1 aydan uzun süre geçmesine izin verdim yazmaya oturmadan önce.
2 - Yaşar Kemal'in anlattığı destanın ve (bence) büyüklüğünün yakınına dahi yaklaşmayacağını çok iyi biliyorum bu yazımın.
3 - Akçasazın Ağaları'nın büyüsünü satır satır didikleyerek bozmak istemiyorum.

Bu ve benzeri sebepler nedeniyle de tüm okları göğüslemeyi göze alarak mümkün olduğunca kısa ve öz olmaya çalışacağım.

 Öncelikle, tek cümle ile şunu söyleyeyim: HENÜZ OKUMADIYSANIZ, AKÇASAZIN AĞALARI'NI ALIN VE OKUYUN.

Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde yaşayan herkesin okuması önemli Yaşar Kemal'i. Dikkatlice, düşünerek, yeri geldi mi kafasını duvardan duvara vurarak ve "neden böyleyiz biz?" sorusunun yanıtını her sayfada ayrı ayrı hissederek / fark ederek okumalı. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışından da önce başlayan hikayeleri Cumhuriyet dönemine taşıyan Yaşar Kemal net bir şekilde gözlerimizin önüne seriyor ki geçen yüz yıldan uzun süre içerisinde bir arpa boyu dahi ilerleyememiş bu toprak insanı.

Acıklı mı? Çok!
Bir o kadar da etkileyici tabii ki...

Daha ilk sayfasının ilk satırında hikayesinin içine çekiyor okurunu Yaşar Kemal. Nihayetinde, hemen herkesin diline pelesenk olmuş şu ünlü ve içli satır karşılıyor bizi kitabın her iki cildine de başlarken:



Derken, Emir Sultan'la birlikte bata çıka kaçarken atlılardan, hissediyoruz üstümüze başımıza yapışan çamuru. Sarı yağmur bizim çevremizde yağıyor sanki (burada Marquez ve Yüzyıllık Yalnızlık'a el sallamak istiyorum, okurken de aklıma gelmişti). Her yer sarı, her şey sarı. Çukurova'dayız, sarıya boğuluyor, sarıya gömülüyor, sarıyla çevrelenip sarmalanıyoruz. Tam tamına 1234 sayfa boyunca da sarıdan kurtaramıyoruz yakamızı.



Bir yandan sarı, bir yandan zulüm yakalıyor bizi gırtlağımızdan ve yer yer nefes alamayacak kadar sıkışıyoruz kendi ruhumuzun içerisinde. Hemen her sayfanın hemen her satırında kulağımıza hafif hafif "homo homini lupus" diye fısıldandığını duyuyoruz: insanların yapabildiği, yapabileceği, düşünüp arzuladığı vahşeti okurken bizim aklımız belki almayabilir dahi fakat bu onlar için hayatın bir parçası. Yemek gibi, içmek gibi, nefes almak gibi. Doğumla gelen ve ölüme kadar omzumuza kurulmuş bizimle yürüyen o iştah dolu vahşet. Beni en zorlayan bu insan doğasıyla yüzleşmek ve bunca dehşeti hazmetmeye çalışmak oldu. Ve sanırım bu nedenle çok zorlandım uzunca bir süre kitapta ilerlemek konusunda.

Ama sonuç itibariyle ayakları son derece sağlam bir şekilde yere basan ve bir yanıyla da (delicesine aşık olduğum) gerçeküstücülükten nasibini bolca almış bir büyük eser olunca elimde, asla bırakamadan devam ettim sabırla.

Sadece insan öyküsü değil Akçasazın Ağaları. Değişimin öyküsü burada söz konusu olan. Her şey değişirken insan gene en sabit kalan oluyor öykü boyunca. İnsan doğası değişmiyor, değişemiyor. Coğrafya (harita üzerinde sabit kalmakla birlikte) fiziksel olarak değişiyor, zaman değişiyor, devlet değişiyor. İnsan dediğimiz varlık ise huy ve yapı bakımından yerinde sayarak aynı çamur çukurunda debelenip duruyor ve aynen günümüzde olduğu gibi kendi için faydalı olabilecek herkesi ve her şeyi çemberin dışına itiyor. Şahit oldukça anlıyoruz ki bugün içinde bulunduğumuz durum gerçekten de hiç şaşırtıcı değil.

Vatan ve millet kavramlarının içlerinin ne kadar da boş olduğunu söyleyip durduğumuz şu zamanda bunun nedenlerini uzun uzun okuyor ve beyninizi parçalamak istiyorsunuz. Siyasetçilerin ve askerin ülkeye verdiği sonsuz zararı okudukça, Amerika'nın marifetlerine yakından şahit oldukça ve de insanların ezik rezilliğini irdeledikçe nefret mi etseniz acısanız mı bilemiyorsunuz bazen. Ben bildim ve nefret ettim.

Az önce de dediğim gibi: çok çok acıklı.

Her ne yazarsam yazayım hakkını veremeyeceğimi biliyorum demiştim, bitirirken hala öyle hissediyorum. 1234 sayfa okumak, içinde kaybolmak, hayran kalmak, tiksinmek, üzülmek, ümitlenmek lazım anlamak için bu hissimi.

Beni çok etkileyen ufacık birkaç parçayı buraya almazsam aklım kalır:
"Hep korkuyorlar. Kendilerini böylesine yiğit gösterme çabaları ondan. Hep ödleri kopmuş. Uçan kuştan, yürüyen böcekten, gölgeden korkuyorlar. Yiğitliğe, yürekliliğe bu kadar hayranlıkları ondan. Korkaklar, korkacık oğlu korkaklar." (Demirciler Çarşısı Cinayeti, S.302)
Gerisi için, Derviş ve Mustafa için, Yusuf için, ağalarla beylerin birbirlerine kıyasla ne olup ne olmadıklarını kendi adınıza görmek için, çemberin nasıl da kapanarak öykünün tamamlandığına şahit olmak için okumanız lazım. Roman mıdır destan mıdır rüya mıdır kendiniz karar verebilirsiniz ondan sonra.

Son olarak şunu da buraya almak istiyorum, bakalım ne kadar tanıdık gelecek sizlere:
"Bizimki muhalefetin ağzını açtırmamaya karar verdi. Belki de muhalefeti ortadan kaldıracak. O zaman bu memleket memleket olacak. Bizde, bu doğu memleketlerinde demokrasi sökmez. Daha yeni yeni anlıyorlar." (Yusufçuk Yusuf, S.325)

***SPOILER ALERT***

Neden Derviş'in "gelenek" dışında davranıp da Yusuf'u sağ bırakacağını düşünmüştüm ki? Sempati mi duyacağız katillere "eski zaman kodu"na göre davrandıkları için? Kafam karışık birçok açıdan...

(Kitabın son cümlesini okuduğum tarih olan 31 Ocak'ta aldığım nottur)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.