27 Ekim 2013 Pazar

hikayem paramparça & bangır bangır ferdi çalıyor evde..

Okuduğum öykü kitaplarıyla ilgili her yazıya öyküleri romandan ya da tüm diğer yazın türlerinden daha çok sevdiğimi yazmam alışkanlık oldu sanırım, bu yazım da daha farklı başlayamayacak haliyle... Geçen yılın kitap fuarında satın aldığım, çok uzun süre çeşitli sebeplerden ötürü rafta bekletmek zorunda kaldığım ve aylar önce okumuş olmama rağmen ancak oturup yazısını yazabildiğim iki öykü kitabı var elimde şu anda. Öyküseverler şu saate kadar mutlaka okumuşlardır eminim her ikisini de ama ben yine de bir iki satırla şuraya kayıt düşmek istedim.



Hikâyem Paramparça - Emrah Serbes, İletişim Yayınları 2012

Emrah Serbes'in Behzat Ç. serisini okumamış olsam da kendisini (bayılarak okuduğum) Erken Kaybedenler'den zaten tanıyordum ve büyük bir beklentiyle aldım bu kitabını da elime. Okuyup bir kenara koyalı neredeyse 2 yıl geçmesine rağmen hikayelerinin tamamı hala bir şekilde aklımda kalabilmiş Erken Kaybedenler'in maalesef (bence tabii!) oldukça uzağına düşmüş Hikâyem Paramparça. Emrah Serbes'in alamet-i farikası sert ve karanlık cümleleri baştan sona insanın zihnini ve kalbini çizmeye aday evet fakat bir duygu eksik gibi. Yüksek beklentili okumalar sonrasındaki olağan hayal kırıklığı belki de bu, afili filintalar blogunu takip edenlerin (örneğin ben) hikayelerin birçoğunu zaten önceden okumuş olmalarının getirdiği bir "e ben bunu biliyorum ki!" hissi ya da... Yeni bir öykü kitabı yerine "internet ve Birikim Dergisi'nde önceden yayımlanmış öykülerin derlemesi" diye elime almış olsaydım belki bu kadar hevesim kursağıma tıkalı kalmayacaktım (burada ufak bir not düşmek istiyorum, bu hisse maruz kalmam tamamıyla kendi hatamdır, kitabın kapağına açtığınızda bu kitabın bir derleme olduğu bilgisini görüyorsunuz - bakmayan, bilmeyen, ironik bir şekilde okumayan benim).

Bu kadar şikayet ettim ve olumsuz sözler sarf ettim evet ama pişman mıyım aldığıma ve okuduğuma? Asla! Erken Kaybedenler deneyimimden sıyrılıp da okuduğumda yine de çok beğenebilirim biliyorum ve bu nedenle de karanlık metinleri, Serbes'i ya da öyküleri seven herkesi her zaman Emrah Serbes öykülerini okumaya davet ediyorum. Beğeneceksiniz, biliyorum! Hatta belki de benim gibi bazı paragraf ve cümlelere işaretler koyup notlar düşeceksiniz ve kendi yaşam öykünüz ya da hatıralarınızla paralellik yakalayıp dalıp gideceksiniz...
"İnsan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor daha çok. Memleketi o zaman oluyor. Doğduğumuz büyüdüğümüz şehirdeki bütün değişimleri hüzünle kaydetmemizin nedeni bu. Hüzünlenmek için illa somut bir yıkıma da gerek yok. "Eskiden bu okulun kapısı paslıydı ne güzel," diye üzüldüğüm de oldu. Konu, doğduğumuz yerin mazisi olunca asla vazgeçemeyeceğimiz takıntılar var çünkü. Renkler var, sesler var, kokular var, binlerce ıvır zıvır var. Sonsuza kadar yitirilmiş anlar var. İnsan zamanını durdurmak istediği yere aittir." (S.40 - Zamanın Memleketi)
"- Hocam sınav nereden nereye kadar? / - 1915'ten Hrant'ın vurulduğu yere kadar." (S.38 - Haysiyet Sınavı) 
 Okuyun lütfen!


 
Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde... - Mahir Ünsal Eriş, İletişim Yayınları 2012

Belki de son yazmam gerekeni en başta yazacağım ama ben Eriş'in öykülerine tek kelimeyle, B A Y I L D I M !

Her fırsatta dile getirmeye çalıştığım gibi, çocukların gözünden bakılan hikayeleri, insanın içini sızlatan o naif (ve bu nedenle belki daha da çok can yakan) metinleri çok sevmiyorum. İyi yazıldıkları zaman çok güzel olduklarına bir lafım yok, kesinlikle öyle oluyorlar evet ama çocukların başına gelen tüm talihsizliklere karşı o kadar hassasım ki, mümkün olduğunca kaçıyorum bu tip metinlerden. Ve nasıl oluyorsa, ben ne kadar kaçarsam kaçayım, onlar bir yerde beni mutlaka yakalıyorlar. Yakalıyorlar ve kalbimi çizip kendilerine bir su yolu oluşturuyorlar, orada sürekli olarak akıyorlar ve birikiyorlar sonrasında. Kurtulamıyorum etkisinden. Eriş'in ilk öyküsü başta olmak üzere bazıları işte aynen böyle karşılayıp yakalıyor beni ve şimdi o bahsettiğim çizikte, içimde sızlıyor ben bunu yazarken.

"Bir gece, daha Mobilet'i kazımaya başlamamızdan önceki zamanlardı, okul devam ediyordu. Ben ikiye geçmemiştim daha, abim dördü bitiriyordu. Henüz sandalye yardım ve yataklığa başlamamıştı Bergen'in ıstırap dolu çığlığına. Gök gürleyince korkup uyanmıştım. Dışarıda bir yağmur toprağı dövüyordu şiddetle ve toprağın ağlayışını duyuyordum sanki iniltiler halinde. Abimin yanına yattım önce. Abim, Kuran kursuna gittiğimiz caminin halıları gibi kokan ağzını yarı açmış, hırıldayarak uyuyordu. Geçmedi korkum. Sanki yukarılarda, bizim hiç göremeyeceğimiz bir yerlerde, çok ama çok büyük, boş bidonlar devriliyordu. Allah'ı seviyordum ben ama korkuyordum da. Korkmadan sevgi mi olur zaten? Abim mesela, Atatürk'ü seviyordu ama korkmuyordu ondan. Resmini bile asmıştı yatağının üstüne. Allah'ın resmi yoktu, annem kızmıştı sorunca zaten. Ben de asmak istiyordum bir resmini abime hava atmak için; belki o zaman daha az da korkardım." (S.76 - Ringo) 
Önerdiğim / beğendiğim tüm öykülerde olduğu gibi, burada da kahramanlarımızın her biri birer kaybeden ve de hepsi bunun farkında. Hepsi farkında ve bu hiçbirinin umurunda değil. Bu nedenle de öykülerin hiçbirinde duygu sömürüsü yok. Hepsi net ve temiz, bu nedenle de çok vurucu. Tavsiye ederim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder