10 Mart 2013 Pazar

Kışkırtıcılara karşı tek başına: Günaha Son Çağrı - Nikos Kazancakis

Günaha Son Çağrı ben bildim bileli kitaplığımda olmuştur ve yıllar boyu defalarca yola çıkmama rağmen asla ilk 10 sayfanın ötesine geçememişimdir (sebepler çok çeşitli ama son yıllardaki en geçerli sebebim iRo! romanlarının buna bir türlü izin vermeyecek kadar yoğun olması oldu).

Hal böyle olunca da, en şaşırılmayacak şekilde, kitap seçme sırası bana gelince arkadaşlarıma sevinçle elimdeki kopyayı (Cem Yayınevi, 1984) göstererek en bir demokratik (!) şekilde “Buyurun dostlar, Şubat kitabımız!” dedim. Bazılarımızın ilk, bazılarımızın ise ikinci okuması olması bu aya ait bir istisna oldu belki (biliyorsunuz mümkün olduğunca herkesin ilk okuması olmasına dikkat ediyoruz) ancak kitabın da istisnai bir duruşu olması nedeniyle çok üstünde durmadığımı eklemeliyim.



Benim için Günaha Son Çağrı’yı okumamız birden fazla sebepten ötürü önemliydi. Her şeyden önce, kitapla ilgili çok basmakalıp bir fikrim vardı (zamanının ötesinde sayılacak kadar cesur bir metin, Kazancakis’in aforoz edilmesine sebep olmuş, İsa’nın hayat ve Mesihlik öyküsü, vs…) ama filmini de seyretmemiş olmam nedeniyle çok da fikir sahibi değildim açıkçası. Bu ayıbımı gidermek isteğim kişisel sebebimdi. Ek olarak, yabancı dili ilk öğrendiğimde (yıl 1984), elime alıp da okuduğum ilk İngilizce kitap “Çocuklar için İncil”di. Sebebini hatırlamıyorum dahi, sanırım resimleri ilgimi çekmişti ve cildi de kütüphane rafındaki diğer kitaplardan daha sevimli gelmişti bana… Sonuç itibariyle bir çocuktum, kitap okumak en büyük tutkumdu ve kocaman bir cilt kendisini devirmem için beni bekliyordu, daha ne olsun! İncil’in ardından evimizde bulunan Kuran’ı okumuştum Türkçe çevirisinden fakat maalesef “Çocuklar için İncil”de olduğu kadar anlamamıştım olanı biteni, ben öyle hatırlıyorum. Yine de, çocuk aklımla (ki, yetişkinlik aklım da hala aynı düşüncede) kutsal kitapların isteyene yol gösterici birer kitaptan öte olmadığını, peygamberlerin de senin benim gibi insanlar olduklarını ve esas önemli olan şeyin iyi yürekli ve insanlara kötülüğü hiçbir şart altında yapmayacak bir insan olmak olduğunu çıkartmıştım kendi payıma. İnançsız olmamakla birlikte, sırasıyla önce agnostik sonra da deist bir insan olarak tanımladım kendimi ve çok erken yaşlarımdan itibaren ne kendimi ne de başkalarını kandırdım. İşte tam da bu nedenle bu romanı yetişkinlik yaşlarımda, kişilik ve algılarına son derece güvendiğim arkadaşlarımla okumak ve akabinde de tartışmak benim için çok cazip oldu. Ve tabii bir de merak var işin içinde: Kazancakis nasıl bir İsa ile tanıştıracaktı acaba bizi?

Yukarıdaki uzun girişi yapmamın sebebi aklen ve ruhen hangi noktada durduğumu ve bunun okuduğumuz romanı algılamamdaki etkilerini biraz olsun açık hale getirebilmektir. Tüm bunları dedikten sonra, öncelikle Kazancakis’in hakkını teslim etmek istiyorum: her babayiğidin kalkışamayacağı bir işe kalkışmış, özellikle de kitabın ilk olarak 1953 yılında yayımlandığını düşünürsek bunun hiç de kolay kolay göğüslenemeyecek bir baskı ortamında yapıldığını anlamamız çok da zor olmaz. Bu açıdan, önemli bulduğum bir roman oldu, tartışma alanı yaratması açısından çok önemli hem de. Kazancakis’in hayatı ya da romanın daha sonra Martin Scorsese tarafından filmleştirilmesi konularına (girersek çıkamayız diye düşünerek) hiç girmiyorum, isimlerin üstüne tıkladığınız anda vikipedi’nin ilgili sayfalarına ulaşabilirsiniz.

Zamanında öğrendiğim kadarıyla, İsa’yı diğer peygamberlerden ayıran çok önemli bir nokta var, o da İsa’nın bizim bildiğimiz anlamda bir peygamber olmamasıdır (Hıristiyan öğretisi böyle der bunu). İsa, direkt olarak yeryüzüne inmiş bir tanrıdır. Tanrının oğludur, dolayısıyla da kendisidir. Ama aynı zamanda da insandır, tam insandır hem de. Kafa karıştırıcı, değil mi? Hem de nasıl! Bunu bir kere kabullendikten sonra, insan doğasıyla tanrısal olan arasındaki dehşet verici çekişmeyi (ve tabii ki hangisinin galip geleceğini) anlamak da hiç zor değil. Üstelik de insanlar burunlarının ucundakine karşı inanması güç bir şekilde kördür (hep oldukları gibi!). Örneğin, haham sebt vaazında saatlerce Mesih'in gelişini ve nasıl olacağını anlattıktan sonra havradan çıkan cemaat İsa'yla karşılaşınca (tüm belirtileri taşımasına rağmen) Mesih'in o olduğunu görememiş, kendisiyle alay etmiştir. Her zamanki gibi, inanmak kolay, görüp anlamak çok zor elbette.

Kazancakis’in çıkış noktası da bu işte: alıştığımız ve bildiğimiz İsa’nın İNSAN yanını bize göstermek.

Olmak istediği ile olması gereken arasında çok derin bir uçurum vardır Nasıralı İsa’nın. Tek isteği normal bir insan gibi kendi halinde yaşamak ve marangozluk yapmakken ondan beklenen silkinip ayaklanması ve artık rayından çıkmış insanlığı tekrar Tanrı yoluna sokmasıdır. Bunu kabullenmek ve böylesine ağır bir yükü omuzlamak kolay değildir. İnsanlara kendini ifade etmek, onlara bunu kabul ettirmek, nihayetinde varacağın yeri bile bile oraya doğru adım adım yürümek bir insanın yapabileceğinin ötesindedir. Ama İsa pes etmez, içindeki tanrısal gücün de desteğiyle tüm insanlık için bir günah keçisi olmayı kabul eder. Sadece kabul de etmez, bunu ister ve bunun için çalışır. Kendi istekleri ise “günaha çağrı”dır sadece, bunlara gözlerini kapatması beklenir ondan. O da öyle yapar…

Dinler söz konusu olduğunda, büyük küfür bu aslında tabii ki. Bu nedenle kitap birçok ülkede yıllarca yasaklı kalmış (ki bazılarında hala yasaklı), bu nedenle filmin gösterildiği salona Fransa’da molotoflu saldırı yapılmış, bu nedenle hala bu kitabı okuyanlara küfürbaz dinsiz muamelesi yapılabiliyor. Bir açıdan bakınca, son derece anlaşılır tepkiler bunlar (kabul edilir demediğime dikkatinizi çekerim, sadece “anlaşılır” diyorum ama asla haklı görmüyorum).

Eğer bugüne kadar kendi adımıza ne olduğumuzu hiç sorgulamadıysak dahi şimdi kısacık bir süre için kendimizi Kazancakis’in yerine koyarsak belki biraz daha mümkün olur hem kitabı ve kitaptaki İsa’yı hem de yazarın kendisini anlamak: Hayatta ne olduğumuzu, neden hayatta olduğumuzu anlamaya çalışırken ve hem kendimizi hem de çevremizle birlikte bize öğretilenleri can yakacak şekilde sorgularken ne hallere düşeceğimizi, nasıl iki arada bir derede kalacağımızı görmek çok da zor değil. Üstelik bizden beklentisi olan sadece anamız babamız ve çevremiz değil: koskoca bir Tanrı’dan bahsediyoruz burada. İnsanın algısını şaşalatacak kadar zor bunu hazmetmesi, hele ki dindar bir insansanız.

Karakterlere ve olay örgüsüne girmek işime gelmiyor şu anda. Bilindik bir konunun bazı nüanslarla işlendiği bir metin okuyoruz ve aslında net bir şekilde bunun çok da iyi bir roman olmadığını kabul etmek zorunda kalıyoruz. Çok daha iyi romanlar okuduğumuz bir gerçek! Ama yine de bu mutlaka okunması gereken bir roman olarak kalıyor kafamızın bir yerinde, insanı ya geçmişteki arayışlarına uğrattığı için ya da artık bir arayışın / bir sorgulamanın vaktinin geldiği gerçeğiyle yüzleştirdiği için.

Benim için çok kişisel bir deneyim oldu, hem kendi geçtiğim yolları hem de bu yollarda yalnız olmadığımı hatırladım. Severek okudum, sıkılmadım, sonrasındaki tartışmamızdan da büyük keyif aldım. Dogmalara karşı çıkanları reddetmiyorsa bünyeniz ve de kör bir bağnaz değilseniz okumanızı ve de biraz üzerinde düşünerek ondan sonra yolunuza devam etmenizi öneriyorum.

Son olarak bir fotoğraf eklemek istiyorum, şirketlerinin toplantı salonunu bize cömertçe açan Seyhan sayesinde gördüğüm üzere bir ofisin tüm duvarları bir romandan ilham verici parçalarla bezeli olabiliyormuş. Hem Seyhan'a ve ofis arkadaşlarıyla yönetimlerine teşekkür ediyorum hem de "Atlas Shrugged"dan ufacık bir parçayı size yorumsuz olarak sunmak istiyorum:



İster bu roman üzerinden, ister Atlas Shrugged üzerinden, ister genel olarak yorumlayabilirsiniz, düşünmek ve konuşmak serbest her zaman!


ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder