Yedinci Gün'ün vaadi şuydu: "İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak. <...> Çizgilerde değil kürelerde gezinecek, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk edeceksiniz." (arka kapaktan). Okuyup bitirdikten ve üzerinden 1 hafta geçtikten sonra diyebilirim ki Anar vaadini yerine getirmiş. Asla düz bir çizgide ilerlemeyen, tarih ve masalı, felsefe ve bilimi birbirine yediren, insanı en iyi ve en kötü yüzüyle ortaya seren bir metin çıkmış ortaya. Konsantrasyon gerektiren ve biraz ipin ucunu gevşettiniz mi rahatça kaybolabileceğiniz bir roman Yedinci Gün. Okuması çok zevkli olsa da hiç kolay değil. Yazara borcunuzu ödemeniz ve kendinizi biraz zorlayarak iyi bir okur olmanız gerekli bu romanın tadına varabilmeniz için. Neden ve nasıl okuduğunuz sorusunun yanıtı bu romanı ne derece beğendiğiniz ya da beğenmediğiniz konusunda önemli bir gösterge olacaktır.
Ben çok da istediğim şartlarda okuyamadım Yedinci Gün'ü. Konsantrasyonum çok zayıftı, parçalanıp bölünerek ve sık sık kaybolarak (bu nedenle de başa dönüp karakterleri tekrar tekrar yakalayarak) okumak zorunda kaldım. Bu nedenle olsa gerek, daha önceki Anar okumalarım kadar fazla içine dalıp kendimi kaptıramadım hikayeye. Havada kalan noktaların bir kısmı yazarın bile isteye bıraktığı kusurlarsa bir kısmı da benim üstünkörü okumak zorunda kalışımın sonucu oldu, buna eminim. Buna rağmen büyük keyif aldığımı söylemezsem hem kendime hem de yazara büyük (ÇOK büyük) haksızlık yapmış olurum. Eğlenerek okudum, düşünerek okudum, hatırlayarak okudum, anlayarak okudum. Bunların hepsi Anar'ın yeteneği sayesinde oldu çünkü ben biliyorum ki kendim okur olarak üzerime almam gereken sorumluluğu alamadan takip ettim sayfaları (bu da benim kusurum olsun bu seferlik). Bir gün, emekli olup da kendimi kitaplara bütünüyle verebildiğimde ve maddi ya da manevi sıkıntıları bertaraf edebildiğimde ben de koşturmadan ya da paçalarımı tutuşturmadan kitap okumanın tadına varabileceğim elbet. Sadece, şimdi değil...
Romanı sindirebilmek, anlayabilmek ve okurken (muhtemelen) atlanan bir çok özel noktayı yakalayabilmek için "Türk" tarihini (hem resmi hem de gerçek tarihi, ayrı ayrı) ve "Türkçülük" denen kavramın nasıl geliştiğini bilmek ya da en azından açıkfikirli olup da bilmek istemek gerekiyor. Osmanlı'daki istibdat dönemini, 1.Dünya Savaşını, Cumhuriyetin ilk yıllarını bilmeden (ya da bilsek dahi resmi olarak okullarda öğretilenlerin önüne geçmeden) romanın hakkını vermek pek kolay değil. Anlatılanların çoğu masal tadı verse de nihayetinde İhsan Oktay Anar bizi kainatın yaratılmasından Türklerin Ergenekon'dan çıkması öyküsüne taşıyor, oradan Osmanlı'ya ve derken Cumhuriyet Dönemi'ne geçiyoruz. Ve bunu sırasıyla yapmıyor, kronolojik bir çizgi yerine çemberler arası geçişler yaşıyoruz. Masalın içindeki nokta gerçeklerden yola çıkarak gerçeklerden kurgulanan bir masalda buluyoruz kendimizi.
Bizim toprakların "doğulu duruş / batılıya öykünüş" ikilemi roman boyunca çok kereler çıkıyor karşımıza, çoğunlukla güldürse de aynı zamanda acıklı tarihimizi seriyor gözler önüne. İkisiyle de barışamayan, ikisini de içine sindiremeyen, sürekli olarak olduğunu yadsıyıp ne çaydan ne serden geçebilen insanımızın geçit törenine şahit oluyor ve bunu hiç yadırgamıyoruz. Kelime oyunları ve Anar'ın ironi yeteneği güldürse de bildiklerimiz (yaşadıklarımız) can yakıyor. Ama bir yandan da eğleniyoruz. İşte bu İhsan Oktay Anar'ın heyecan yaratan bir romancı olmasının sebebi olsa gerek.
Anar'ın bana hissettirdikleri ve onu neden bu kadar sevdiğimle ilgili sanırım daha sayfalarca yazabilirim ama bunu yapmayarak sizi Yedinci Gün'ü okumaya davet etmekle yetineceğim. Her ne kadar bazı yerlerde aceleye geldiği ve biraz daha zaman olsaymış daha sağlam geçişler yapılabilecekmiş izlenimi verse de o bir İhsan Oktay Anar romanı ve öncekilerinden çok farklı.
Son söz:
Doğu ve Batı zamanın sonuna kadar kapışmaya devam edecek ve biz de (aslında özünde aynı olan) bu iki kutup arasında gidip gelmeye devam edeceğiz.
"Eflatun nâm bir feylesof, 'Bu dünya Fikirler âleminin bir taklididir' dediğinde, Fars kralı Dârâ, 'Nah! Asıl fikirler, bu Dünya'nın bir taklididir' demiştir."
(Sayfa 192)
ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder