18 Ekim 2015 Pazar

Kemal Tahir ve Devlet Ana

Resmi kurgusundan hiç hoşlanmamış olmakla birlikte, lise hayatım boyunca sevdiğim nadir derslerdendi tarih, Osmanlı tarihine hiç ısınamamış olsam da kuruluşu ve öncesi ilgimi çekmişti. Nasıl bir dönemde nasıl insanlardı onlar ki "ufak" bir boydan koca bir cihan imparatorluğu yaratabilmişlerdi? Şamanizmin İslamiyetle harmanlandığı o günler nasıl günlerdi ve göçebe hayat nasıl yürürdü?

Ben bunları merak edeli, Türkmen gelenek ve inanışlarıyla ilgileneli, kendimce araştırmayı seveli 25 yıl olmuş. Ve bunca yıl içerisinde oturup da Devlet Ana'yı okumamışım, çok büyük hata etmişim. Zarardan döndüm, çok mutluyum!



651 sayfayı 10 gün gibi kısa sayılabilecek bir sürede, uyumak ve çalışmak için ayırmam gereken zamanların dışındaki tüm anlarımı okumaya ayırarak bitirdim. Elimden düşüremediğim ve bitmemesi için ara ara acaba yavaşlatsam mı okumayı diye düşünmeme rağmen yine de sayfaları devirmekten kendimi alamadığım nefis bir deneyim oldu.

Bir tarih kitabı değil elbet Devlet Ana, bir kurgu roman (zaten yazarın ya da edebiyat dünyasının da bu konuda aksi bir iddiası yok). Ama bu kitabı sadece roman, Kemal Tahir'i de büyük bir romancı olarak tanımlamak haksızlık olacaktır: Kemal Tahir bize dönemin yaşantısını nefis bir dille aktaran çağdaş ve koca bir ozan. Öyle ki, biraz kendinizi zorlarsanız belki de kendinizi o günün yerleşiminde, ateşin başında, sesini yer yer yükselten yer yer alçaltan gezgin bir ozandan hikayeyi ağzınız açık dinlerken bulabilir, öyle hissedebilirsiniz.

Farkındayım, normalde yazmayacağım kadar hevesle ve biraz da olağan tarzımın dışında yazıyorum ancak okurken de normalde okuduğumdan fazla hevesle ve heyecanla okudum, kendime engel olmam mümkün değil. :)

Kısaca bakacak olursak:

Yıl 1290'dır.

Osmanlı Devleti henüz kurulmamış, Türkler İslamiyet'i kabul etmiş olmakla birlikte hala şaman kültürünü günlük hayatlarında sürdürmektedirler. Kozmopolit bir bölgedir Anadolu ve Türkler Orta Asya'dan sürülmüş, Anadolu'ya alışmış ve yayla ile köy arasında mevsimsel göçlerini sürdürmekle birlikte yavaş yavaş yerleşik düzene geçmeye başlamıştır. Ertuğrul Gazi hastadır, oğlu Osman Bey yerine geçmek üzere hazırlığını tamamlamış, kendi oğlu Orhan Bey'i de devlet geleneğinde yetiştirmektedir. Akçakoca'dan Şeyh Edebali'ye, Yunus Emre'den Gündüz Bey'e birçok tarihsel karakter olay örgüsüne tarihsel rolleri doğrultusunda girip çıkmakta ve günün şartlarını renkli bir şekilde bize aktarmaktadır.

Molla adayı Kerim Çelebi, Devlet Ana olarak da bilinen, bacılar bölüğünün lideri büyük Bacıbey Hanım'ın oğlu olduğu için gönlünde yatan aslanın yolundan gidememiş ve savaşçı olmak üzere eğitim görmeye başlayarak (durumdan son derece mutsuz olsa da) Kerimcan adını almış, istediğinden farklı bir yolu takip etmeye başlamıştır. Yanında dostu ve gönülden kardeşi Kara Vasil'in oğlu Mavro ve Ertuğrul Gazi'nin torunu Orhan Bey ile bizleri peşleri sıra alır götürür: bu üç gencin hayalleri, istekleri, sevdaları, umutları ve korkularını okurken çocukluktan yetişkinliğe geçmelerine şahit oluyoruz. Ama nasıl şahit oluyoruz!

Tarihte yaşadığını resmi tarihten bildiğimiz yukarıdaki bazı temel karakterlerin yanı sıra zamanın tüm gelenek ve görenekleri, inanç ve değerleri, gündelik yaşamın detayları ve hatta günün umut ve istekleri bize kalabalık bir karakter ordusu tarafından sunuluyor, kimi ararsanız orada: dervişler, keşişler, beyler, hatunlar, bacı bölüğünün gözü kara kadın silahşörleri, şövalyeler, savaşçılar, akıncılar, mollalar, tekfurlar ve daha kimler kimler...

Anlatırken dahi heyecanlandım ben, sanırım iyi bir yazı çıkartmam mümkün olmayacak, özete girmeye ve hatta burayı alıntılara boğmaya kıyamıyorum ve şu ufacık parçayı buraya tadımlık olması için bırakıp herkese muhakkak okumalarını öneriyorum:



Öyle nefis bir anlatım ki, okumalara doyamadım!

Türk kültür tarihi açısından çok önemli bir referans olabileceğini düşünüyorum Devlet Ana'nın, bakın Kemal Tahir nasıl anlatmış Türkmen geleneğini:

- Kulağını ver, can kulağını... Beni sağlam işit... İslam'a giren, Tanrı'yı her yerde var göre... Peygamberden gayet utana... Halka karşı edepsiz olmaya sakın... Töresiz iş tutmaya hiç... Kendinden büyüğe kasıntılı olmaya... Küçüğe kıyıcı olmaya... Sözünde, yemininde dura sımsıkı... Kimselere haset etmeye... Doğru söze "Evet" diye... Ayıp görse gerilip örte, kendi günahlarını bilip... Çünkü, yere güç yetmez, göğe el vermez. Tamamsın, Kara Vasil'in Mavro kardaşım, var yürü... Bundan böyle cennetliksin, çünkü sana kör şeytan girişebilemez!

Bayhoca laf attı:
- Oldu mu ya, Kel Derviş, hani bunun Arapça duası?

Kel Derviş suratını buruşturarak baktı:
- Biz Türk dilini biliriz. Suyun geldiği yana "Yukarı", gittiği yana "Aşağı" deriz, Bayhoca, dilin anlaşılmazından hiçbir şey anlamazız, koca Tanrı'ya şükür!

Sanırım çok ara vermeden bir kez daha okurum ben bu romanı. :)


Bu noktada buraya en özel kişisel notumu düşerek sevgili patronuma bir önceki doğum günümde bu büyük romanı hediye ettiği için teşekkür etmek istiyorum, iyi ki kitaplığıma katmış, iyi ki okumuşum!


Keşke büyümeyebilsek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder