12 Ağustos 2012 Pazar

Sabahattin Ali - İçimizdeki Şeytan: "hakikatleri görmekten kaçmak ihtiyadı"

"hayatta hiçbir şey, uğrunda ölmek için istenmez..."

sabahattin ali dendiğinde aklıma "kürk mantolu madonna" gelmiştir hep ilk olarak, sonrasında da "kuyucaklı yusuf". "içimizdeki şeytan" bir şekilde gözümden kaçmış olsa gerek ki adını bir iki kez duymuş olmakla birlikte hiç elime alıp da okuma fırsatım olmamıştı. kendi adıma, ne büyük ayıp! bu nedenle ilknur bize haziran'da bu şahane romanı okuyacağımızı söylediğinde ayrıca sevindiğimi söylemem lazım başlamadan önce. ve bir de not düşmeliyim: sabahattin ali bu ülkenin harcarken gözünü kırpmadığı önemli değerlerden. yıllar öncesinde çektiği sıkıntıları da göz önünde bulundurarak, geçen 50 yıldan fazla sürede durumun çok daha kötüye de gittiğini unutmadan, mutlaka okunmalı. sadece edebi hazzı için değil, ülkenin bugüne nasıl vardığını da net bir şekilde görebilmek için.

ilknur yazısında o kadar güzel işlemiş ki sabahattin ali'yi, öyle güzel noktalara dokunmuş ki, ben şimdi ne yazarsam yazayım, ne dersem diyeyim onun üstüne çıkamayacağım. çıkmak da istemem zaten, okumamış olanlar varsa mutlaka okumalı o güzel yazıyı.

sadece bir iki ufak not ve yorumumu eklemek istiyorum buraya:

insan, her zaman "insan". şeytan her daim içinde. en kolayı suçu şeytana atmak ve ters giden her şeyin, tüm eksikliklerin vebalini onun boynuna sarmak. toplumların içindeki şeytan da aynen böyle işte. sabahattin ali'yi okudukça ve kitabın sayfalarında ilerledikçe görüyoruz ki bizim toplumumuzun genel şeytanı da tembellik, umursamazlık ve kendini her daim haklı, kendinden başka herkesi de mütemadiyen hakir görmek. bu şeytanımızı çıkartamamış olmamız nedeniyle de içimizdeki şeytan'ın ilk basım yılı olan 1940'dan bu yana fotoğraftaki teknik / teknolojik gelişmeler haricinde hiçbir değişiklik olmamış (ve hatta durum daha bile kötüye gitmiş eğer bu mümkünse!). maalesef bedri'nin ağzından o döneme dair dinlediğimiz tarif hala çoğumuz için geçerli (sayfa 259) :

"bu adamların hepsi büyük bir tezat ve ikilik içinde çırpınıyorlar. hiçbiri sırtında taşıdığı ve muhafazaya mecbur olduğu mevki veya paye ile ahenk halinde yaşamıyor. kafaları, zeka itibariyle olsun, yarım yamalak bilgileri itibariyle olsun, merhamete muhtaç halde. şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi. her şeyleri iğreti, her vasıfları, her kanaatleri iğreti. (......) bu belkemiksiz malumat ve kanaatler mütemadiyen kopar, birbirinden ayrılır, sahibiyle münasebetlerini mütemadiyen değiştirir. çünkü hiçbirinde fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. hiçbiri ukalalık etmek için malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. hiçbiri insanı insan yapan şeyin şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin yalnız bunu temine yaradığını anlamamıştır." 

uzunca bir monolog var bu bölümde, ben enerjimin yettiğince yazabileceğim için ufak bir kısmını buraya taşıdım. özellikle bu kısım bana yılmaz güney'in çok sevdiğim "vestiyer kafalılar" yakıştırmasını hatırlattı ve her ne kadar sabahattin ali'nin eleştirilerini sıralarken toplumun bazı sınıflarına elitist bir yaklaşımda bulunduğunu hissetmiş ve az da olsa bundan rahatsız olmuş olsam da, üzerinde düşünülmesi, fark edilmesi ve artık bir şekilde giderilmesi gereken bir sıkıntımız olduğunu düşünüyorum bu durumun.

sabahattin ali, amiyane tabiriyle, herkese geçirmiş bu romanında. çok da iyi etmiş! ne "okumuş" burjuvalar kurtulabilmiş elinden ne de siyasi erki elinde tutanlar. türkçülük ile ilgili eleştirileri oldukça yerinde ve hatta az bile (nihal atsız'ın bu kitabıyla ilgili yazdığı eleştiri yazısının neden o kadar ağır olduğunu anlamak hiç zor değil bu nedenle. mutlaka google'da aratınız ve okuyunuz, ben okurken çok eğlendim).

bu noktada ufak bir alıntı yapmak istiyorum, çok kişiye tanıdık geleceğini düşünüyorum:

"görüyorsun ki hepsi hayata bir miktar kin borçlu. hepsi çocukluklarından beri mahrum oldukları kuvvete hasret çekerek ve kendilerini yiyerek bu hale gelmişler. hakikaten kuvvet sahibi olanlara haset ve imkansızlıkla baka baka nihayet kuvveti en büyük, en tapılmaya layık bir mevcudiyet olarak kabul etmişler... şimdi öyle bir nazariye yapıyorlar ki, anası aciz ve mahrumiyet... bu gibi fikirleri doğuranlar, daima, ezilmeye, yok olmaya mahkum olduklarını hisseden zümrelerdir. bağırırlar, çağırırlar, ellerine fırsat geçerse suni olarak sahip oldukları bu iktidarı en vahşi bir şekilde kullanmaya kalkarlar, fakat nihayet hayatın ebedi kanunlarının pençesi altında çiğnenir ve mahvolurlar..."

iyi ki bedri(ler) var bu ülkede!

son bir not olarak, okuyan hemen herkesin ömer'in nasıl da bir oblomov olduğu yakaladığını sanıyorum. evet, gerçekten de, "bu hayatın bir manası olmak icap ederdi". ah işte o mana neydi acaba???



ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder