8 Aralık 2012 Cumartesi

Şehrin Kuleleri - Tayfun Pirselimoğlu

En son söyleyeceğimi en başta söyleyerek olağanın dışında bir giriş yapacağım belki de yazıma ama söylemezsem sanırım çatlarım:

Son dönemde okuduğum kitaplar arasında bana en büyük hayalkırıklığını Şehrin Kuleleri yaşattı. Her yıl böyle bir kitap düşüyor kafama (geçen yıl Ölüm Pornosu, ondan önceki yıl da Çöplüğün Generali bunu yaşatmıştı). Ütopik ve distopik hikayelere merakım nedeniyle Özlem kitaptan ilk bahsettiğinde ve hatta kitabı elime aldığımda gerçekten heyecanlıydım. O heyecanı diri tutmaya ve kitabımızı sevmeye çok çalıştım. Şaka değil, beğenmeyi çok istedim okurken. Ama olmadı.

Sebebi birden fazla elbette ancak beni kitaptan en çok soğutan şey kitabın özensizliğiydi. Yayınevinin - okurların ortak sorumluluğudur elbette raflarda yer alan kitapların "düzgün" olması. Sondan başlayacak olursak: okur bilinçli olur ve aptal yerine konmayı (haralagürele basılmış bir kitaba para vermeyi) reddederse yayınevleri özenli redaksiyon yaparlar ve hiçbir düzeltiye tabi tutmadıkları (ya da daha da korkuncu, düzeltiye tabi tuttuklarını iddia ettikleri ancak özensizce güya gözden geçirilmiş) kitapları basmaya utanırlar. Bu konuda en az sorumluluğu yazarlara veriyorum aslında ben. Yazarın anlatımını ve yaratıcılığını daha ön planda tuttuğumdan olsa gerek, imla ya da (haliyle) matbaa hatalarından onları sorumlu tutmam pek mümkün olmuyor. Bana göre, yazarın bu konudaki temel sorumluluğu yayınevine özenli bir düzelti için baskı yapmak olmalı.

Bu uzun paragraf sonrasında ise üzülerek söylemeliyim ki Şehrin Kuleleri özenlilik açısından fena halde sınıfta kaldı gözümde. Dil kullanımı ve roman yazma konusunda bunca ahkam kesen Pirselimoğlu'nun da böyle bir özensiz kitapla raflarda yerini alması onun sözlerinin tamamını gözümde geçersiz kıldı ve beni kitaptan (ve hatta kendisinden) fena halde soğuttu. Aptal yerine konmaktan hoşlanmıyorum ve beni aptal yerine koyan yazar ve kitaplardan da mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyorum. Son dönemin moda tabiriyle; duyarlılıklarıma saygı bekliyorum, hassasiyetlerime aykırı davranılmasını sevmiyorum.*

Beni en rahatsız eden noktayı yazdıktan sonra ufak bir not düşerek yazarın çıkış noktasına bayıldığımı söylemeliyim. Yer Türkiye ve zaman (anlıyoruz ki) gelecekte bir an. Ne kadar gelecekte olduğunu bilmesek de bana öyle geliyor ki "oldukça" gelecekteyiz (belki günümüzden 100 yıl ilerisi?). Yine de (ve her zamanki gibi) bir arpa boyu yol gidememiş, ilerlemeyi ya da yerimizde saymayı bırakın, ülkece çok yıllar öncesine gitmişiz. Darbe üstüne darbe olmuş ülkede (eh, her birinin en az 20 yıl ülkeyi gerilettiğini unutmayalım) ve bunların sonuçları herkes tarafından en ağır şekilde yaşanmış. Bilgisayarlar, cep telefonları ve daha birçok elektronik alet yasaklanmış. Orwell'in büyük biraderi halt etmiş Pirselimoğlu'nun kurduğu düzenin yanında.

T.Kara isimli pasif ve düzenin tam istediği gibi bir ürün olan vatandaşın gözünden yaşıyoruz o dönemin Türkiyesini. Korkak, silik, kafası karışık (ki bu kadar olayın üstüne nasıl karışmasın!), kafası çalışmayan (düşünmeyi bilmeyen) bir karakter T.Kara. Hatırlı tanıdıkları sayesinde bir şekilde kendine iş bulabilen, asla tatmin olmayan ve kendi küçük dünyası sınırları içerisinde en rahat yapabileceği işe kapağı atmayı hayatının biricik amacı yapıp şikayet mektubu üzerine şikayet mektubunu üstlerine gönderen bir tip bizim T.Kara'mız. Tam bir sınav benim için: en dayanamadığım insan tipi!

Ve, maalesef, uzun sayfalar boyunca T.Kara'nın gözü ile zihni arasında sıkışıp kalıyor ve onun zavallılığına tutsak oluyoruz. Pirselimoğlu (kendine örnek aldığı Dostoyevski'den farklı olarak) korkarım bizi o kısır zihnin içinden hiçbir şekilde çıkartmıyor. Mikro ölçekte karakterimizin sızlanmalarından öteye geçemiyoruz.

Geçmek zorunda da değiliz elbette. Pirselimoğlu da Dostoyevski gibi yapmak zorunda değil. Okurunu nereye isterse oraya götürmekte sonuna kadar serbest. Sayfalar ona ait ve dilediğince kullanabilir. Okur da, bunun karşılığında, okuma ya da okumama özgürlüğünü kullanabilir (eğer bir kitap kulübü üyesi değilse ve de bu nedenle zorunlu olarak okuması gerekmiyorsa). Ben, okumak zorunda kalanlardan oldum ve çok açık söylemem gerekirse büyük acılar çektim T.Kara'nın peşisıra İstanbul'un bu distopik sokaklarını arşınlarken.

Kendi adıma, keşke yazarımız çıkış noktasını daha güzel değerlendirip bizi T.Kara'nın ufacıkk bilincine hapsederek canımızı çıkartacağına biraz daha makro yaklaşıp daha akılda kalıcı bir macera yaşatsaydı diyorum. Fakat bu Pirselimoğlu'nun değil benim tercihim ve sonuç itibariyle okurluk (en azından şu haliyle) tek taraflı bir ilişki olduğu için başka bir söz söyleyemiyorum. Beğenilmeyecek bir kitap değil, tamamen zevk işi ve benim zevkim karanlık olsa da, bu derece aptal insan manzaralarına dayanmak zor geliyor. Nihayetinde her gazete okuduğumuzda, internete girdiğimizde ve haberleri izlediğimizde istemediğimiz kadar T.Kara çıkıyor karşımıza. Bir de kitaplarda rastlaştığımızda ben saçımı başımı yolarak çığlık atmak istiyorum!

                                Pirselimoğlu'nun 2007 tarihli "...ve gemi batıyor" sergisinden

Son olarak, Tayfun Pirselimoğlu'nun sinemacılığının edebiyatçılığından çok daha kuvvetli olduğunu düşündüğümü ekliyor ve herkese 'Hiçbiryerde'yi öneriyorum.

* Şaka olsun diye yazdığımı eklemem gerekir mi bilmiyorum şu cümleyi ama yine de ekleyeyim, zira biliyoruz ki ironi son dönemde bu ülke insanının çok da kendini yakın hissedebildiği bir olgu değil.


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder