4 Aralık 2011 Pazar

yazgıların tableti & erken kaybedenler: şu "öykü" dediğimiz şey ne güzel!

bir listem var, "okunacaklar" listesi: ne zaman bir yerde ilgimi çekeceğini düşündüğüm bir kitaba dair bir şey okusam ya da ne zaman birisi bir kitap önerse mutlaka eklerim listeme. liste sağlam, liste uzun, işimden ayrılsam da günümün 18 saatini kitap okumaya ayırsam bitirmem mümkün değil. ben de gözü asla doymayan ve kesinlikle iflah olmayan bir obur okur olarak bu listeyi sürekli olarak uzatıp duruyorum. ve listeden bir kitabın üzerini çizebilmek, "okunacaklar" arasından birini daha eksiltebilmek bana kendimi iyi hissettiriyor.

yazgıların tableti ve erken kaybedenler de bu listeden üzerini yakın geçmişte çizdiğim iki kitap (evet her iki kitabı da 'bazuka'yı okurken murat uyurkulak'ın notlarını görünce listeme eklemiştim). her ikisi de öykü kitabı, en sevdiğim türde! roman okumayı sevmeyi öğrendim geçen yıllar içerisinde ama öykünün insanı birden önüne katıp hızla derdini anlatan ve sonunda (genelde) tadını damakta bırakarak okurun hayalgücünü daha aktif kılan halini hala çok seviyorum.

-I-

yazgıların tableti'nde reha mağden detektif murat davman'ın gözünden "yusuflar"ın türlü ama hep aynı hallerini anlatıyor bize. her bir hikayede mutlaka bir katil var bir de maktul. bir yusuf var her daim: bazen bıçağı tutan el yusuf, bazen kanıyla kaldırımları sulayan beden. hepsi bir ama hepsi de farklı aslında. hikayeler kısa, cümleler genellikle öz. eğlencelik bir polisiye öyküleri derlemesi de olabilecek olan bu kitabı benim gibi "mutlaka derin bir şeyler var burada! reha mağden başka yazmaz" diye düşünerek okursanız, cümleler gözlerinizin önünde derin anlamlarını açıyorlar size. isterseniz, bir nevi ezoterik külte inisiye olma şansını yakalayabiliyorsunuz. ben severek okudum. öykü severler, polisiye severler, serseri detektiflerden hoşlananlar, kısa ve akıcı bir metne kendini bırakmak isteyenler kaçırmasın diyorum.



"Babilonya'da Tanrı'nın sayılan niteliklerinden biri, Yazgıların Tableti'ne sahip olmaktı ve bunun çeşitli nedenlerle çalındığını ya da zorla ele geçirildiğini okuruz. Bunlara sahip olan Tanrı, evrenin düzenini denetleme gücüne de sahip oluyordu." (arka kapaktan)

-II-

itiraf ediyorum, emrah serbes adını önce afili filintalar kanalıyla duydum, iyi bir yazar olduğunu okumakla birlikte behzat ç ötesinde kendisine dair pek fikrim oluşmadı (behzat ç. de bana ultra itici geldiği için kendisinden iki adım ötede durdum şimdiye kadar). çok ayıp etmişim! uzun zamandır böyle bir kitap okumaya ihtiyacım varmış da haberim yokmuş! erken kaybedenler'de serbes erkek çocuklarının dünyasına dalmış. 5 yaşında, 8 yaşında, 12 yaşında, 16 yaşında erkek çocukları: düşünceleri, hisleri, hareketlerinin ardında yatan motivasyonlarının iç dünyası. nahif ve olgun bir dille çizmiş çocukları emrah serbes. saflıklarını kaybetmeden yetişkin zırhına büründürmüş onları fakat çocukluklarını yitirmemelerini sağlamış. ince ve yerinde bir dengeyi oturtmuş ve bence harika bir iş çıkartmış. su gibi aktı hikayeler: güldüm eğlendim duygulandım hüzünlendim. daha olsa daha da okurdum. ben uzak durmuş ve hata yapmışım, siz yakın olun: okuyun. erken kaybedenler'i "yoldan çıkmış bir neslin manifestosu" olarak tanımlamış serbes arka kapakta, çok da yerinde olmuş. kitap nefis, tek kelimeyle nefis!



'korhan ağbi'nin kardeşi'nden bir alıntıyla bitirelim:
"eve gidip kitabı okumaya çalıştım. beş sayfa sonra sıkıldım. orhan kemal iyi bir yazardı muhtemelen, beş sayfadan çıkardığım sonuç, ders kitaplarında okuduğum şeylerden daha güzel olduğuydu. ama bana okumanın kendisi saçma geliyordu. birinin anlatmak istediği bir şey varsa, başından geçen ilginç bir hadise örneğin, doğrudan bana gelip anlatmasını beklerdim. eğer bunu herkese birden anlatmak istiyorsa film falan çekmeliydi. ayrıca filmlerde insanlar gülerler, ağlarlar, öpüşürler, her şeyi görürsün. kitaplarda böyle bir şey yok, sadece her okuyana göre değişen birtakım yaklaşık hisler var, görüntüyü sen yapıştırıyorsun üstüne. olmayan bir filmi kafanda çekmeye çalışıyorsun, hiçbir şey görmediğin halde her şeyi gördüğünü zannediyorsun. ayrıca bir kitabı herkes aynı anda okuyamaz. ama filmi pek çok kişi aynı salonda seyreder. video bile olsa en azından iki üç kişi aynı anda seyredebilir. ve tabii sevgilinle beraber seyrediyorsan el ele tutuşabilirsin, konuyu kaçırmayacak oranda öpüşebilirsin. bunun da yarattığı bir enerji var. film akar, kitap durur. her neyse... o zamanlar kafam biraz karışıktı."

7 Kasım 2011 Pazartesi

Aşktan ve Gölgeden! - Isabel Allende

"yazarken, karanlığı dile getiriyorum. hemen her zaman böyle oluyor. çünkü gerçekliğin bir parçasıdır karanlık. ancak, kitaplarımın karamsar olduğunu sanmıyorum. kitaplarımda çok fazla acımasızlık var, ama dayanışma, umut, bir parça mutlu son bile var. keşke yalnızca mutlu sonları yazabilseydim, ne yazık ki yaşam hiç öyle değil" diyor allende kitabın arka kapağında. sanırım hayatı ve de kitabı en iyi özetleyen cümleler bunlar.

karanlık bir dönemde karanlıklar içinde bir ülke. başında bir diktatör. bastırılmış, ezilmiş, süründürülen ve korku içinde saklanarak yaşayan bir halk. fiziki olarak saklanmayanlar da duygularını ve düşüncelerini sürekli olarak saklamaya koşullamışlar kendilerini (başka türlü yaşamaları pek mümkün değil zaten). sosyalizmin büyük yenilgisi askerin elinden gelir ve sonrasında öylesine bir dönem başlar ki insanlar asker postalı altında aldıkları yaraları dahi sarmanın devlet düşmanlığı olduğunu zor yoldan öğrenirler. hayat artık herkes için çok zordur. görmemek, duymamak, konuşmamak çok zor olsa da nefes alıp vermeye devam etmek ve çocuklarını hayatta tutabilmek için buna mecburdurlar.

sadece şili'nin yakın tarihini ve faşist diktatör pinochet'yi biliyor olmaktan değil, bizleri tam da canevimizden vuran olayların ta dibine düşmesinden ötürü çok yakın bir hikaye.



maalesef çok yakın hem de! kendi cumartesi annelerimizi düşünmek dahi yetiyor bunların nasıl da kendi burnumuzun dibinde, ülkemizin her yerinde yaşandığını hatırlamak için. bu nedenle de sıklıkla dalarak, iç çekerek, hissederek, hatırlayarak, düşünerek okutuyor kendini allende 'aşktan ve gölgeden' sayfaları boyunca. insanın içi eziliyor bolca.

yurdumuz gündemini düşünmekten kendimi alamadığım yerler oldu sayfalar boyunca - tadımlık 2 kuple alalım şuraya:

S.202 - "adalet, artık neredeyse hiç kullanılmayan, unutulmuş bir sözcüktü; özgürlük gibi, suç unsuru sayılabilirdi"

S.215 - "kamuoyuna suçluları cezalandıracağımızı bildirin, sonrasını düşünürüz, halkın belleği zayıftır nasıl olsa" (general'in ağzından)

acımasız olayları mümkün olduğunca az acıtarak ama insanda yer etmesini sağlayarak aktarmış allende, iyi de etmiş yoksa pek okunabilir olmayabilirdi kitabımız. sonlara doğru romantizm had sayfaya çıkmış olsa da sosyalizmde o çocuksu hayaller ve "ilerideki güzel günler beklentisi" olmasaydı halimiz nice olurdu? hayat içerisinde gördüklerimizden pek farklı değil kısacası.

ve hikaye biter (ya da başlar ve devam eder). çember tamamlanır, anayurda döner ispanya'nın evlatları. sonrası hayalimize kalmış ki biz onu en güzel ve yumuşak şekilde bitirmeye sonuna kadar hazırız. her hayal gibi!

bir önceki kitabımız 'lütfen anneme iyi bak'ta olduğu gibi bu kitabımızda da "ne kadar da bizim gibi! ne kadar türkiye gibi!" dedik. birbirine bunca uzak coğrafyalarda halkların bunca yakın hikayeler yaşamaları, düşündürücü olsa gerek. ama aslında çok da garip değil düşününce: nihayetinde, hepimiz insanız ve hepimiz güzel günler görmek istiyoruz, güneşli günler.*



*nazım'ın "güzel günler göreceğiz" şiirini bilmeyen var mıdır diye düşünüyorum an itibariyle - marşımız gibi olmadı mı geçen yıllar içerisinde ne zaman umut aşılanmaya ihtiyacımız olduğunda dilimizde o! :)


bitirmeden önce iki not:
1 - güney amerikan edebiyatına bayılıyorum! hiç hayalkırıklığına uğratmadı bugüne kadar beni!
2 - can yayınları ve korsan yayın konusuna tekrar giresim yok ama "çöplüğün generali" deneyimimden yola çıkarak, elime aldığım kitabın kalitesi maalesef beni gene düşüncelere sevk etti. bilemedim.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

16 Ekim 2011 Pazar

omma rul put'ak hae : lütfen anneme iyi bak

"İnsan ancak başına bir şey geldikten sonra, özellikle de kötü bir şey geldikten sonra geriye dönüp ne yaptığını düşünür. İşte öyle anlarda, keşke öyle yapmasaydım diyebilir". (S.17)

Kırsal kesimde yetişmiş, çocuklarını kırsal kesimde büyütüp büyük şehirlere göndermiş, hayatını ailesi ve evi ekseninde kurmuş bir anne. Yemeyip yedirmiş ve giymeyip giydirmiş bir kadın. Yetişkinlik hayatlarını annelerinden uzakta kurmuş, çoluk çocuğa karışmış ya da kariyerlerine odaklanmış, annelerini rahat ettirmek ara sıra akıllarına gelse de günlük hayat koşturması içerisinde her seferinde ertelemiş çocukları, ilgisiz (daha doğrusu karısını çantada keklik bilen) bir koca... Ve hep güçlü olmuş ancak artık yaşlanmış ve de sonunda hastalanmış bir kadın.

Anne ve baba çocuklarını ziyarete büyük şehre gelirler ve koca karısını kaybeder istasyonda. Ve çocuklarıyla bir olup her yeri arasalar da, ilanlar çıksalar da bulamazlar anneyi. Biz de bu arada her bir çocuğunun gözünden annelerini tanır, hatıralarına şahit olup hislerini okurken hayal kırıklıkları ve pişmanlıklarını öğreniriz: annenin fedakarlıkları, kızgınken ve çocukları onu anlamazken dahi aslında her şeyi çocuklarının iyiliği için yapıyor oluşu, hikayesinin saflığı insanın içini acıtıyor. Belki de bir yaşlılık klasiği bu: yuvadan uçan çocuklar kendi hayatlarını kurduktan sonra anneye pek zaman ayıramıyorlar ama anne için dünya hala sadece çocuklarından ibaret. Bizim alışık olduğumuz anlayıştan çok uzak düşmeyen bir hikaye bu. Belki de bu nedenle tam onikiden vuruyor hedefini. İnsanı kendi ana-babasıyla olan ilişkisini, onlarla olan iletişimindeki sabırsızlıklarını ve bunların nedenlerini gözden geçirmek zorunda bırakıyor. Aslen neyin önemli olduğunu, rollerin ne zaman ve nasıl değiştiğini sorgulamak, araştırmak zorunda kalıyoruz okurken bir yandan da kendi içimize dönüp.

Ve yer yer cidden canımız yanıyor. Buna rağmen elimizden bırakamıyoruz sanki ve bir yandan da sürekli dua ediyoruz bulsunlar annelerini diye. Ama işte hayat her zaman istediklerimizi vermiyor sanırım bize ve biz bazı şeylerin kıymetini ancak kaybettikten sonra anlıyoruz.

Çok severek okudum. Kulüpte önerilmeseydi kitapçı rafında görüp seçip okuma ihtimalim cidden çok düşük olurdu, iyi ki iRo! var dememe sebeptir 'lütfen anneme iyi bak'.



Kısa bir not olarak ekleyeyim: bizim okuduğumuz Türkçe çeviri aslen Korece yazılmış olan romanın "Please Look After Mom" adlı İngilizce tercümesinden gerçekleştirilmiş. Kore dilinde olup da İngilizcede bulunmayan bir anlamlandırma nedeniyle başlıkta önemli sayılabilecek bir nokta yakalanamamış. Burada "anneme iyi bak" derken aslında söylenmek istenen "annemi sana emanet ediyorum"a daha yakın bir şeymiş.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

4 Eylül 2011 Pazar

BAZUKA: aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikayeler

kitap kulübümüzün ilk aylarında özlem bize tol'u okuttuğunda tanıştığım murat uyurkulak aklımı ve kalbimi “çünkü benim aklım yol kuşlarının tüneyip sessiz sedasız terk ettikleri bir harabedir” cümlesiyle kazanan ve bende (tol'u ve hemen sonrasında har'ı okuyup bayılmamın da etkisiyle) sonsuz kredisi olan bir yazar. cümleleri, seçtiği kelimeler, ülkemizin acılarına yaklaşımı derinden etkilediğinden olsa gerek, adının geçtiği her yazıyı, hikayelerini ve romanlarını takip ediyorum.

hal böyleyken, geçtiğimiz hafta özlem'in de buraya taşıdığı bazuka'yı tabii ki ıskalamadım. ıskalamadım ve bir süre önce rafıma ekledim ya, daha bu sabah fırsat bulabildim elime alıp da kapağını açmaya. gün içerisinde yaratabildiğim fırsatlarla okuyup bitirebildim. mutluyum. aksini de beklemiyordum zaten, çünkü bir kez daha murat uyurkulak beni ilk satırdan yakaladı. shakespeare'ın sonelerinden birinden yaptığı bir alıntı ile açmış kitabını bize uyurkulak (çev: can yücel) :

değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez...




kurgu konusunda çok başarılı bir yazar murat uyurkulak. sisteme her daim karşı. sistemin kendisine karşı ve bunu dile getirmekten kaçınmıyor asla. kelimeleri seçimi, cümle içerisinde onlarla oynadığı oyunlar iyi bir hikayeden her zaman keyif alacak her okur için çok çekici. çok vicdanlı bir insan olduğunu düşünüyorum murat uyurkulak'ın ben. direkt olarak vicdanımdan yakalıyor beni çünkü her seferinde. ve bu sefer de farklı olmadı. 9 hikayenin 9'unda da kafamı salladığım, "ah be!" diye iç geçirdiğim ya da minicik içimin sızladığını hissettiğim anlar oldu. su gibi aktı akmasına ya, çamur kaldı içimde kitabı bitirip de ne kadar "sahici" yazdığını düşündüğümde. bu kötü bir şey değil. bu - ülkenin bugüne kadar görüp yaşadığı ya da görmeyip yok saydığı her şey düşünüldüğünde - herkesin önce bir batması gereken bir çamur. her yanımıza bulaşmadan temizlenmeye kalkışacağımızdan şüpheliyim.

hikayelerin hiçbiri ile ilgili bilgi vermek istemem, kısacık öykülerden oluşturulmuş küçücük bir kitap. belki bir kaç saat sürecek bir okuma deneyimi. ama ıskalanmamalı. öykü severler mutlaka yakalamalı bir ucundan bu kitabı. öykü yazmak (layığıyla, güzel öyküler yazmak) her babayiğidin harcı değil. bulunduğunda da kaçırılmamalı diye düşünüyorum.




son olarak: yeni bir m.uyurkulak romanı bekliyoruz! çıksa da okusak :)

2 Eylül 2011 Cuma

Richard Bach tekrar raflarda: Meraklılar

uygarlıklarının felaketini (savaşlar, açlık, teknoloji kaynaklı çeşitli afetler) kendi elleriyle getiren bir dağgelinciği ırkı. tek bir kahramanın çabasıyla (mı gerçekten?) tekrar ve çok daha güçlü bir düzen kuruyorlar. bu düzende sadece çok gereken teknolojilere yer var, her şeyin temelinde ve merkezinde manevi değerler ve doğrular yatıyor. dağgelincikleri geçmişlerini pek hatırlamıyorlar, ana hatlarıyla bir "felaket" olduğundan belli belirsiz haberdarlar, dogmatik değer yargıları çok net ve kesin: kendine yapamayacağın hiçbir şeyi bir başkasına yapma.

böylece herkes iyilik yapmak peşinde (ki kendisine de hep iyilik yapılsın), kimse yalan söylemiyor ve herkes güvenilir (ki kendilerine de yalan söylenmesin ve herkese güvenebilsinler), suç diye bir şey yok (ufacık tefecik suçlar burada kast ettiğim, cinayet ve hırsızlık benzeri ağır suçlar akıllara dahi gelebilecek gibi değil). ve tabii şu cümledeki tüm parantez içi notlar bana ait çünkü onların aklına böyle bir karşılık dahi gelmiyor, hepsi bunu yapmak istedikleri için yapıyorlar, doğru olan öyle davranmak olduğu için.




5 hikaye anlatılıyor kitap boyunca, 5 ana karakter ekseninde. fakat karakterlerin hemen hepsinin yolu bir noktada birbiriyle kesişmiş ya da kesişmekte, bazıları çocukluk arkadaşı, bazılarının bu yol kesişmelerinden haberleri dahi yok: tesadüfler biz farkında değilken gerçekleşiyor ve hayatlarımız bazen varacağı noktadan çok daha öte yerlere esneyebiliyor. medeni ve saygın bir hayat peşinde tüm gerçek olanları merak eden, araştıran, dedektifliğe ayrı bir saygı duyan dağgelinciği ırkının peşinde 471 sayfa macera sizi bekliyor. ve tabii richard bach, her zaman olduğu gibi, satırlara ve satır aralarına serpiştirdiği "hayat dersleri" ile kulağınıza küpe olabilmek için elinden geleni yapıyor.

sevgili patronum tarafından doğumgünümde bana hediye edilen bu kitabı çok severek, çok eğlenerek okudum. richard bach'ın zaman zaman kapıldığı didaktik tonlamayı görmezden gelebildiğinizde çok neşeli hikayeler okuyacağınızı garanti edebilirim. ve, günümüz dünyasından çok farklı olmakla birlikte, bizim uygarlığımızın varacağı noktayı düşündükçe, dağgelincikleri kadar şanslı olacağımızı umuyorum.

1 Eylül 2011 Perşembe

Sen Uyumadan Önce - Linn Ullmann

güzeller güzeli, seksiler seksisi, bir bakışıyla ya da bir gülüşüyle etrafındaki tüm erkekleri meftun eden "yıldız" bir anne, annenin parlaklığı yanında soluk kalmaya alışmış ve nihayetinde kapıyı çekip çıkan, bu arada çocuklarını da doğal olarak bırakan bir baba, nazik ve düşünceli, güzel ama biraz hantal, intihara meyilli bir abla ve ailedeki tüm olumlu özellikler zaten kapılmış olduğu için çılgınlığı ve hayal gücüyle varlığını ortaya koyan, kendi büyülü gerçekliğinin kahramanı bir kadın:  karin.

kovboy çizmeli balıklar, sıvı yüzlü insanlar ve benzeri gerçeküstü karakter ve olaylar barındırsa da, ayakları sağlam yere basan ve mesajını çok net veren bir romandı "sen uyumadan önce". tahminimce yazar hayatından çok fazla öğeyi kurgusuna katmış. ingmar bergman ve liv ullmann'ın kızı olan linn ullmann'ın babasıyla ilişkisinin olmadığını anlatmıştı zeynep bize kitabı ilk önerdiğinde. romandaki karin'in babası tarafından terk edildikten sonra onunla kalan kısıtlı ilişkisinin büyük çoğunluğunun da sinema salonlarında geçmesi beni bu bağlamda çok şaşırtmadı. ullmann'ın da babası ile görüşmemesine rağmen sanatına büyük saygı beslediğini biliyoruz çünkü.


aslında deli bir tempoyla gidiyor roman. nesiller arası sürekli bir gidiş geliş söz konusu: amerika'ya göç eden büyükbaba ve orada kurduğu ailesinin öyküsünü okurken zamanda geriye gidiyor, büyükbabanın ölümünü takiben memlekete dönen büyükanne ve kızlarının öyküleri için arada tekrar zaman yolculuğu yapıyoruz. bu arada da sürekli olarak günümüzde karin'in ailesi ve erkeklerle ilişkilerine şahit oluyoruz.

akıcı ve ferah bir roman. son zamanların en güzel toplantılarından birini sayesinde yaptığımızı düşünüyorum, konuyu ara sıra dağıtmış olsak da, okurken de konuşurken de yazarken de çok iyi vakit geçirdim. kitabı okuduktan hemen sonra seveceğini düşündüğüm bir arkadaşıma ödünç verdiğim için pek alıntı yapamıyorum ama herkese tavsiye ediyorum. teyzesi karin ile birlikte büyükbüyükbabasının eski bir fotoğrafına bakan sander'in saf ve heyecan dolu "eskiden renkler ne kadar azmış!"  tepkisine kim kayıtsız kalabilir ki?

son olarak, ufak bir not düşmek isterim: kitabı alıp da kapağını açtığımda gördüğüm ve düzeltiyi murat uyurkulak'ın yaptığını yazan not beni sevindirmişti, okuduğum kitaplarından m.uyurkulak'ın dilimizi çok güzel kullanan bir yazar olduğunu görmüştüm. fakat maalesef düzelti çok başarılı değil, ya fazla vakit ayırılamamış ya da bir hata var bir yerlerde. yayınevlerinin daha dikkatli olmalarını bir kez daha dilemekten başka bir şey kalmıyor korkarım. ve ben pek umutlu değilim!



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Felsefe, Yelken ve Caz - Asiye Koray Bendon

kişisel gelişim kitapları normalde benim kalemim değildir. pek sevmem okumayı. bir başkasının hayatın sırrına varmışçasına kestiği ahkam nadiren kafama yatar ve ruhuma iyi gelir. pek gelişemem anlayacağınız bu kitaplardan ve genelde kişisel gelişim gurularının da kendi keselerini doldurmak peşinde olduğunu düşünürüm. aslında, bu düşündüğümde (ve haliyle de bu guruların yaptığında) pek de olağandışı, abes bir durum yok. kapitalist dünyada herkes bir şekilde kendini kurtarmak isteğinde haklı olarak. ben de, aynı hakkı kullanarak kişisel gelişim kitaplarından uzak durmaya devam ediyorum.

dedikten sonra... geçtiğimiz aylardan birinde okuduğum fakat yazmak için ancak zaman bulabildiğim FELSEFE, YELKEN VE CAZ adlı kişisel gelişim kitabına geçelim! :) evet, okudum. ama neden okudum? elma yayınevi referansı benim için önemli, daha önceden bu yayınevinden okuduğum hiçbir kitaptan pişmanlık duymadım. felsefe, yelken ve caz da beni yanıltmadı.



yazar asiye koray bendon'un ahkam kesen ve dikte eden bir tarz kullanmaması kitabını diğer kişisel gelişim kitaplarından daha farklı bir noktaya taşımış. samimi, sohbet eder gibi, kendine de iğne batırarak yazmış bendon. "tatlı tatlı" anlatmış, okurunu eksik hissettirmeden ince ince vermiş mesajını. benim gibi dikbaşlı ve hatalarını kabul etmeye pek yanaşmayacak okurların bu "gelişim" ve "ilerleme" satırlarını daha kolay sindirebileceğini düşünüyorum.

caz pek benim kalemim bir müzik türü değil aslında. ama hayatın tüm akortlarıyla belki de bir caz seansı olabileceğini düşündüm okurken. yelken terimlerini öğrenmiş oldum satır aralarında ve dipnotlarda. kitabın adında beni tavlayan anahtar kelime felsefeye gelecek olursak, demeliyim ki okuru düşünmeye sevk eden kitaplar güzel kitaplardır, felsefe ile haşır neşir olmak iyidir ve kişinin kendini geliştirebilmesi için anahtardır.

kitap kulübümüzün misyonu olan ROMAN candır. ama ara sıra kurgunun biraz dışına çıkıp samimi, yürekten yazılan öykülere dalmak da insanı ferahlatır. kitabımız belki bazı gedikli gelişim okurları için basit kaçacaktır fakat benim en hoşuma giden bu "basitlik" oldu, günlük yazarmış gibi kahraman arayışını bizimle paylaşan bendon, bana bugünün blog yazarlarını ve satırlarındaki içtenliği, hesapsızlığı düşündürdü. ara sıra keşke biraz daha üzerinde çalışsaymış da tekrarlar ya da hatalardan arındırsaymış eserini yazar diye düşünmedim değil fakat eğer öyle olsaydı bu samimiyet kalır mıydı emin olamadım. en güzeli böylesi olsa gerek.




sayfa 177'den bir alıntı:

hoca, leo tolstoy'un (1829-1910) anna karenina romanından alıntılıyor:


"bütün mutlu aileler birbirine benzer, ama mutsuz ailelerin her birinin öyküsü farklıdır."

bundan çok emin değilim.

birkaç mutlu aile bulabilirsem etrafta, birbirine benzeyip benzemediklerini de görebilirim herhalde... ama mutsuz olanların senaryoları da üç aşağı beş yukarı aynı gibi geliyor bana:

bir "aldanma ve aldatma diyalektiği."

sanırım, önemli bir bölümü sıradan ve renksiz geçen bir hayatı, bir de evlilik cenderesine sokunca, insanların kendilerini bir aldanma ve aldatma diyalektiği içinde bulmaları üzerine binlerce şarkı da yazılabilir, öykü de, roman da...

28 Ağustos 2011 Pazar

Necib Mahfuz - Miramar: hayat kime ne veriyor ki?

bir pansiyon. pansiyonun sahibi yabancı kadın. çeşitli yaş grupları ve sosyal arkaplanlardan gelen, farklı statülerde karakterler. her birinin bakış açısından olayların bambaşka şekillerde izahı. aynı ülkenin tarihine ve ülkede olup bitenlere (hem makro hem de mikro açıdan) farklı bakış açıları ve yaklaşımlar.

metaforlar çok başarılı, kullanılan dil çok akıcı, karakterler sağlam. kitabın aslının arap dilinde yazılmış olması bir avantaj bence, dilin zenginliği satırlara da yansıyor ve mahfuz'un başarılı kullanımıyla güzel bir okuma deneyimi oluyor. tek üzüntüm kitabımızın çevirisinin orijinalinden değil ingilizce çeviriden yapılmış olması (bunu tahmin ediyorum sadece, arkadaşlarımızla da bunda hemfikir olduk zira arap dilinden direkt çeviri olsaydı bir çok noktada çok daha etkileyici cümleler okuyabilirdik diye düşünüyorum).




birinci dünya savaşı ve sonrasındaki emperyalist / kapitalist düzenin bakış açısını tek bir cümleyle çok güzel bir şekilde özetliyor bize necib mahfuz ve ben çok etkileniyorum: pansiyon sahibi madam (ki kendisi bir fransızdır) mutsuz bir şekilde pansiyon konuğuna döner ve "ikinci dünya savaşının eski güzel günleri"ni ne kadar aradığını söyler. çünkü artık sömürecek bir şey kalmamıştır.

bunun akabinde bir yerde devrim sonrası seçenekler tartışılırken bir çıkışın daha olduğu ve bunun da amerikan yönetiminin mısır'ı bir kukla hükümetle yönetebileceği tek bir cümlecikte geçiveriyor ve ben kendi ülkemiz de dahil olmak üzere bu düzenin ne zaman nasıl kurulduğu ve teker teker tüm kehanetlerin nasıl gerçekleştiğini düşünüyorum.

vesaire, vesaire...

ben en çok zühre'nin öyküsünü sevdim. "halk"ın öyküsünü yani. bir çok insanın romantik ve "yazıldığı gibi" okuduğu öykümüze biraz farklı bir gözle bakınca gördüm ki mahfuz aslında diğer sınıfların halk üzerine oyunlarını ve planlarını son derece siyasi bir duruşla yazmış. öngörüler ve çıkarımlar sağlam, ayakları yere basan bir siyasi metin oluveriyor kitap birden. nasıl ve ne okumak istediğinizle çok alakalı aslında miramar'dan alacaklarınız. çok çeşitli düzeylerde çok farklı şeyler yakalayabileceğiniz bu kitabı mutlaka öneriyorum.

not: kitap filmleştirilmiş. görsel filmin dvd kapağına aittir.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Palahniuk'un Ölüm Pornosu

en son söylenecek sözü en başta söylerek demeliyim ki "ölüm pornosu" sıkı bir palahniukçu olan beni dahi tavlayamadı.

bundan yıllar yıllar önce dövüş kulübü ile tanıyıp beğendiğim ve de sonrasında aralarında gösteri peygamberi, ninni, günce ve tekinsiz'in de bulunduğu bazı kitaplarını okuduğum yazarımızın elini bu sefer porno endüstrisine attığını duyduğumda aklımdan geçen ilk düşünce "bakalım bunu türkiye'de nasıl bir fırtına karşılayacak" olmuştu. ve zaman bana yanılmadığımı gösterdi. önce soruşturmalar açıldı, sonrasında çevirmen funda uncu'nun ahlaki değerlerinin (utanmadınız mı bunu çevirmeye?) ve mesleğinin sorgulandığı (manken misiniz?) skandal sorguya şahit olduk. dava mava derken şu anda ne durumda bilemiyorum soruşturma, ben ilgimi kaybettim maalesef (ülkede bir çok şeye ilgimi kaybetmiş olduğum gibi).




kitabı seçme nedenim tamamiyle bu soruşturmanın tepemin tasını attırmasıydı açıkçası. palahniuk okutması riskli bir yazar bence, herkesin damak tadına uyması mümkün olmaz diye düşünmüştüm. fakat üzülerek demeliyim ki, benim dahi damak tadıma uymadı. çünkü: kitap eksik. evdeki hesap çarşıya uymamış. palahniuk'un klasik sorgulayıcılığı, sivri dili, günümüz kapitalizmine yergisi, kara mizahı ve aralıklarla indirdiği şamarı yok bu romanda. karikatürize edilmiş karakterler ne güldürüyor ne de kızdırıyor. uzaktan uzağa izliyoruz onları leş gibi ortamlarında ve pek dokunmuyor insana.

pornoya uzak bir insan olmamdan ötürü mü bana dokunmadığını sorguladım bir ara fakat konumuz bu değil. konu zaten porno da değil. palahniuk burada anne ile evladı arasındaki bağı mı işledi acaba diye tutmaya kalksan o da yok. illa bir mesaj mı taşımalı kardeşim yahu oku geç git işte desen, pek eğlendirici bir yan da yok sayfalarda.

palahniuk'tan bahseder ve onu tanıtırım diyordum ama romanın yarattığı hayalkırıklığı sonrasında bunu yapmaya pek hevesim de yok (şimdilik! daha sonra, mutlaka yazacağım).

kısa ve öz olmak gerekirse : "ölüm pornosu" palahniuk'a giriş için kötü bir seçim olur. diğer kitapları ise her zaman bakmaya değer. özellikle de (benim kişisel favorim olan) gösteri peygamberi şiddetle önerilir!


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

sadece A ve Z. sadece iki harf : hakan günday. az.

yanılmıyorsam 1,5 yıl kadar önce, kitap kulübümüz sayesinde ve ziyan ile tanıştım ben hakan günday'la. çok etkilendiğimi hatırlıyorum, üstelik (enteresandır) okuduğum bir çok kitabı bir iki ay içerisinde unutmama rağmen ziyan neredeyse kelime kelime hatırımda kaldı, hala alıntı yapabilecek seviyede hatırlıyorum bir çok kısmını. sonrasında tüm kitaplarını aldım günday'ın, sıraya koydum ve okudum (daha önceki bir tarihte kendisiyle ilgili yazdığım bir yazıyı okumak için tıklayınız).


her günday kitabı sonrasında hissettiğim ve yazmaya yeltendiğim şey şu : hakan günday eğlence için okunacak bir yazar değil. zaten böyle bir isteği ya da hedefi olduğunu hiç sanmıyorum. çok can yakan, derin ve kapkaranlık düşündüren, beynini sökerek bir kenara atmayı istetecek kadar üst üste yumruklarla seni yerlere düşüren acımasız bir kalemi var. sert hikayeleri var. kelimeleri sivri, cümleleri kısa, net, acı. hem acıklı hem acı. ve belki de sırf bu nedenle bu kadar başarılı. acıklı bir ülkenin acıyı görmezden gelmekte başarılı çocukları olduğumuz için bu derece silkeliyor bizi hakan günday belki de. başka ülkenin ikliminde yaşıyor olsak , okuduğumuzda "fantastik olaylar bunlar" diyip ürpererek kenara koyacağız kitabı belki fakat bu toprağın mahsulü olunca inanmak istemesek de içten içe bizi tırmalayan bir pençe hatırlatıyor her şeyin ne kadar da gerçek olduğunu.

"AZ" ile ilgili yazmaya yeltenmişken aklımdan geçen cümleler hep yukarıda yazdıklarım minvalinde dönüp duruyor. ne derdâ'yı ne de derda'yı anlatacak halim var kitabı okumuş olmamın üzerinden geçen 2 aya rağmen. sürprizleri ele vermekten çekindiğim ve haksızlık yapmak istemediğim için günday'a ve okurlarına, bir mini alıntı yaparak sizi kitabı okumaya davet edeceğim:

"Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım o sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi..."



bir süre önce okuduğum bir röportajında "insan hakları çiğnenince tuhaf bir ses çıkarır, tadı da kötüdür. ama toplum denilen yaratığın midesi öyle sağlamdır ki, hazmedilmesi için birkaç nesil yeter." diyen hakan günday'ı seviyorum. daha güzel özetlenebilir miydi içinde olduğumuz durum, bilemiyorum.


son not olarak, maalesef beceremedim youtube'daki bir videoyu "embed" etmeyi buraya. bugünün beceriksizliği bu olsun, videoyu izlemek için sizi şuraya alayım :  AZ - fragman @ Youtube

10 Temmuz 2011 Pazar

Murathan Mungan'la Yıllar Sonra Bir Kez Daha - Şairin Romanı

ille de ROMAN olsun! kuruldu kurulalı en zorlanarak yazdığım yazı olabilir bu. tamamıyla görev olarak görerek yazmak zor. haftalardır sırtımda dolaştırdığım yükten kurtulacağımı düşünmek tek motivasyonum. bu nedenle de çok fazla sözüm yok korkarım paylaşacak bu roman ile ilgili, yazacağım ve kurtulacağım sanırım. üzgünüm murathan mungan, ama bu sefer de uyuşamadı seninle kimyamız.

bu giriş bir bakıma zorunluydu benim için. işkence gibi süren bir okuma deneyimini takiben toplantımızı yaptık ve eve döner dönmez kitabı raflardan birinin bir köşesine bıraktım, araya 3,5 kitap soktum, biraz çıktım o sıkıntılı ruh halimden ve şimdi yazabiliyorum ancak bu romana dair düşüncelerimi:

- murathan mungan, yeni türkü sayesinde tanıştığım ve sonrasında da edebiyatımızda önemli bir yer tuttuğu için de şiir ve düzyazılarını aralıklarla takip ettiğim ancak çok da fazla yıldızımın barışmadığı bir isim. maalesef negatif bir önyargı ile başladım şairin romanı'nı okumaya bu nedenle. özlem kitabı getirdiğinde sanırım en fazla direnci gösteren bendim, kitaba başladıktan sonra da o direnci kırmam çok zaman aldı. nihayetinde kırdım, okudum, bitirdim. ama çok yoruldum, sanırım iRo için okumasaydım yarıda bir yerde bırakırdım "sonra devam ederim" diye düşünerek ve sonra da devam etmezdim muhtemelen.

- çok zor girdim ben bu romana. sanırım 350.sayfa civarındaydım ve hala "ne okuyorum ben ya?" diye düşünmeyi bırakamamıştım. benim romanla bağımı sağlam tutan tek karakter zeheyra oldu. bir tek onu "gerçek" bir insan olarak kabul edebildim bu hikayeler bağında. geri kalan karakterlerin neredeyse tamamı romanın son sayfasını da okuduktan sonra esti gitti aklımdan.

- şiir ile ilgili felsefe yapmaya çalışmış mungan ama tabii tüm filozoflar gibi o da işin fazlaca didaktik yanına kaçınca ağızda ekşi ve acı bir tat bıraktı çabaları. ya da, benim ağzımın tadına pek uymadı diyelim.

- 13 yıl gibi bir zamana yayıldığı için mi sık tekrarlar yapmış mungan yoksa sadece "uzun bir roman olmalı bu, epik olmalı" diye düşündüğü için mi uzatmaya çalışmış bilemiyorum ama bir süre sonra o tekrarlar gerçekten bana kendimi salak gibi hissettirdi. belki de 250 sayfada bitebilecek bir hikayeyi 582 sayfa boyunca okuduk, okuduk, okuduk, okuduk... bir yerde tırmansın diye bekledim, bir yerde sürpriz olsun istedim ama maalesef olamadı. daha ilk 300 sayfa içerisinde bu "şairlerin seri katili" kimdir bilebildim (son 100 sayfaya kadar %100 emin olmasam da, %75 ihtimalle tahmin edebildim) ve yanılmadım. hikayenin gereksiz tekrarlarla bezeli olması beni intiharın eşiğine kadar getirdi (örneğin, ilk 40 sayfa içerisinde makrakamash'ın eskiden küçük ve şirin bir sahil kasabası olduğunu en az 3 kere okuyoruz, hepsi de bendag'ın ağzından. bir süre sonra kabak tadı veriyor. ya da, bir cümleyi yazıp, iki satır sonra aynı cümlenin başını sonuna getirerek tekrarlamak ne katıyor örgüye? örnekler BOLCA çoğaltılabilir).

- genel anlamıyla beğenmemiş olsam da, beni tavlayan sayfaları hiç mi olmadı şairin romanı'nın? oldu elbette. yazarımız şair yanını ve kelimelerle arasındaki iyi ilişkiyi birden fazla "başucu cümlesi" yazarak karmış romanına. biraz daha açık fikirli bakabilseydim yazdıklarına, sanırım sayfalarca alıntı yapabilirdim. ama işte, özgün olmayınca, nereden tutsanız bir şekilde elinizde kalıyor tüm cümleler.

- benim gibi fantastik edebiyata meraklı bir okur için, bir tolkien, bir le guin, bir eddings varken masada, şairin romanı maalesef çok kabul edilebilir bir fantastik eser olarak kabul görmüyor. felsefi bir yolculuk olarak bakmaya kalksam, didaktik yapısı nedeniyle beni felsefeden de, nesnesi şiirden de soğutuyor. üstelik (yukarıda da dediğim gibi) özgün değil. tolkien'in "takanı görünmez kılan kudret yüzükleri"ne kadar ne ararsanız bulabileceğiniz bir antoloji gibi olmuş şairin romanı.

sonsöz:

yazarımızdan ve okurlarından özür dileyerek (zira bunca çabayı bir anda silip atmak büyük kibir gerektirir fikrimce ve ben kibir hiç sevmem, insana yakışmaz!) demeliyim ki : olmamış. sıkılarak okudum ve gerçekten çok yoruldum, işyerimde ve özel hayatımda zaten sıkıntılı günler geçirirken bir yandan da bu romanla boğuşmak zorunda kalmak beni bir aydan uzun süreyle hayattan soğuttu.

çok üzülerek, yazımı burada sonlandırıyorum. belki yazacak çok fazla şey var ama ben şimdiden yoruldum.



***yazının bitiminden sonra bir ekleme***

az önce okuduğum, 9 nisan 2011 tarihli vatan kitap ekindeki buket aşçı yazısından bir alıntı yapmak istiyorum. 13 yıl önce m.m. ile yaptığı bir röportajda, o zaman romana yeni başlamak üzere olan yazar şöyle demiş:

"bu kitap şiir üzerine felsefe yapmama olanak sağlayacak bir metin. hem roman sanatının çeşitli anlatı oyunlarından yararlandığım hem de şiir üzerine uzun uzadıya düşünmeme olanak sağlayacak bir tür metafor romanı. bir ütopya kitabı, belki bilim-kurgu da denilebilir. bütün kahramanlarının şair olduğu, şiirin hayati önem taşıdığı adı yerküre olan bir gezegende geçen olayların anlatıldığı bir kitap. bu kitapla sanıyorum gerek kendi şiirimi gerekse genel olarak şiiri ve şiirin 21. yüzyıldaki geleceğini daha derin ve sakin düşünebilme fırsatı bulacağım".

murathan mungan'ın hatrına, bu fırsatı bulmuş olduğuna inandığını umuyorum.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

30 Nisan 2011 Cumartesi

deniz kazası (a.k.a. virginia woolf'un deniz feneri)

virginia woolf'un deniz feneri açık sulara açılmış güzel güzel yüzerken (iyi okurum ben, hızım ve hevesim genelde fena değildir) denizin ortasında kafamı yararcasına tosladığım kaya oldu çıktı.




ömrümde ilk defa hepi topu 250 sayfa olan bir kitap tam 3 hafta boyunca elimde süründü, çantamda her gün benimle işe gidip geldi ve yine de bitmedi, bitemedi... toplantıya 1,5 gün kala nihayet (ve son bir gayretle) bitirdiğimde ise aklımdan geçen tek düşünce: "eeee? yani? höf!" oldu ve benim woolf aşkım başlamadan bitti.

ilk virginia woolf deneyimimdi, sanmıyorum bir daha (okunacak bunca kitap varken) elime bir v.w. kitabı daha alayım. bu kült yazarın hayranlarına saygısızlık yapmak amacıyla demiyorum bunu elbette. eminim üzerinde düşünmeye ve hissetmeye vakit bulabilenler için çok etkileyici bir romandır bu da. fakat benim çok yanlış bir zamanıma denk gelmiş olmalı ki (gerçekten de günde yarım saati okumaya zor ayırabildiğim ve bazen onu dahi ayıramadığım günler geçiriyorum ve daha bir süre böyle olacak) ben bu kitaptan tat alamadığım gibi konsantre olup derinine de inemedim.

belki bir başka zamanda, başka yerde...

kitapla ilgili teknik bilgileri ve detaylı yorumları internette bolca bulabiliriz. ben sadece (içimdeki şeytanın kulağıma tüm fısıldadıklarına rağmen) kitabı yine de bitirmiş olmanın sevinç ve rahatlamasını hissediyorum. ve saplantılı kişiliğimin ardına sığınarak sadece çevirideki "kellifelli" hatası ve "fenasına gitmek" uydurmasına hafiften laf dokundurarak bir sonraki kitabımıza yelken açıyorum.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

10 Nisan 2011 Pazar

Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna

yıllar önce okuduğum kürk mantolu madonna'yı geçenlerde tekrar elime aldım (yapı kredi yayınları'ndan 43.baskıyı satın alarak nihayet kitaplığıma da eklemiş oldum). 20li yaşlarımın başında beni çok etkileyen bu roman 30larımda ilerlemeye başlamışken bir kez daha avcunun içine aldı beni, sayfalar boyu nefes almadan okudum desem yeridir. sabahattin ali’nin bu harika romanını, belki de hakkı yenmiş bu başyapıtı okumayan kaldı mı bilmiyor olmakla birlikte, herkese kesinlikle öneriyorum.

daha da ileri gitmeden, bir uyarı: bu yazı yüksek miktarda “spoiler” içermektedir.



her şeyden önce, kitapta beni sonsuza dek tavlayan paragrafı buraya almak istiyorum:

"bir akşam eve dönerken mahallenin bakkalına uğramış, öteberi almıştım. tam kapıdan çıkacağım sırada, karşı evin bir odasında kira ile oturan bekarın radyosu weber’in oberon operası uvertürünü çalmaya başladı. az daha elimdeki paketleri yere düşürecektim. maria ile beraber gittiğimiz birkaç operadan biri de buydu ve onun weber’e hususi bir muhabbeti olduğunu biliyordum; yolda hep onun uvertürünü ıslıkla çalardı. kendisinden daha dün ayrılmış gibi taze bir hasret duydum. kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. bunun sebebi herhalde “bu öyle olmayabilirdi!” düşüncesi yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır."

özlem çok fena bir şey. hiç senin olmamış, hiç bilmediğin ve tanımadığın bir şeyi özlemek yeteri kadar kötü elbet. ya hayatının en güzel günlerinin geçtiğini düşünürken, senin diğer yarın olan “o” kişiyi fiziksel olarak canın yanacak kadar özlerken bir daha asla göremeyeceğini, onun yıllar öncesinde ve çok çok uzaklarda kaldığını biliyorsan nasıl yaşarsın? yaşamak mıdır bu? ölmeyi beklersin, “bitse de gitsek” diye her nefesini bir sonrakine bağlarken bir yandan da kalbinde hala “o”nu yaşatırsın. dışarıdan senin umursamaz, hiçbir şeye değer vermeyen sakin bir kişi olduğunu sanıyorken insanlar, sen aslında umarsızca hayatını biteceği günü bekleyerek yaşamaktasındır ve aslında isyanların en büyüğünü içinde yaşıyorsundur. bu nedenle de “gerçek” hayat hiçbir anlam ifade etmemektedir senin için. senin gerçekliğin geçmişte takılmış kalmıştır çünkü.

benim dilim ancak bu kadar dönüyor raif’in iç dünyasındaki çalkantıları aktarmaya. kendisine acı veren hayatından defterine sığınarak kaçan ve kendine her şeye rağmen aşkını yaşamaya devam ettiği bir dünya yaratan raif efendi. ve büyük aşkı maria puder. gösterdiği o kendine güvenli ve sert tavırlarına rağmen aslında son derece kırılgan, çekingen, birine güvenmeye can atan, kendini verebileceği bir adam için her şeyi göze alabilecek olan güzel maria puder. tesadüfler, güzellikler, güven, özlem, imkansızlıklar, isyan ve fedakarlıklar.

kaybettiğine inandığın bir insanı gerçekten kaybettiğini yıllar sonra öğrensen, ne yaparsın? ne hissedersin? nasıl bir acı çekersin? nasıl teselli bulursun?

bana dostoyevski’yi ve yarattığı karakterler ile olay örgülerini düşündürdü kürk mantolu madonna. bir kez daha bayıldım. bayıldım!

aralıklarla, tekrar tekrar okuyacağıma eminim.

Paul Auster - Sunset Park : çevirmen mahareti!

çok genç yaşında, anlık bir öfkeyle hayatının "hata"sını yapan ve bunun kefaretini ödemek için sahip olduğu her şey ve herkesten vazgeçerek daha yaşarken kendini öldüren fakat "aşk" nedeniyle tekrar kendine gelen bir adam. çevresindeki insanların öyküleri. ve tabii brooklyn.

gene vicdani bir yükün altında eziliyor, kaybedenlerin arasında dolaşıyor ve bir çok uç arasında gidip gelen insanların duygu, düşünce, sorgulamalarının tam ortasına düşüyoruz.



ben paul auster'la geçen yıl, gaye'nin (ki bu kitabı da bize o okuttu sonuçta) ödünç verdiği görünmeyen ile tanıştım ve o kadar beğendim ki hemen akabinde elime geçen başka bir kaç kitabını da okudum (sırasıyla, brooklyn çılgınlıkları, new york üçlemesi, leviathan ve son olarak da kısa zaman önce kırmızı defter). derin bir analiz yapmaya yetecek kadar bir auster stoğum olmasa da, kişisel olarak sunset park hakkında şunu diyebilirim:

rahat okudum ve okurken sıkılmayarak hoşça vakit geçirdim. yine de, sunset park'ın paul auster'ın en parlak kitabı olmadığını söylemeliyim kısıtlı "auster" bilgimle. tamam, gene kaybedenler resmigeçidi, gene bir şeylerden kaçan insanlar, gene tesadüfler, karakterlerin kendileriyle ve kaçtıkları şeylerle yüzleşmeleri ve tam her şey yoluna girmişken tekrar tepetaklak olması. klasik auster çatışmalarından ve alt metin bombardımanından gene muaf değiliz. ama işte o "auster" tadı yok, bir şey eksik, ama ne?

suçun büyükçe bir kısmı bence kitabın kötünün de ötesindeki çevirisinde. can yayınları bir faciaya imza atmış bu çeviriyle. çevirmen olarak ismini kitabın kapağına bastıkları seçkin selvi maalesef ya vakitsizlikten ya da dalgınlık nedeniyle başarısız bir iş çıkarmış. düzelti de olmayınca (bunun yapıldığına dair hiçbir işaret ya da bir isim yok iç sayfalarda) tamamiyle evlere şenlik ve şaka gibi bir şey olmuş sunset park. takip eden baskılarda düzelteceklerini umarak sayfa 125'e bakmalarını ve "christmas break"i noel'deki ders kesimi olarak çevirirken ne düşündüklerini iletmelerini rica ediyorum. ya da sayfa 170'deki her tarafı ayrı bir telden çalan o uzun cümlenin anlamını bana iletmelerini. ya da neden sayfa 110'da "superior" kelimesini eşsiz olarak kullandıklarını. vs vs vs... daha bir çok bu gibi rahatsız edici şey çarptı gözüme kitap boyunca ve ben bezdim bir kez daha çeviri roman okumaktan. yazıktır bu okura! bu kadar da çantada keklik bilmeseniz ve biraz özen gösterseniz ne olur? profesyonel bir çevirmen olmadığım halde ben dahi auster'ın dilini ve kelime oyunlarını bozmadan bir çok farklı alternatif kelime ve cümle kurabilirdim bu kitapta. neyse, artık, olan olmuş ve gene olan kaliteli kitap okumak isteyen okurlara olmuş...

daha fazla uzatmadan ve orijinal dilinde paul auster'ın sunset park okumasından bir mini parça:





ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

5 Nisan 2011 Salı

Anna Karenina: Tolstoy'un "ilk roman"ı (!)



Çarlık dönemi Rus sosyetesi, kocasına ihanet eden “düşmüş” Anna, sosyetenin kesif ikiyüzlülüğü, narin ve masum Kitty, ona aşık idealist ve “doğru” karakter Levin, Kitty’nin ölümden dönmesine ve Anna’nın ölümüne sebep olan Vronski… Karakterden karaktere, fikirden fikire, ilişkiden ilişkiye koşturmaya doyuyoruz yaklaşık 700 sayfa boyunca. Romanı okumamış olanların alacakları tadı çok da bozmadan kısaca – ama gerçekten kısaca – konuya değinelim önce:


Hisleri ve istekleri ne olursa olsun, toplum tarafından “doğru” kabul edileni yaparak kendinden yaşça büyük ve çok farklı olan bir adamla evlenen genç Anna, yıllar sonra (ve sevmediği bir erkekle evli olmaya alışmışken) genç ve yakışıklı subay Vronski ile tanışır. Başlarda karşı koymasına rağmen, sonunda uzun yıllar bastırdığı duygularına daha fazla hakim olamayarak kendisinden vazgeçmeyen Vronski’nin ilgisine kayıtsız kalamaz. Zamanla “yoldan çıkar”, kocasını ve çocuğunu bırakır, sevgilisiyle kaçar. Bu arada koca kendi kendine kalır ve hesaplaşmalarıyla boğuşur, yeni bir bebek doğar, kendi hayatlarında gizli kapaklı birçok şeyi hoş gören insanlar açık açık yaşanan bu yasak ilişkiyi iştahla dillerine dolar… Olaylar gelişir ve bir noktadan sonra artık Anna’nın “frenleri boşalır”… Sevgilisini elinde tutabilmek için yapmayacağı yoktur. İntiharın eşiğine gelir ancak bu dahi kendine acıdığından değildir aslında, her şey Vronski’nin onu tekrar sevmesi içindir! Hayatı o kadar boştur ki tek amacı/isteği/ihtiyacı Vronski tarafından sevilmektir artık ve tam da bu nedenden ötürü Vronski onu artık sev(e)mez. Çok beğendiğim bir “mum” benzetmesi yapan Tolstoy Anna’ya cinnet getirterek ona hem kendini hem de akıl gücünü kaybettirir ve hikaye burada biter…

…diyebilseydim keşke! Son 50 sayfa boyunca uzun uzun Balkan savaşlarına dair fikirlerini ve Levin’in felsefi debelenmelerini okumak maalesef romanın ağzımda beklediğim tadı bırakmasına engel oldu. Her ne kadar kitap kulübümüzün takipçilerinden ve fahri illederomancılardan sevgili Kenan Hızır ŞAKRAK bu son 50 sayfanın tansiyonu düşürmek adına faydalı olduğunu söylese de ben pek kendisine katılamayacağım. Bu noktada, Kenan Hızır ŞAKRAK’ın güzel ve faydalı yorumunu kendi kaleminden aşağıya kopyalamak istiyorum:

“Bitti… Arka arkaya klasik, özellikle Rus klasiği okumanın bir iyi bir de kötü yönü var. İyi yönü, Edebiyat sanatının doruklarında dolaşıyorsunuz. Kötü yönü ise, güncel kitaplara dönüldüğünde insanda “ne kadar basit, istesem bunun gibi on… tane yazarım ben de…” duygusunu uyandırıyor. :) Karenina’da, olaylar, Savaş ve Barış’takinin aksine daha dar kapsamlı olduğundan, başta Anna olmak üzere diğer kişilerin düşüncelerine daha fazla ve ayrıntılı şekilde yer verilmiş. Anna’nın tüm roman boyunca dışa dönük ve sosyal bir kişilikten adım adım bir psikopat’a dönüşmesi, abartısız ve detaylı bir şekilde işlenmiş. Her bir kişinin karakteri ayrı ayrı oluşturulmuş, çevre ile ilişkileri tutarlı bir şekilde kaleme alınmış. Öncelikle koşulların tüm olumsuzluğuna karşın, dolu dizgin bir aşk… Ardından canlı bir organizma gibi aşk’ın mikrop kapması, iltihaplanması, ateş yükselmeleri, sanrılar, isyanlar… Sonuçta, salt sevdiğine azap çektirme düşüncesinin güzelliği ( ! ). Aslında roman burada bitebilirdi. Ama Tolstoy, özellikle tansiyonu düşürmek, belki de kendi düşüncesini de yansıtmak amacıyla birkaç sayfa daha ilâve etmiş. Burada son olarak söylenen, nedeni bilinmeyen ve gerekliliği da anlaşılamayan bir “iyilik” duygusunun insanlarda egemen olduğu…
(Ardından hızla Dostoyevski’nin Budala’sına başladım… :) )
Sağlıcakla kalın…”


Özellikle romanın sonlarına doğru “manipülatif kadın” stereotipini doya doya okuyoruz: Tolstoy da tüm çağdaşları (ve hatta günümüzde de kadınları yazdığını söyleyen birçok erkek yazar) gibi bir erkek bakış açısından kadın düşünce ve hislerini anlatmaya kalkışıyor. Fena da etmiyor aslında, her ne kadar günümüz algısıyla yazdığı bazı şeyler bize ters gelse de birçok akranına göre çok daha güzel işliyor kadın karakterlerin detaylarını. Belki eksik, belki yanlış ama en azından tek taraflı değil… Zaten işliyor olması dahi bir fark kendi adına!

Gelelim bazı “tarihsel” gerçeklere (kaynak: ağırlıkla vikipedi olmak üzere çeşitli internet siteleri) :

İlk olarak 1873 – 1877 yılları arasında bir gazetede dizi olarak yayımlanan hikayenin temel karakteri Anna Karenina’ya ilham kaynağının Puşkin’in büyük kızı Maria Gartung olduğu rivayet edilmektedir. Roman ilk yayımlandığında Rus kritikler “önemsiz sosyetik romans” olarak görerek burun kıvırmış olsalar da Dostoyevski’nin “hatasız bir sanat eseri” olarak görmesi ve Nabukov ile Faulkner’ın eseri övgüye boğması nedeniyle zaman içerisinde hak ettiği yeri bulmuş Anna Karenina (bence, Hollywood’un el atmasının da bunda çok büyük payı olmuş!). Tolstoy ise Savaş ve Barış’ı “roman”dan çok öte bulduğu için Anna Karenina’nın ilk romanı olduğunu söylemiştir. Romanın bir önemli özelliği de, ilerleyen yıllarda Virginia Woolf, James Joyce ve William Faulkner tarafından çok kullanılacak olan bilinç akışlarının bir anlatım metodu olarak ilk kez Anna Karenina’da kullanılmış olmasıdır. Levin’in otobiyografik bir karakter olduğu ise çok bilinen bir gerçek olduğu için daha fazla detaya girmeden ufak tefek notlarım ve kişisel fikrimle bitirmek istiyorum:

1 – Çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim Anna Karenina’yı maalesef. Rus edebiyatı hayranlığım beni tanıyan herkesin hakkımda bildiği bir şeydir. Ama her ne kadar yazan Tolstoy olsa da, araya bir takım felsefi molalar (din, sosyete, toplum, tarım vb konularda yazarın görüşleri) girse de, hikayeyi klişeliğinden kurtaramadığı ve hatta Levin haricinde gözüme giren tek bir karakter dahi barındırmadığı için beni benden almadı bu hikaye açıkçası. Ama tabii yüzyıllara dayanan bir klasikten bahsediyoruz, “beğenmedim” diyerek geçmek pek kolay değil ki ben de diyemiyorum zaten! Bayılmamış olabilirim evet ama asla beğenmemiş de değilim. Bu noktada, en az romanın kendisi kadar iyi bilinen ve her seferinde beni benden alan giriş cümlesini şuraya almadan olmaz tabii : “Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır” – sadece bu cümle için bile bu romanı okumaya değer!

2 – 20.yüzyıl öncesine ait hemen her kitap bana geçen 100’ün çok az üstünde yıl içerisinde nasıl bir duygusal evrim geçirdiğimizi düşündürüyor, Kitty’nin hikayesi de bunu tamamen pekiştirdi: en ufak bir sarsıntı ya da minicik bir sıkıntıda hastalanıyor insanlar! Daha doğrusu, günümüzün hızlı temposunda ve iş hayatı & politika ve benzeri yoğun stresi içerisinde bize “küçücük” gelen şeyler onlar için dünyanın en önemli derdi ve kederi oluveriyor. Sanırım bizler, günümüzde hayatta kalabilmek için derimizi epeyce kalınlaştırmak zorunda kalmışız…

3 – Yıllar önce, 1997’de okumuştum Anna Karenina’yı (Wordsworth Classics serisinin öğrenci işi “paperback” baskı). 14 yıl sonra romanı tekrar elime aldığımda şaşırarak hiçbir şey hatırlamadığımı fark ettim! Hatta daha önceden okuyup okumadığımdan bile emin olamadım, imzamı kapağın arkasında görmeseydim şüphe etmeye devam ederdim sanırım. Bu arada, çantada taşına taşına zaten "eski" olan kitabım artık tamamen paramparça oldu, çok üzgünüm :(

4 – Eklemeden geçemeyeceğim, “saçı uzun aklı kısa” atasözümüzün aslında bir Rus atasözü olduğunu öğrenmek de hoş bir sürpriz oldu, hiç sevmem bu atasözünü, vebali Ruslara kalsın! :)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.