5 Mart 2013 Salı

Homo Homini Lupus: Akçasazın Ağaları - Yaşar Kemal

Türkiye'de (kitap okusun ya da okumasın) hemen hemen herkesin bildiği az sayıda edebiyatçıdan birisi olsa gerek Yaşar Kemal. Okuması yer yer zahmetli olmakla birlikte her daim zevklidir, hakkında yazmak ise (eğer yüzeysel 3-5 satırın ötesinde bir şeyler aktarmak isterseniz) çok kolay değildir. Zoru başarmaya çalışacak olmakla birlikte, kendime son derece güvensizim şu yazıya başlarken. Birden fazla sebebi var bunun:

1 - Maalesef akıllıca davranmadım ve iş yoğunluğu vs. diyerek kitabı bitirmemin ve dahi toplantının üzerinden 1 aydan uzun süre geçmesine izin verdim yazmaya oturmadan önce.
2 - Yaşar Kemal'in anlattığı destanın ve (bence) büyüklüğünün yakınına dahi yaklaşmayacağını çok iyi biliyorum bu yazımın.
3 - Akçasazın Ağaları'nın büyüsünü satır satır didikleyerek bozmak istemiyorum.

Bu ve benzeri sebepler nedeniyle de tüm okları göğüslemeyi göze alarak mümkün olduğunca kısa ve öz olmaya çalışacağım.

 Öncelikle, tek cümle ile şunu söyleyeyim: HENÜZ OKUMADIYSANIZ, AKÇASAZIN AĞALARI'NI ALIN VE OKUYUN.

Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde yaşayan herkesin okuması önemli Yaşar Kemal'i. Dikkatlice, düşünerek, yeri geldi mi kafasını duvardan duvara vurarak ve "neden böyleyiz biz?" sorusunun yanıtını her sayfada ayrı ayrı hissederek / fark ederek okumalı. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışından da önce başlayan hikayeleri Cumhuriyet dönemine taşıyan Yaşar Kemal net bir şekilde gözlerimizin önüne seriyor ki geçen yüz yıldan uzun süre içerisinde bir arpa boyu dahi ilerleyememiş bu toprak insanı.

Acıklı mı? Çok!
Bir o kadar da etkileyici tabii ki...

Daha ilk sayfasının ilk satırında hikayesinin içine çekiyor okurunu Yaşar Kemal. Nihayetinde, hemen herkesin diline pelesenk olmuş şu ünlü ve içli satır karşılıyor bizi kitabın her iki cildine de başlarken:



Derken, Emir Sultan'la birlikte bata çıka kaçarken atlılardan, hissediyoruz üstümüze başımıza yapışan çamuru. Sarı yağmur bizim çevremizde yağıyor sanki (burada Marquez ve Yüzyıllık Yalnızlık'a el sallamak istiyorum, okurken de aklıma gelmişti). Her yer sarı, her şey sarı. Çukurova'dayız, sarıya boğuluyor, sarıya gömülüyor, sarıyla çevrelenip sarmalanıyoruz. Tam tamına 1234 sayfa boyunca da sarıdan kurtaramıyoruz yakamızı.



Bir yandan sarı, bir yandan zulüm yakalıyor bizi gırtlağımızdan ve yer yer nefes alamayacak kadar sıkışıyoruz kendi ruhumuzun içerisinde. Hemen her sayfanın hemen her satırında kulağımıza hafif hafif "homo homini lupus" diye fısıldandığını duyuyoruz: insanların yapabildiği, yapabileceği, düşünüp arzuladığı vahşeti okurken bizim aklımız belki almayabilir dahi fakat bu onlar için hayatın bir parçası. Yemek gibi, içmek gibi, nefes almak gibi. Doğumla gelen ve ölüme kadar omzumuza kurulmuş bizimle yürüyen o iştah dolu vahşet. Beni en zorlayan bu insan doğasıyla yüzleşmek ve bunca dehşeti hazmetmeye çalışmak oldu. Ve sanırım bu nedenle çok zorlandım uzunca bir süre kitapta ilerlemek konusunda.

Ama sonuç itibariyle ayakları son derece sağlam bir şekilde yere basan ve bir yanıyla da (delicesine aşık olduğum) gerçeküstücülükten nasibini bolca almış bir büyük eser olunca elimde, asla bırakamadan devam ettim sabırla.

Sadece insan öyküsü değil Akçasazın Ağaları. Değişimin öyküsü burada söz konusu olan. Her şey değişirken insan gene en sabit kalan oluyor öykü boyunca. İnsan doğası değişmiyor, değişemiyor. Coğrafya (harita üzerinde sabit kalmakla birlikte) fiziksel olarak değişiyor, zaman değişiyor, devlet değişiyor. İnsan dediğimiz varlık ise huy ve yapı bakımından yerinde sayarak aynı çamur çukurunda debelenip duruyor ve aynen günümüzde olduğu gibi kendi için faydalı olabilecek herkesi ve her şeyi çemberin dışına itiyor. Şahit oldukça anlıyoruz ki bugün içinde bulunduğumuz durum gerçekten de hiç şaşırtıcı değil.

Vatan ve millet kavramlarının içlerinin ne kadar da boş olduğunu söyleyip durduğumuz şu zamanda bunun nedenlerini uzun uzun okuyor ve beyninizi parçalamak istiyorsunuz. Siyasetçilerin ve askerin ülkeye verdiği sonsuz zararı okudukça, Amerika'nın marifetlerine yakından şahit oldukça ve de insanların ezik rezilliğini irdeledikçe nefret mi etseniz acısanız mı bilemiyorsunuz bazen. Ben bildim ve nefret ettim.

Az önce de dediğim gibi: çok çok acıklı.

Her ne yazarsam yazayım hakkını veremeyeceğimi biliyorum demiştim, bitirirken hala öyle hissediyorum. 1234 sayfa okumak, içinde kaybolmak, hayran kalmak, tiksinmek, üzülmek, ümitlenmek lazım anlamak için bu hissimi.

Beni çok etkileyen ufacık birkaç parçayı buraya almazsam aklım kalır:
"Hep korkuyorlar. Kendilerini böylesine yiğit gösterme çabaları ondan. Hep ödleri kopmuş. Uçan kuştan, yürüyen böcekten, gölgeden korkuyorlar. Yiğitliğe, yürekliliğe bu kadar hayranlıkları ondan. Korkaklar, korkacık oğlu korkaklar." (Demirciler Çarşısı Cinayeti, S.302)
Gerisi için, Derviş ve Mustafa için, Yusuf için, ağalarla beylerin birbirlerine kıyasla ne olup ne olmadıklarını kendi adınıza görmek için, çemberin nasıl da kapanarak öykünün tamamlandığına şahit olmak için okumanız lazım. Roman mıdır destan mıdır rüya mıdır kendiniz karar verebilirsiniz ondan sonra.

Son olarak şunu da buraya almak istiyorum, bakalım ne kadar tanıdık gelecek sizlere:
"Bizimki muhalefetin ağzını açtırmamaya karar verdi. Belki de muhalefeti ortadan kaldıracak. O zaman bu memleket memleket olacak. Bizde, bu doğu memleketlerinde demokrasi sökmez. Daha yeni yeni anlıyorlar." (Yusufçuk Yusuf, S.325)

***SPOILER ALERT***

Neden Derviş'in "gelenek" dışında davranıp da Yusuf'u sağ bırakacağını düşünmüştüm ki? Sempati mi duyacağız katillere "eski zaman kodu"na göre davrandıkları için? Kafam karışık birçok açıdan...

(Kitabın son cümlesini okuduğum tarih olan 31 Ocak'ta aldığım nottur)


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder