Bana sorulsa bir gün "Kamburunun düzelmesini mi istersin, yoksa tüm insanların kambur olmasını mı?" diye, herkesi kambur görmek olurdu dileğim.
Bir cümle ile tavlandım. Geçtiğimiz hafta gittiğimiz kitap fuarında aldığım ilk kitap Şule Gürbüz'ün KAMBUR'u oldu (dikkatimi çekmezdi belki de eğer Özlem önermeseydi). Fuar sonrasında ilk okuduğum da gene bu kitaptı. Kısacık bir kitap aslında Kambur. En iyi tarifi "dünyanın merkezine kadar uzanan incecik bir delik" olabilir belki de. Hakkında yazması çok zor, o nedenle de çok denemeyeceğim böyle bir şeyi. Kısaca toparlamaya çalışsaydım eğer, derdim ki:
Şule Gürbüz Kambur'da iğne gibi çiziyor insanın aklını aralıklarla. Durak bilmez bir saldırı gibi sanki bu metin. Acımasız ama bir o kadar da sakin, sessiz ve yine de çığlık çığlığa. O küçücük aralıktan sığıp da geçerseniz Kambur'un dünyasına, sürekli olarak düşüyorsunuz, dibi olmayan bir çukur sanki.
Ya da, belki hiçbir şey demezdim ve bu kitabı kimsenin duymamasını, bilmemesini, okumamasını isterdim. Sadece ben bileyim ve ben okumuş olayım diye.
“Ve bu yaşa geldim, öğrendiğim tek şey, kahve ile şekerin asla bir arada olamayacağıdır.”Kendisi bu dediğimi duysa ne derece memnun olurdu ya da kızardı bilmiyorum ama son sayfayı okuyup da kitabın kapağını kapattığımda ağzımda bıraktığı tat Lale Müldür şiirlerinden aldığım tada eşdeğerdi. Çok severim ben Müldür'ü. Gürbüz'ü de bir o kadar sevdim demeliyim. Kambur'a Buhurumeryem'den şu dizelerle selam göndermek istiyorum bu nedenle:
Bilmiyorum belki büyük bir günah
işledik. Ben keşiş giysilerime sarınıyorum.
13 ay böyle geçecek işte. Güneydeki
Haç Yıldızı bize kara kara gülümseyecek.
Dilimin dönmediği şarkılar söyleyeceğim ben.
Kimin ne için başlattığını
bilmediğim bir büyü 13 aylı yıl
boyunca akacak başucumda.
Ellerimi temizlemek isteyeceğim
geri dönmek belki de.
Geri dönemeyeceğim.
Altın haçlı o kara çarşafın
üzerinden 13 aylı yıl akacak.
O sole mio! O Sole Negre!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder