14 Şubat 2010 Pazar

ne albaya mektup var(dı) ne de gizli emir…



öncelikle, kısa hikayeye kısa yorum, albaya mektup yok :

marquez severim, karakterlerinin kendilerine has güçlerini izlemekten, zaman zaman hayret etmekten, aralıklarla onlarla kavga etmekten ya da o çok derinden gelen gururlarına şapka çıkartmaktan hoşlanırım. fakat sanırım ben iyi bir öykü okuru değilim. ben daha içine girip karakterlerle kaynaşana kadar 60 sayfacık bitiverdi! bir işe gidiş ve işten geliş öyküsünün iki "bana çok uzak" karakteri oluverdi albay ve karısı. ve albayın inadından, karısının pratik yaklaşımından, birbirlerine olan pasif agresyonlarından, son olarak da horozdan başka maalesef bir şey kalmadı bana bu hikayeden. sıkılmadan okuduğumu hatırlıyor olmakla birlikte, üzerinden geçen 2 ay bendeki izleri korkarım silmiş götürmüş... ama marquez okurları bu kısacık kitabı eminim ki ıskalamayacaklar ve benim o dönemde konsantrasyon eksikliği nedeniyle atladığım birçok hoş detayı yakalayacaklardır. "sabrın sonu selamet" derler bizde ya, albayın sabrının sonundaki selamet belki de tartışmaya değer, bilemedim şimdi... çok kısaca, albayın karısının ağzından şuraya ufacık bir parça almak ve belki de kitabın özünü buraya taşımak istiyorum:
yirmi yıldır her seçimden sonra sana vaat ettikleri renkli küçük kuşları bekliyoruz ve elimize geçen tek şey ölü bir oğul... hiçbir şey, yalnızca ölü bir oğul. (s.46)
************

gizli emir ise, açıkçası, bambaşka bir hikaye (en azından benim için)!!

levhaların gerçeğiyle gerçeklerin levhaları aynı şey değildir. bunun gibi, gerçeksiz levhalar ve levhasız gerçekler de vardır. (s.258)
bugüne kadar ütopik / distopik hikayelere büyük ilgi duyduğum için le guin'den moore'a, orwell'den zamyatin'e (kendilerince ya da haklarında yazılmış) çeşitli yazılar / makaleler / romanlar okumuş ve birçok ortamda konu distopyaya geldiğinde ağzımın suları aka aka iştahla ve yüksek sesle herkesin sözünü ağzına tıkarak çeşitli ahkam kesmiş bir insanım. ve gizli emir'den habersizdim! kendime hem şaşkın hem de çok kızgınım, daha önce anday'ın sadece şairliğini tanıdığım ve romancılığından - özellikle bizim edebiyat tarihimiz içerisinde türünün ilk örneği sayılabilecek bu romanından - bihaber olduğum için kendi kendimle bolca dalga geçerek kendimi aşağıladığım da bir gerçek.

melih cevdet anday hakkında hiçbir şey bilmiyor olmam beni biraz utandırdı (çünkü şiirlerini çok severim). anday'ın filozof kişiliğini, birçok farklı konudaki fikir ve yorumlarını izlememe ve kendisini - sanırım - daha yakından tanımamı sağladı kitabımız. sonsuzluk, bilim, evren, kuantum fiziği, akıl vs. sevgi, anarşizm, sanat, ölüm vb birçok konuda fikirlerini satırların arasına cömertçe serpiştirmiş anday. öyle ki, bir noktadan sonra romandan çok didaktik bir metin okuduğu hissini veriyor okuruna (ya da en azından bana verdi, isyan ettim ara sıra, ben roman okumak istiyordum, "öğreten adam"ın katı fikirleriyle tokatlanmak değil!).

yine de, ve her şeye rağmen, okumaktan hiç pişman olmadığım ve mutlaka tekrar okuyacağım bir roman gizli emir. çünkü, her şeyden önce, hala ve son derece güncel bir hikayeyi barındırıyor, günümüzün ergenekon, gizli devlet ve benzeri yapılanmasını çözmek için belki de enteresan fikirler içeriyor (sayfa 75'i okumanızı ve "teşkilat"ın kapanması halinde serbest kalan görevliler için gerekecek olan yeni teşkilata dair ironik paragraf üzerinde düşünmenizi öneririm. ya da sayfa 175'te "siyasetçi ahmet"in tanımlandığı paragrafın ne kadar da tanıdık geldiğini hatırlatırım).

bana çok vurucu etkisi olan bir alıntıyı buraya taşımak zorunda hissediyorum kendimi:

…."ölen biz değiliz olsa olsa korkakça bir kaçıştı, ama "ölenle biz aynı değiliz" kaba fakat cesur bir bölümlemedir. Bu cesaret gelişigüzel öldürmekten doğuyor. Kızgınlıktan öldürme, öç almak için öldürme, şan şeref için öldürme günümüzde yerini keyif için öldürmeye bırakmıştır. Evet şaşmamalı, keyif için ya da can sıkıntısından. Bunun en belirli örnekleri toplu örneklerde görülüyor. Askerler bir köye giriyorlar erkekleri öldürüyorlar, gelmişken kadınları öldürüyorlar ve öldürmüşken çocukları da öldürüyorlar. Üstelik bunlar o köyü korumak için gelenlerdir. Görüyor musunuz düşman yerine dostu öldürmek dönemine girmiş bulunuyoruz. Bu tür öldürmenin ne kerte olağan karşılandığını anlatan tek gerekçe “nasıl olsa ölecek değil miydi?” gerekçesidir ve bunun cezası kimseyi korkutmuyor, çünkü bunun cezası şimdiye değin düşünülmemiştir. Suça karşı ceza anlayışı tek tek yer etmemişse, toplumun ceza biçmesi anlaşılmaz kalır. Çocukları olan bir adamın, başkasının çocuklarını öldürmesi, onun kafasında böyle bir ceza anlayışının bulunmadığını gösterir : "ölen benim çocuklarım değil."

ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder