13 Eylül 2015 Pazar

Malina - Ingeborg Bachmann

Uzun zamandır beni okurken böyle zorlayan ama yine de inat ve sebatla - elimden bırakmadan / başucumdan kaldırmadan - okumaya devam ettiğim bir kitap olmamıştı. Kendi standartlarımda rekor denecek kadar uzun bir sürede okudum Malina'yı, tam iki ay sürdü. Çok zorlandım ve iki kez (üstelik de birinde neredeyse yarılamışken) başa dönmek zorunda kaldım. Yine de devam ettim, bir görev gibi gördüğümden değil, ilgimi çektiği ve Ingeborg Bachmann'ın kafasının içine girebilmek istediğimden ötürü.

Bachmann'ın kafasının içine tabii ki giremedim ama en azından (bazı noktaları yitirmiş olduğuma emin olsam da) genel hatlarıyla olanı biteni anlayabildim. Her şeyden önce, roman çok ağır. Yazarın zihni darmadağın ve yoğun travmalar sonrasında yara bere içerisinde. Ve korkarım okurlarına da - maruz kalındığı süre ölçüsünde - bulaşıyor bu yara bere.

Önce benim hikayem: Malina'yı da Ingeborg Bachmann'ı da duymamışken, tavsiye üzerine satın aldım kitabı. Muhakkak okumam önerilen bir kitap sordum ve yanıt bu oldu. Malina, aşina olduğum bir isim mitolojiden. Eskimo mitolojisinde güneş ve ayın kardeşliğini ve birbirlerini nasıl sürekli bir döngüde takip ettiklerini anlatan bu acımasız ve acıklı öyküyü merak edenler buraya tıklayarak özetini okuyabilir ve eğer ilgilerini çekerse detayına da elbet inebilirler (üzgünüm ama Türkçe bir link bulamadım kısa arama sürem içerisinde). Bu kadarla sınırlı bir bilgiyle girdim kitaba.

İlk bölümde isimsiz anlatıcımızı, Malina'yı ve Ivan'ı tanıyoruz. Yazar kendini çok da ortaya koymadan öncelikle bu iki erkeğin karşılaştırmasını yapıp nasıl ikisinin arasında kaldığını anlatıyor bize. Bachmann'ın kendi psikolojik halindeki ve yaşamındaki (özellikle erkeklerle ilişkilerindeki) sıkıntıları (yanlış kelime evet ama çok da detaylandırsam sanki ilk bölüme haksızlık etmiş olacağım) bir bir okuyoruz.



İkinci bölüm büyük dert oldu bana. İkinci bölümde nefessiz kaldım ve bunu iyi bir anlamda söylemiyorum. Çok az romanın çok az kısmı beni bu kadar boğup kalbimi bu kadar sıkabilmiştir, Bachmann bunu başardı. Anlatıcımızın babası eliyle yaşadığı ve aslında hayal mahsulü olduğunu çok iyi kavradığımız travmalarını okuyoruz. Belli ki (hayatını, kişiliğini ve de eserlerini yoğun bir şekilde etkilediğini çok iyi bildiğimiz) ikinci dünya savaşı bu bölümde anlatılmakta ve tüm cepheleri ve tüm travmasıyla ilmek olmuş boğazımıza geçiyor. Çok yorucu ve üzücü bir bölümdü, izninizle hiç bir yorum yapmadan geçmek isterim.

Son bölümde ise Malina ile konuşmalar üzerinden anlatıcının / yazarın çözülmesini ve yok olmasını satır satır takip ediyor ve sonunda serbest bırakılıyoruz.

Benim bu çizgiyi yakalayabilmem ve aslında ne okuduğumu anlamlandırabilmem için üç kez teşebbüste bulunmam gerekti (okuduğuma asla pişman olmadığımı ve bitirmekten ötürü de mutlu olduğumu ekleyeyim) ve fark ettim ki sorun bende değil, yazarda. :) İstisnai etkileyicilikte bir roman yazmış yazmasına ya, o kadar kendi içine dönük ve okurunu dışlayan bir metin ortaya çıkmış ki, eğer Bachmann'ın zihninin içinde değilseniz bazı göndermeleri anlamanız (bence) mümkün değil. Hal böyle olunca da kopukluklardan kendinizi kurtaramıyorsunuz.

Ya da ben kurtaramadım, bilemiyorum. Sizi bununla bırakmak istiyorum, tadımlık:

Malina: Nedir yaşam?
Ben: İnsanın yaşayamayacağı şey.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder