12 Ağustos 2014 Salı

Middlesex - Jeffrey Eugenides

Middlesex beni zorlayan kitaplardan oldu. Heyecanla başladım okumaya, daha önceden okuyan iki arkadaşımdan sadece güzel şeyler duymuştum hakkında ve de uzunca bir kitaptı, kendimi kaptırdım mı içinde kaybolur akar giderim diye düşünmüştüm. Maalesef ilk birkaç bölüm sonrasında durumun pek de öyle olamayacağını kavradım.

Pulitzer ödüllü, Türkçe çevirisi İnkilap'tan yayımlanmış, enteresan olduğu belli bir konu, güzel işlendiği takdirde insanı bir duvardan diğerine savurması ve birçok farklı açıdan geliştirmesi mümkün bir temel. Bir saga olmaya aday. Peki, olabilmiş mi? Bence, hayır. Üstelik berbat bir çeviri olduğunu düşündüğümü de eklemem şart bu noktada.

Bursa'dan yola çıkarak Detroit'e göçüyoruz genç bir Yunan çiftle. Bu arada bir hatalı gen onlarla birlikte (?) göçüyor. Derken önce bu çiftin bir oğlu oluyor, sonra da onun oğlan olması beklenen kızı doğuyor. Biz bu arada İzmir yangınına, Ford'un Amerikanlılaştırma projesine, Detroit'teki ayaklanmaya ve daha birçok şeye şahit olarak sağa sola bakınmaya ve "e şimdi bu iyiydi niye burada kesti oraya geçti?" "e iyi de bu nasıl da lezizdi bunu niye kesti ki şunu anlatmak için" vb düşünceler içerisinde aval aval dolanmaya başlıyoruz kitapta. Ya da ben öyle yapıyorum, bilemedim. :)

Yoruldunuz mu? Evet, ben de yoruldum, bir o kadar da sıkıldım.

Çok güzel üç ayrı konu akıyor roman boyunca ama maalesef üçünün de hakkı tam olarak verilmiyor. Üstelik de tam vaat edilen enteresan konunun başladığını düşünürken siz birden sanki hızlıca ileri sararak şak diye bitiriyor romanı yazar. Ve ben hala - üzerinden 2 ay geçmiş olmasına rağmen - düşünüyorum: bu adam bunu neden yazdı ki? Bize esas aktarmak istediği neydi? Niye başladı ve neden bitirdi?

Sonuç itibariyle, pek memnun kalmadığım bir okuma oldu. Tavsiye edeceğimi pek sanmıyorum, belki ancak çok geniş vaktiniz varsa ve yapacak işiniz yoksa, olabilir...

Bunca olumsuzluk içinde, kitaba ait en güzel anım sevgili Banu'muzun toplantı için hazırlığı oldu:



Banu'cuk her birimiz için birer kitap ayracı yapmış (bayılarak kullanıyorum!) ve de her birimize ayrı ayrı birer pasaj not ederek kişiye özel sorular sormuş. Benim sorum "Nesne"ye aitti ve onun anlatımının bana Lolita'yı hatırlatıp hatırlatmadığıydı. Yanıt maalesef pek basit oldu: "hayır". Fakat alıntım o kadar güzeldi ki burada sizinle de paylaşmak istiyorum:


"Kırmızı kafalıyı görür görmez hissettiklerimi düşününce bunun tamamen doğal güzelliğe duyulan bir hayranlık olduğuna karar veriyorum. Tıpkı kırlarda kızarmış yapraklarla dolu akçaağaçlara bakıp da kendinden geçmek gibi bir şey. Ondaki renk karışımında müthiş bir zenginlik vardı; süt beyazı tene yayılmış tarçın rengi fiskeler, çilek rengi saçından yayılan altınımsı ışıklar... Sonbahar gibiydi, ona bakınca sonbaharı görüyordum."

ille de ROMAN olsun! kitap kulübü için yazılmış bir yazıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder